6 Mayıs 2018 Pazar

Nevşin Mengü'den 'İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı?'


Şimdilerde Deutsche Welle Türkçe’de yaptığı programlarla adından söz ettiren televizyoncu Nevşin Mengü[1] (1982-), Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümü çıkışlı başarılı bir gazetecidir. CHP’li hukukçu ve siyasetçi Şahin Mengü’nün kızı olan Nevşin Mengü, uzun yıllar CNN Türk kanalında moderatör ve spiker olarak çalışmış ve genelde olumlu eleştiriler almıştır. Mengü’nün ilginç bir özelliği de, yaklaşık 1,5 yıl kadar İran’da muhabir olarak yaşaması ve bu ülkede yaşadıklarını ve gözlemlediklerini İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı? adlı kitapta[2] toplamasıdır. Şimdilerde ABD Başkanı Donald Trump’ın hedef tahtasına koyduğu ve tüm dünyada merak edilen bir ülke olan İran’la ilgili bu eser, bu yazıda Siyaset Bilimi öğrencileri açısından ilginç gelebilecek bilgi ve gözlemler doğrultusunda kısaca özetlenecektir. Ancak detaylı fikir ve gözlemler için elbette kitabın tamamının okunması gereklidir.

İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı?

2017 yılında Everest Yayınları tarafından basılan kitap, 157 sayfalık oldukça kısa bir eserdir. Kitabın kapağında Mengü’nün kara çarşafa girmiş ve ağzı bantlanmış ilginç bir fotoğrafı yer almaktadır. Kitabına, Türkiye’de özellikle seküler kesimde yaygın olarak görülen İran hayranlığını eleştirerek başlayan Mengü, İran’ın hakikaten de önemli bir medeniyetin temsilcisi olduğunu, ancak bu konunun çok abartıldığını ve 80 milyonluk İran’dan birkaç tane başarılı yönetmen ve yazarın çıkmasının çok doğal olduğunu belirtmektedir. Zira Mengü’ye göre; kültürü ne kadar gelişmiş olursa olsun, İran, bugün saç örtüsü biraz açıldı diye kadınların hala sopayla dürtülebildiği bir ülkedir. Mengü, ayrıca, İran’da taroof (-miş gibi yapma) kültürünün çok yaygın olduğunu yazmaktadır. “Taroof”, kısaca şöyle açıklanabilir; toplumsal saygı gereği, örneğin bir bakkala gittiğinizde ve birşeyler aldığınızda “ne kadar tuttu” diye sorarsanız, bakkal size başta “birşey ödemenize gerek yok” diyebilir. Ancak para ödemeden çıkarsanız da peşinizden koşabilir. Bu nedenle, İran’da genelde herşeyi başta kibarca reddetmek ve daha sonra ikinci veya üçüncü tekliflerde kabul etmek gerekir. Yani başta “para ödemenize gerek yok” diyen bakkal, aslında kibarlık gereği böyle yapmaktadır. İran’da yaşar veya gezerken, bu ayrıntıyı akılda tutmak gerekir. Ayrıca İran’a 3-5 gün süreyle yapılan turistik seyahatlerin bu ülkeyi anlamaya yetmeyeceğini ve İran’da uzun süre kaldıkça bu ülkedeki haksızlıkların daha yakından anlaşılabileceğini yazan Mengü, daha sonra kendisinin İran’a gidişinin hikâyesini anlatmaya başlamaktadır. Mengü, bu kararının çok doğru olduğunu; zira tüm ciddi uluslararası gazetecilerin bu gizemli ve zor ülkeyi öğrenmek istediklerini, dahası, kendisinin bu sayede 2009 İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi tarihi bir olaya tanıklık ettiği söylemektedir.

Girişin ardından gelen birinci bölümde Tahran’ı Ankara’ya benzeten Mengü, her yere bayrak asılması bağlamında da -her üçü de devrimler sonucunda kurulan- Türkiye, ABD ve İran’ı birbirine benzetmektedir. İran’ın sınıfsız toplum oluşturmak idealiyle kurulan bir devlet olduğunu, ancak devlet kapitalizmi sistemi doğrultusunda İran’da neredeyse herkesin dar-orta gelirli olduğunu kaydeden Mengü, mollaların ise köşebaşlarını tutarak zenginleştiklerini ve Nateq Nuri örneğinde olduğu gibi büyük zenginlerin muhafazakâr kesimden olduğunu yazmaktadır. Bu şehirde uyuşturucu bulmanın çok kolay olduğunu da yazan Mengü, ayrıca Tahran’ın zengin kuzeyi ve fakir güneyi arasında uçurum olduğunu belirtmektedir. Tahran’ın bol ağaçlı geniş sokaklarla ve parklarla kaplı güzel bir şehir olduğunu yazan Mengü, kadın uzuvlarının sallanması nedeniyle sabah koşusunun bile İran’da yasaklanabildiğini söylemektedir.

İkinci bölüme İranlıların araba kullanmayı çok sevdiklerini belirterek başlayan Mengü, benzinin çok ucuz olmasının da bunda etkili olduğunu belirtmektedir. Yerli yapım Khodro’lar ve Saipa’larla birlikte Peugeot’ların trafikte çok yaygın olduğunu yazan Mengü, kadın şoförlerin de bu ülkede çok sayıda olduğunu ve İranlıların bununla övündüklerini (kendilerini Suudi Arabistan’dan üstün tutarak) belirmektedir. İranlıların demokrasi değilse bile demokrasicilik oynamayı çok sevdiklerini belirten yazar, seçim öncesinde toplantı ve gösterilere izin olduğunu ve 2009’da da bunları bizzat gördüğünü yazmaktadır. İranlıların yasaklar nedeniyle toplumsal hayatlarının daha çok parklarda gezmek, araba kullanmak ve badminton oynamak gibi temel bazı aktiviteler etrafında şekillendiğini kaydeden Mengü, tüm baskıcı rejimlerde olduğu gibi İran’da da birçok özgürlüğün kısıtlandığını ve bunun insanları sıktığını söylemektedir.

Üçüncü bölümde İran’ın Batı tipi demokrasilere alternatif olmak iddiasıyla kurulan farklı bir model olduğunu belirten yazar, Şii İslam ütopyasının bu devletin iliklerine işlediğini belirtmektedir. İranlıların kendi sistemlerini demokrasi olarak gördüklerini belirten Mengü, özellikle Suudi Arabistan’la kıyaslama yapmak ve kendilerini yüceltmenin İranlıların çok sevdiği bir iş olduğunu yazmaktadır. İran’da Dini Lider’in (Ayetullah) sistemdeki önemli konumuna dikkat çeken yazar, Anayasayı Koruyucular Konseyi (Anayasayı Koruma Konseyi) nedeniyle de bu ülkedeki sistemin asla demokrasi olamayacağını söylemektedir. 2009’da muhafazakâr Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ve reformist Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin desteklediği Mir Hüseyin Musavi arasındaki seçimin (reformist Mehdi Kerrubi ve Türkiye’yi çok seven muhafazakâr aday Mohsen Rezai de diğer önemli adaylardı) İran tarihinin en renkli ve hareketli seçimi olarak tarihe geçtiğini iddia eden Mengü, İranlı siyasetçiler arasında özellikle Muhammed Hatemi’nin farklı bir kişi olduğunu ve halk tarafından çok sevildiğini yazmaktadır. “Yeşil Yol” veya “Yeşil Hareket” adı verilen reformistlerin aslında İran halkınca desteklendiğini, ancak sistemdeki diğer kilit unsurların onların daha cesur adımlar atmalarına engel olduğunu yazan Mengü, Ahmedinejad ve diğer muhafazakârların ise İran’ı uluslararası toplumdan uzaklaştırdıklarını ve ambargolar nedeniyle yaşam standartlarını düşürdüklerini düşünmektedir. Ambargo altında yaşamanın hiç kolay bir iş olmadığını yazan Mengü, kadınların da genelde reformistleri desteklediklerini, çünkü onların kadın hakları konusunda daha duyarlı olduklarını yazmaktadır. Musavi’nin seçim sürecinde sanat tarihçisi olan karısı Zahra Rahnavard’dan büyük destek aldığını yazan Mengü, hem reformist, hem de muhafazakârların ülkeleriyle övünmeyi seven milliyetçi kişiler olduklarını da sözlerine eklemektedir. Mengü, şimdilerde de İran'da durumun pek farklı olmadığını, yani muhafazakârlar ve ılımlılar arasında bir rekabet olduğunu ve şimdilerde Hasan Ruhani ve ılımlıların (reformistlerin) siyasette ön planda olduklarını yazarak bu bölümü de tamamlamaktadır.

Dördüncü bölümde İran’daki sistemin ikilemlerini açıklayan yazar, demokratik bir sistem olmamasına rağmen İran’da siyasi liderler arasında televizyon tartışmalarının yapılabildiğini, hatta 2009 yılındaki tartışmada Ahmedinejad’ın Musavi’nin karısının üniversite yıllarında çektirdiği mini etekli fotoğrafları göstererek onu televizyon tartışmasında tehdit ettiğini belirtmektedir. Reformistlerin Şii dini sloganları kullanarak halkta büyük sempati yarattıklarını da belirten yazar, bu nedenle Musavi’nin seçimlere favori olarak girdiğini yazmaktadır.

Beşinci bölümde Musavi’nin önde girdiği ve favori olarak gözüktüğü seçimi sabah Ahmedinejad’ın kazandığının açıklanmasıyla İran'da büyük toplumsal olayların başladığını yazan Mengü, 2009 seçimlerinin İran tarihi açısından bir dönüm noktası olduğunu kaydetmektedir. Mengü, bu bölümde Tahran sokaklarında gördüğü ve yaşadığı hareketli olayları detaylı olarak anlatmaktadır. 2009 seçimleri, Mengü’ye göre Ahmedinejad’ın tartışmalı zaferine sahne olunan şaibeli bir seçim olarak tarihe geçmiştir.

Altıncı bölüme kadınların İran’da Cumhurbaşkanı adayı olamadıklarını belirterek başlayan Mengü, Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin varlığının da demokrasiye engel teşkil ettiğini ima etmektedir. İran’da seçime katılımın çok olmasının reformistlerin lehine olduğunu; çünkü ancak küskün seküler seçmenlerin sandığa gitmesi durumunda reformistlerin kazanabildiğini belirten gazeteci-yazar, gençlerin de genelde reformistlere destek verdiklerini gözlemlemiştir.

Yedinci bölümde tartışmalı 2009 seçimi sonrasında yaşananları özetleyen Mengü, Mir Hüseyin Musavi'nin basından sorumlu yardımcısı Muhteşemipur'un yaptığı ve kendisinin de bizzat katıldığı gergin basın toplantısının detaylarını okurlara aktarmaktadır. O dönemde gazetecilere büyük baskılar da yapıldığını belirten yazar, birçok gazetecinin çalışma izninin iptal edildiğini ve hatta bazı gazetecilerin tutuklandığını yazmıştır.

Sekizinci bölümde tartışmalı seçimin ardından İran'da oluşan siyasal atmosferi yorumlayan Mengü, bu tarz otoriter rejimlerde iki gündem olduğunu; biri devlet tarafından ideolojik aygıtları vasıtasıyla dayatılan sanal dünya, diğeri de halkın gündemi olan gerçek dünya, ve devletin tüm araçlarıyla medya ve sosyal medyaya uyguladığı sansür politikasıyla iradesini halka zorla kabul ettirdiğini yazmaktadır. Bu süreçte daha tarafsız gazetecilik yapan BBC Farsça'nın yıldızının parladığını da belirten Mengü, Ayetullah Humeyni'nin "Büyük Şeytan" ABD'den sonra "Küçük Şeytan" olarak nitelendirdiği İngiltere'nin (Birleşik Krallık) bir kanalı olmasına karşın, BBC Farsça'nın İran halkınca bu süreçte yakından takip edilmeye başladığını gözlemlemiştir.

Dokuzuncu bölümde bu süreçte halka yönelik devlet görevlilerinin uyguladığı şiddet olaylarını özetleyen gazeteci-yazar, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da seçim sonrasında halen olaylar devam ederken Ahmedinejad'ı hemen arayıp kutlayarak (dünyada arayan ilk lider olmuştur), onun meşruiyetine destek verdiğini ima etmektedir. İran'da kırbaç cezası gibi çağdışı cezalandırma uygulamalarının devam ettiğini de yazan Mengü, bu süreçte birçok İran vatandaşının zarar gördüğünü anlatmaktadır.

Onuncu bölümde 1979 İran İslam Devrimi'nin Şah dönemindeki baskı ve haksızlıklara karşı yapılan bir devrim olduğunu, ancak zamanla daha büyük haksızlık ve baskılara neden olduğunu iddia eden Mengü, devrim nedeniyle İran'dan çok büyük bir kitlenin başta ABD olmak üzere Batı ülkelerine kaçtığını ve bu ülkelerde artık muhalif bir İran diyasporası olduğunu yazmaktadır.

On birinci bölümde İran'da siyaset ve ibadetin iç içe geçtiğini anlatan Mengü, bu ülkede Siyasal İslam'ın nasıl dini ustaca araçsallaştırdığını ve devletin kendisine biat etmeyenlere karşı dini argümanlarla "devlet düşmanı" ilan etme politikası uyguladığını açıklamaktadır.

On ikinci bölümde İran'daki muhaliflerin çaresizliklerini anlatan yazar, rejimin baskıcı ve acımasız yapısıyla muhalifleri sokaklarda avladığını ve sokaklara dökülmenin çare olmadığını yazmaktadır. Bu bağlamda, Mengü'ye göre, kaybetmeye mahkum oldukları bir oyunu oynamaktansa, muhaliflerin farklı bir oyun planı geliştirmeleri gerekiyor.

On üçüncü bölümde Ahmedinejad'ın olaylar sürecinde muhalifleri "Khask-o Khoshak" (çer çöp) olarak nitelendiren sözüne dikkat çeken Mengü, muhalif lider Musavi'nin bir anda ortadan kaybolmasını da anlatmaktadır. CNN muhabiri Christiane Amanpour'un o dönemde bunu sormasının (Musavi nerede?) rejimi ne derece zor duruma düşürdüğünü hatırlayan Mengü, bu olayın ardından CNN International'ın çalışma izninin İran İrşad Bakanlığı'nca iptal edildiğini anlatmaktadır. Musavi, gerçekte ise o dönemde evinde karısıyla beraber saklanmaktaydı. Zira hakkında -bir mahkeme kararı olmasa da- soruşturma başlatılmıştı ve tehditler alıyordu.

On dördüncü bölümde tartışmalı bir konu olan başörtüsüne değinen yazar, İran'da kapanmak zorunda olmanın kendisinin kadınlığını öldürdüğünü ve bunun seküler olarak yetişmiş bir kadın için ne denli zor olduğunu anlatmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye'de ve diğer laik ülkelerde rahat rahat giyinebilmenin kadınlar için ne denli önemli bir özgürlük olduğunu vurgulayan Mengü, İran'daki rejimin ise bu konuda çok katı davrandığını söylemektedir. Mengü, ayrıca insanın yasaklara alışabildiğini ve Türkiye'ye dönüşünde bir süre dışarı çıkmadan önce istemsizce başörtüsü aradığını sözlerine eklemektedir.

On beşinci bölümde baskıcı rejimlerde sanatsal özgürlüklerin de kısıtlandığına dikkat çeken Nevşin Mengü, İran'da her türlü sanat eseri, yazı ve kitabın İslam'a uygunluk bakımından denetlendiğini ve bu nedenle İran'da sanatsal yaşamın devrim sonrasında durgunlaştığını anlatmaktadır. İran'ın Ajda'sı denebilecek olan Gogosh'un ABD'de yaşadığını hatırlatan Mengü, "İbrahim Tatlis" adıyla Kürt asıllı Türk vatandaşı sanatçı İbrahim Tatlıses'in de bu ülkede epey popüler olduğunu gözlemlemiştir. Bu yasaklara rağmen İran'da gençlerin hiphop müziğini çok sevdiklerini ve gizlice ayıplı sözlerle bezeli şarkılar yaptıklarını kaydeden yazar, örneğin Sasy Mankan'ın şöhretli bir hiphopçu olduğunu vurgulamaktadır.

On altıncı bölümde İran'daki meşhur ev partilerine ve hiphop kültürüne dikkat çeken yazar, İran'da dj'lerin katıldığı ev partilerinin çok popüler olduğunu yazmaktadır. İran'da siyasi içerikli olmadığı sürece pop müziğine de kısmen izin verildiğini kaydeden yazar, milyonlarca takipçisi olan Amir Tataloo ismine dikkat çekmektedir.
On yedinci bölümde İran'ın katı muhafazakâr ve baskıcı Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'a dair gözlemlerini aktaran Mengü, fakir bir aileden gelen Ahmedinejad'ın Tahran Belediye Başkanlığından İran Cumhurbaşkanlığına uzanan siyasi kariyerini mercek altına almaktadır. Sıradan ve halktan bir insan olan Ahmedinejad'ın halkla özdeşleşebildiğini ve anti-elitist tavrın İran siyasetinde etkili olduğunu vurgulayan Mengü, onun döneminde İran'ın Batı ile ilişkilerinin çok bozulduğunu da hatırlatmaktadır.

On sekizinci bölümde İran'daki Amerikan karşıtlığı (anti-Amerikanizm) olgusuna dikkat çeken Mengü, 1979 Devrimi sonrasında ABD Büyükelçiliği'nin basıldığını hatırlatmakta ve İran rejiminin Batı'yı adeta "Şeytan" gibi algıladığını söylemektedir. Zaten bu nedenle, İran'da en popüler siyasi sloganlardan birisi "Marg Bar Amerika" yani "Amerika'ya Ölüm" şeklindedir. Ancak Mengü, bu tarz nefret yüklü sloganların gereksiz olduğunu, zira İran'da halka baskıyı ABD'nin değil, İran'daki mollaların yaptığını söylemektedir.

On dokuzuncu bölümde İran Azerisi arkadaşı Nazanin'le İran'daki anılarını anlatan Mengü, İran'da uyuşturucu konusunun büyük bir toplumsal sorun haline geldiğine vurgu yapmaktadır. Rejimin ekonomik sorunlar ve baskılar nedeniyle bu tarz şeylere göz yumduğunu belirten Mengü, gençlerin bu tarz baskıcı rejimlerde umutsuz hale geldiklerini ve bunun da zararlı alışkanlıkları tetiklediğini vurgulamaktadır.

Yirminci bölümde İran'da uluslararası gazetecilere ve yabancılara yönelik paranoyak bakışı özetleyen Mengü, İrşad Bakanlığı'nın bu konuda yarattığı zorluklara da dikkat çekmektedir. İran'daki olumsuz gelişmeleri haberleştiren gazetecilere "hain" ve "ajan" gözüyle bakıldığını da söyleyen Mengü, baskıcı ve İslamcı rejimlerdeki komplo teorilerine yatkınlığı bazı örneklerle açıklamaktadır.

Yirmi birinci bölümde kaçtığı ABD'den yıllar sonra İran'a dönen nükleer mühendis Shahram Amiri'nin başına gelenleri anlatan gazeteci-yazar, 6 yıl boyunca cezaevinde kalan Amiri'nin sonrasında asılarak idam edildiğini yazmaktadır. İran'da bu tarz birçok vakanın yaşandığına dikkat çeken Mengü, baskıcı rejimlerin dış müdahaleye gerek olmadan kendi kaynaklarını kuruttuklarını ve yetenekli insanlarını yurtdışına kaçırdıklarını vurgulamaktadır.

Yirmi ikinci bölümde İran'da ulema yani din adamlarının baskın konumuna işaret eden Mengü, mollaların da zamanla içlerinde bölündüğünü ve daha küçük bir kısmının reformistlere, büyük kısmının ise muhafazakârlara destek verdiğini vurgulamaktadır. Ahmedinejad döneminin en çok mollanın tutuklandığı dönem olduğunu da vurgu yapan Mengü, İran'da ulemaya devlet tarafından maaş verilmediğini ve halk desteği, bağış ve iş yaparak para kazandıklarına dikkat çekmektedir.

Yirmi üçüncü ve son bölümde Haşimi Rafsancani'nin oğullarından Mohsen Rafsancani'nin siyasi hayatı ve ev partilerindeki çelişkili yaşamını vurgulayan Mengü, siyasi İslam esasına dayanan rejimlerin insan doğasına aykırı ve baskıcı yapısını güzel bir şekilde özetlemektedir.

Sonuç olarak, Nevşin Mengü'nün bu eseri İran'a dair faydalı bilgi ve gözlemler içeren başarılı bir gazetecilik kitabı olarak yorumlanabilir. 

Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Nev%C5%9Fin_Meng%C3%BC.
[2] Buradan alabilirsiniz; http://www.idefix.com/Kitap/Insanin-Dusunmekten-Cani-Yanar-Mi/Edebiyat/Anlati/urunno=0001730574001.

Hiç yorum yok: