30 Ocak 2018 Salı

Moyen-Orient Dergisinin Türkiye Dosyası


Fransa’da yayınlanan Orta Doğu politikası dergisi Moyen-Orient[1], Ocak 2018 tarihli 37. ve son sayısında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kapağında yer aldığı ve Türkiye’nin son yıllardaki otoriter dönüşümünün incelendiği “Turquie: Le Tournant Autoritaire” (Türkiye: Otoriter Dönemeç) başlıklı bir dosyaya yer verdi. Son derece kapsamlı hazırlanan dosyada birçok önemli makale yer aldı. Bu yazıda, bu dosyada yer alan makaleler ana hatlarıyla özetlenecektir.

Jean Marcou imzalı “Les multiples visages de l’AKP au pouvoir” (AKP’nin İktidardaki Farklı Yüzleri) başlıklı ilk makale, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 15 yıllık iktidar deneyiminin önemli bir Türkiye uzmanı olan Marcou tarafından değerlendirildiği bir çalışmadır. Marcou’ya göre, Mustafa Kemal Atatürk tarafından Batılılaştırılan Türkiye, son yıllarda kültürel açıdan adeta bir devrim sürecinden geçmekte ve Osmanlı mirası ile birlikte Müslüman kimliğini yeniden keşfetmektedir. Nitekim Ekim 2017’de geçen bir yasayla imamlara nikâh kıyma yetkisi verilen Türkiye’de, Soğuk Savaş döneminin aksine NATO ile ilişkiler bozulmuş, Avrupa Birliği (AB) üyelik başvurusunun geri çekilmesi gündeme getirilmiş ve savunma sanayiinde Rusya ve Çin gibi ülkelerle yakın ilişkiler kurulması düşüncesi sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır. Peki, Türkiye bu noktaya nasıl gelmiştir? Jean Marcou’ya göre, bu noktada karşımıza iki farklı hipotez çıkmaktadır. İslamcı-demokrat çevrelerin kullandıkları argüman, Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlara benzer şekilde, Türkiye’deki İslami çevrelerin AB uyum sürecinde ordunun müdahalelerini etkisiz kılarak, ülkede daha sivil ve toplumu iyi temsil eden bir yapıyı oturttukları şeklindedir. İkinci argüman ise, İslamcıların gizli bir ajandalarının olduğu ve Kemalist rejimi demokrasinin derinleşmesi sürecinde tasfiye ederek, zamanla Şeriat hukukuna dayalı İslami bir Cumhuriyet kurmaya çalıştıklarını vurgulamaktadır. Şu ana kadar bu iki senaryo da gerçekleşmemiş ve üçüncü bir senaryo yürürlüğe girmiştir; buna göre, Türkiye, Müslüman kimliğini belirginleştiren daha otoriter ve milliyetçi bir sisteme yönelmektedir. AKP iktidarını dönemlere ayırmak gerekirse; 2002-2007 dönemi, ilk ve iyimser senaryonun yürürlükte olduğu dönemdir. Bu dönemde, AKP, AB uyum sürecinde çok önemli reformlar yapmış ve ordu ile yaşanan krizleri de aşmayı başarmıştır. 2007-2011 arasındaki ikinci dönemde, AKP, laik Kemalist yerleşik yapı ile ciddi krizler yaşamaya başlamıştır. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlayan kriz dönemi, AKP’nin nihai zaferiyle sonuçlanmış ve laik sistemin etkisi büyük ölçüde kırılmıştır. Bu dönemde, Fethullah Gülen’e yakın savcıların başlattığı Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalarla Türk Ordusu ve laik kesimler ürkütülmüştür. 2011-2014 arasındaki üçüncü dönemde, ülkede kutuplaşma artmıştır. Özellikle 2013 yılındaki Gezi Parkı Olayları’nın şiddetle bastırılması ve Arap Baharı’nın çökmesi ile “Türk Modeli”nin etkisiz hale gelmesi, AKP’yi zor duruma sokmuştur. Rejimin Erdoğan bünyesinde kişiselleştirilmeye başlandığı bu dönemde, Türkiye, PKK, TAK, IŞİD gibi birçok terör örgütüyle de aktif mücadele etmeye başlamıştır. AKP’nin, yıllar içerisinde ifade özgürlüğü, Kürtlerle barış süreci ve Batılı ülkelerle ilişkiler gibi konularda geçirdiği dönüşüm de yazara göre oldukça ilginçtir. Zira parti, aslında yeni kurulduğu dönemde sistem tarafından dışlanan İslamcılar, Kürtler, Aleviler ve Ermeniler gibi azınlık gruplarının temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Ancak 2011 ve özellikle 2013 Gezi Parkı Olayları’ndan sonra AKP tamamen başka bir parti haline gelmiş ve otoriter yönelime yelken açmıştır. 17-25 Aralık sürecinden sonra AKP’yi iktidara taşıyan ana unsurlardan olan Gülen Cemaati ile de ilişkiler bozulmuş ve yoksulluk ve yolsuzluklarla mücadele için kurulan parti, üç Bakanının karıştığı rüşvet skandalı nedeniyle toplum nezdinde itibar kaybetmiştir. Bu dönemde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığının sona ermesi ile başa Recep Tayyip Erdoğan geçmiş ve Başbakanlık görevini de Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu üstlenmiştir. Ancak Davutoğlu’nun Suriye Krizi sürecinde yıpranması nedeniyle 2016’da Binali Yıldırım Başbakan yapılmış ve geçtiğimiz yıl içerisinde de Başkanlık sistemine geçilerek, sistemdeki tek önemli aktör Erdoğan haline getirilmiştir. Devlet gücünün Erdoğan’ın şahsiyetinde kurumsallaştırıldığı bu dönemde, rejim, Sultansı (Sultanique) bir karakter kazanmıştır. Erdoğan’a “Reis” lakabının takıldığı bu son dönemde, içerideki kutuplaşma dış politikaya da yansımış ve Türkiye’nin Batılı devletlerle olan ilişkileri sorunlu bir hüviyet kazanmıştır. 2016 yılındaki başarısız darbe girişimi ardından Gülen Cemaati mensuplarının devletten arındırıldığı bu dönemde, Erdoğan ve AKP’nin devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm’e meylettiği gözlemlenmektedir. Osmanlı’nın “hasta adam” söylemleri eşliğinde çöküşünü iyi hatırlayan Türkler, Erdoğan’ın liderliğinde 2023 (Cumhuriyet’in 100. yıldönümü), 2053 (İstanbul’un fethinin 600. yıldönümü) ve 2071 (Türklerin Anadolu’ya girişini sembolize eden Malazgirt Savaşı’nın 1000. yıldönümü) gibi vizyonlar belirleyerek aynı senaryonun yaşanmasına engel olmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu uğurda yapılanlar, Türkiye’nin demokratik kalitesini düşürmekte ve ABD başta olmak üzere diğer ülkelerle ilişkileri de sorunlu bir noktaya taşımaktadır.

Tancrède Josseran imzalı “Derrière Recep Tayyip Erdoğan: les confréries?” (Recep Tayyip Erdoğan’ın Arkasındaki Güç Tarikatlar Mı?) başlıklı ikinci makalede, AKP’nin güç kaynağının İslami cemaatler ve tarikatlar olduğu görüşü işlenmiştir. Josseran’a göre, “Hizmet Hareketi” olarak bilinen ve şimdilerde hedefe konan Gülen Cemaati, aslında 2013-2014 yıllarına kadar AKP’liler tarafından daima övülmüş, korunmuş ve onlara hizmet etmiş olan İslami bir örgütlenmedir. Medya, üniversite ve finans gücüyle birçok ülkede yüzlerce okul açan Gülen yapılanması, askeri-laik çevrelere karşı AKP’nin gücünü yansıtmış ve bu yapılar içerisine sızmayı başarmıştır. Ancak 2011’den itibaren Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen arasında bir güç paylaşımı savaşı yaşanmaya başlamıştır. Erdoğan, 2016 yılındaki başarısız darbe girişimi ardından Gülencileri sistemden tasfiye ederken, bu durum, AKP’nin diğer tarikat ve cemaatlerle de arası bozulmuş anlamına gelmemektedir. Nitekim Nakşibendi tarikatı, AKP’nin gücünü oluşturan asıl öğelerden biri olmaya devam etmektedir. Sufi İslam anlayışının bir türevi olan Nakşilik, 11. yüzyılda Orta Asya’da ortaya çıkmış ve özellikle Türkler arasında çok etkili olmuştur. Cumhuriyet’in ilanından sonra bir süre etkisini kaybeder gibi olsa da, Nakşilik ve Nurculuk başta olmak üzere, İslami cemaat ve tarikatlar Türkiye siyasetinde güçlerini daima korumuşlardır. Özellikle 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle İslamcı grupların yükselişi hızlanmıştır. Bu dönemde Sovyetler Birliği ve komünizme karşı İslam’ın bir panzehir olarak düşünülmesi de Türkiye’deki İslami Rönesans’ın ana nedenlerindendir. Bu yıllarda özellikle Mehmet Zahid Kotku (1897-1980) çok önemli bir kişi haline gelmiş ve Necmettin Erbakan, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan gibi siyasi liderleri kendisine bağlamıştır. 1980’ler, Türkiye’de tarikatların altın yıllarıdır… Nakşilik ve Hizmet Hareketi, bu dönemde darbe sürecinde ve Özal iktidarında hızla toplumsallaşmış ve finansal güce kavuşmaya başlamışlardır. Kürt İslam âlimi Said Nursi’nin (1878-1960) kurduğu Nurculuk, zamanla Fethullah Gülen’in Hizmet Hareketi’ne de kaynaklık etmiş olan çok önemli ikinci İslami tarikattır. Ancak 28 Şubat döneminde Gülen Türkiye’den kaçmaya zorlanmış ve 1999’dan beri ABD’de ikamet etmektedir. İslamcı tarikatlar arasında Süleymancılar, Kadiriler, Menzilciler gibi farklı gruplar da mevcuttur. Bu grupların neredeyse tamamı, 2000’lerin başında genç ve karizmatik İslamcı lider Recep Tayyip Erdoğan’ı desteklemiş ve onun siyasette önünü açmışlardır. İskenderpaşa Dergâhı başta olmak üzere, Türkiye’deki bütün İslamcı tarikat ve cemaatler, Erdoğan’ı Erbakan sonrasındaki liderleri olarak belirlemiş ve tüm gücü ve desteği ona sağlamışlardır. Bu dönemde özellikle daha ılımlı ve medyatik açıdan güçlü olan Gülen Cemaati Erdoğan’ın gözdesi haline gelmiş ve bu ikili (AKP ve Gülen Cemaati) birlikte laik devleti dönüştürmeye başlamışlardır. Ancak aslında Nakşibendilikten gelen Erdoğan ve Nurculuğun bir kolu olan Gülen Cemaati arasında ciddi bir ekol farklılığı vardır. Nakşilik gelenek düşüncesi temelinde büyür ve gelişirken, Nurculukta zaman kavramı ve zamanın ruhu düşüncesi ön plandadır. Ancak AKP’nin ilk yıllarında bu ekol farklılıkları ve iktidar kavgası önemli bir mesele olmamış ve iki yapı kol kola ilerlemiştir. Erenköy, İsmailağa, Süleymancılar ve Menzilciler gibi tarikatlar da AKP döneminde güçlenmiş ve örneğin Menzilciler, Taner Yıldız (Enerji Bakanı) ve Recep Akdağ (Sağlık Bakanı) gibi iki önemli Bakan çıkarmışlardır. Erdoğan, AKP iktidarı süresince bu tarikatlar arasında bir hakem rolü üstlenmiş ve hepsine hizmet etmeye çalışmıştır. Ancak Erdoğan’ın en fazla yatırım yaptığı Gülenciler, zamanla onu değiştirmek isteyince Erdoğan’la yolları ayrılmıştır. Şimdilerde, İslami tarikat ve cemaatler, Gülen Cemaati’ne karşı birleşmiş durumdadır. Ayrıca hepsi, Recep Tayyip Erdoğan’ın otoritesini sarsılmaz biçimde kabul etmiş durumdadırlar.

Tanınmış Türk sosyolog Ferhat Kentel’le yapılan röportajdan oluşan üçüncü bölümde, Kentel’in manşete çıkarılan görüşü Türkiye’de laikliğin kaybolduğu ama sekülerleşmenin devam ettiği şeklindedir. Röportaj, Jean Marcou ve Guillaume Fourmont tarafından 2017 Ekim ayında gerçekleştirilmiştir. Kentel’e göre, Cumhuriyet’in kurucuların getirdiği katı laiklik anlayışının iki sonucu olmuştur. Birincisi, İslamcı-muhafazakâr grupların çevreselleştirilmiş ve marjinalize edilmiş olmalarıdır. İkincisi, marjinalize edilen ve devlette yer verilmeyen İslamcı grupların sivil toplum kanalıyla ve “heterodoks İslam” konseptine uygun şekilde tarikat ve cemaatler üzerinden güçlenmek zorunda kalmalarıdır. İşte AKP, bu çevresel grupların sözcüsü olarak ortaya çıkmış bir partidir.  Kentel’e göre, “Türk İslam’ı” gibi bir kavramdan bahsetmek zor olsa da, Türkiye’deki çoğulcu İslami dini yapının birlikteliğinden oluşan daha renkli bir inanç bütününden söz etmek mümkündür. Zira Türkiye’de İslam’ın modern-laik, gelenekçi, köktenci, radikal-Selefi gibi birbirinden çok farklı ve hatta Alevilik gibi sıradışı yorumları bile yapılabilmektedir. Ayrıca son yıllarda Hıristiyanlıktaki Protestanlık çizgisine benzer şekilde, birey odaklı ve kapitalizm ve tüketim kültürüyle özdeşleşmiş yeni bir İslam anlayışı da Türkiye’de türemiştir. Ayrıca farklı cemaat ve tarikatlar da Türkiye’de daima etkili olmuştur. 1923’ten sonra bu gruplar yasal olarak yasaklansa da, yeraltında varlıklarını devam ettirmişlerdir. 1950’den itibarense bu gruplar istikrarlı bir şekilde güçlenmiştir. Türkiye’de resmi İslam’ı temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı adlı bir kurum olsa da, bu kurumun homojen bir İslam anlayışı yaratma çabaları ancak sınırlı ölçüde başarılı olmuştur. Zaten İslamcılar da, bu kurumu, büyük ölçüde, Kemalist devletin İslamcıları pasifize etmek için kullandığı bir enstrüman olarak algılamıştır. Kentel, röportajın sonunda manşete taşınan ilginç sözünü kullanmakta ve Türkiye’de laik sistem aşınsa bile, İslamcı grupların sekülerleşme sürecinin devam ettiğini iddia etmektedir. Zira ona göre, 1980’lerin İslamcı devrimcileri artık işadamı olmuşlar ve çocukları da kendilerinden çok farklı hayatlar sürmektedirler.

Fabrice Monnier imzalı “Le kémalisme, une parenthèse dans l’histoire turque?” (Kemalizm Türk Tarihindeki Bir Parantez Mi?) makalede, Mustafa Kemal Atatürk’ün dokunulmaz kişiliği devam etse de, Kemalizm ideolojisinin 2002’den beri artık Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi olmadığı vurgulanmıştır. Makalede, Atatürk’ün Milli Mücadele dönemi ve sonrasında yaptığı reform ve devrimler özetlenmiştir. Monnier, daha sonra şu noktaya dikkat çekmektedir: Türkiye’de laiklik uygulaması, dünya genelindeki gibi din ve devletin birbirinden ayrılmasından ziyade, dinin devlet tarafından kontrol edilmesi anlayışına dayalıdır. Ancak zamanla Atatürk’ün ideolojisi unutulmaya yüz tutmuş ve özellikle katı laiklik uygulamaları aşınmıştır. Bu sürecin nereye varacağı henüz tam anlamıyla belirlenemese de, toplumsal eğilimlerin 1920’lerde ve 1930’lardaki bir düzenle örtüşmediği de görülmektedir.

Sandrine Bertaux imzalı “Asile, immigration, naturalisation: entre préférence ethnique et politique discrétionnaire” (Etnik Tercih ve Siyasi Keyfiyet Arasında İltica, Göç, Yurttaşlığa Alma) başlıklı makalede, ilk olarak Türkiye’nin 3,5 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaptığı hatırlatılmış ve göç terminolojisindeki “misafir”, “muhacir” ve “sığınmacı” gibi kavramların farklılıklarına dikkat çekilmiştir. Türkiye’nin geçmişte de Balkanlar’dan yoğun göç almış ve göçmen nüfusa alışkın bir ülke olduğunu vurgulayan Bertaux, Körfez Savaşı ve Yugoslavya’nın parçalanması dönemlerinde de Türkiye’nin çok sayıda Kürt ve Boşnak göçmene kapılarını açtığını hatırlatmıştır. Türkiye’deki Suriyeli göçmenler konusunda AFAD’ın (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) yetkili olduğunu belirten yazar, Türkiye’nin bu zor dönemde AB açısından tampon işlevi gördüğüne de dikkat çekmektedir.

Nicolas Ressler-Fessy imzalı “La reprise en main économique du sud-est: un outil de reconquête des régions kurdes par l’AKP” (Güneydoğu’nun Ekonomik Onarımı: AKP’nin Bölgedeki Kürtleri Fethetme Aracı) adlı yazıda, Türkiye’nin son 10 yılda Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı ve PKK terörünün etkili olduğu Güneydoğu Anadolu bölgesine yaptığı 40 milyar avroluk yatırımlar incelenmekte ve bunun Türkiye’nin bölgeyi yeniden PKK etkisinden çıkararak fethetme stratejisinin bir aracı olduğunu vurgulanmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile de yakın ekonomik ilişkiler kurduğunu yazan Ressler-Fessy, bu süreçte ekonomik ilişkilerin derinleştiğini ve 2003’teki 11 milyon dolardan 2013’te 280 milyon dolar seviyesine gelindiğini belirtmektedir. Özellikle Gülen Cemaati’nin kurduğu TUSKON’un Kürt vilayetlerinde etkili olduğunu kaydeden yazar, çözüm sürecinin çökmesinin ardından 2015 yılında PKK ile Türk Devleti arasında yeni bir çatışma sürecinin başlamasıyla birlikte ekonominin olumsuz etkilendiğini vurgulamaktadır.

Stéphane de Tapia’nın yazdığı “Mégaprojets: développement économique, aménagement du territoire ou mégalomanie turque?” (Mega-Projeler: Ekonomik Gelişme, Peyzaj Düzenlemesi ya da Türk Megalomanisi?) adlı makalede, AKP’nin gücünü konsolide etmek ve propaganda olarak kullanmak için son yıllarda geliştirdiği mega-projeler analiz edilmiştir. Özellikle havacılık, otoyolları ve demiryolu anlamında AKP döneminde Türkiye’de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu projeler, AKP ve Gülen Cemaati’nin birlikte geliştirdikleri stratejinin bir ürünüdür ve İslamcı hareketlerin manevi özellikleri dışında ekonomik olarak da Türkiye’yi ileri götürdüklerinin bir ispatı olarak topluma sunulmaktadır. Bu projeler ve Türkiye’nin Afrika ve Orta Doğu ülkelerine yaptığı ekonomik ve siyasi açılımlardan en çok MÜSİAD ve TUSKON gibi İslami işadamlarının kurduğu gruplar fayda sağlamış ve bu sayede AKP’nin oy tabanı konsolide olmuştur.

Gilles Texier’nin kaleme aldığı “Repères Défense: La nouvelle émergence militaire turque: évolution et refonte des paradigmes” (Savunma Göstergeleri: Türk Ordusu’nun Yeniden Oluşumu: Evrim ve Paradigmaların Yeniden Kurulması) başlıklı makale, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin son yıllardaki dönüşümünü analiz etmektedir. Türkiye, 1952 yılında NATO’ya girmiş ve TSK da o zamandan beri bir NATO ordusu olagelmiştir. NATO üyeliği sayesinde TSK’da askeri modernleşme alanında kayda değer gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle havacılık alanında bu başarılar ortadadır. Ayrıca İncirlik Üssü’nde bulunan nükleer silahlar sayesinde nükleer güce sahip bir ülke durumuna da yükselmiştir. Ancak 1974 Kıbrıs krizinden sonra Türkiye ile NATO ilişkileri epey bozulmuştur. Türkiye, bu tarihten itibaren yerli savunma sanayiini geliştirmek için çok daha cesur adımlar atmaya başlamıştır. Kısa süre önce icra edilen Fırat Kalkanı Harekâtı, 15 Temmuz felaketine rağmen TSK’nın hala operasyonel bir ordu olduğunu göstermektedir. Ayrıca Türkiye, 2009’dan beri bir hava savunma sistemi almak için arayışta olmuş ve sonunda geçtiğimiz yıl Ruslardan S-400 sistemini satın alarak hava savunmasını güçlendirmiştir. TSK, 355.800 aktif personeli, 2.500 zırhlı aracı, 333 savaş uçağı, 44 savaş helikopteri, 13 denizaltısı ve 18 firkateyni ile hala güçlü bir ordu durumundadır. Türkiye’nin askeri harcamaları ise, Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa kadar olmasa da, İtalua ve İspanya’nın ardında ve Polonya ile eşit düzeydedir.

Jean-Baptiste Le Moulec imzalı ve “La Turquie est-elle encore une puissance régionale?” (Türkiye Hala Bölgesel Bir Güç Mü?) başlıklı yazıda, Arap Baharı ve Suriye Krizi ardından Türkiye’nin hala bölgesel bir güç olarak kalıp kalamadığı sorgulanmaktadır. Profesör Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” konsepti doğrultusunda, Türkiye, 2003’ten beri aktif şekilde dış politikasını bölgesel bir güç olma yönünde revize etmiştir.  Bu bağlamda, Ankara, “komşularla sıfır sorun” vizyonunu uygulamaya sokmuş ve Türkiye’nin işadamları aracılığıyla yaptığı yatırımlar ve Osmanlı döneminden kalma kültürel mirasının diplomaside kullanılması gibi tekniklerle bölgesel bir güç olmaya çalışmış, bu yolda da 2003-2011 döneminde hızla yol kat etmiştir. Bu bağlamda Türkiye’de ORSAM ve SETA gibi düşünce kuruluşları kurulmuş ve Davutoğlu’nun rehberliğinde Türkiye iddialı bir projeye soyunmuştur. Ancak Tunus’ta büyük umutlarla başlayan Arap Baharı, Türkiye’nin bölgesel güç olma vizyonunu zamanla olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu dönemde Müslümanlardan oluşan bir demokrasi ve piyasa ekonomisi şeklinde özetlenebilecek olan “Türk Modeli”nin etkisi sınırlanmış, dahası Ankara, Libya gibi ülkelerde ekonomik kayıplara uğramıştır. Bu döneme kadar yakın ilişkiler kurulan Suriye ile ilişkilerin bozulması da Türkiye’yi ekonomik açıdan olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye, Katar gibi ülkelerle yakın siyasi ve ekonomik ilişkilerini başarıyla sürdürse de, 2011’de çok iyi durumda olduğu bölgesel güç perspektifinden hayli uzaklaşmış gözükmektedir. Bunun Yeni Osmanlıcılığın sonu olabileceğini yazan Le Moulec, yeni süreçte Realpolitik yaklaşımın yeniden önem kazanabileceğinin altını çizmektedir.

Çağla Aykaç imzalı “Repères Société: Les femmes en résistance face à l’état d’urgence” (Toplumsal Göstergeler: Kadınlar Olağanüstü Hale Karşı) makalesi, dosyadaki son makaledir. Bu makalede, yazar, Türkiye’de kadınların 2016 yılındaki başarısız darbe girişimi ardından ilan edilen olağanüstü hal rejimi altında yaşadıklarını konu edinmektedir. Darbe girişimi nedeniyle 25.000 kadın devlet işlerinden uzaklaştırılırken, Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi-HDP’nin 5 kadın milletvekili ve birçok kadın gazetecinin de bu süreçte hapse atıldığına dikkat çekmektedir. Savaş karşıtı kadın gruplarının Türkiye’de büyük baskı altına alındıklarını iddia eden Aykaç, ayrıca Türkiye’deki ataerkil kültürün gücüne de yazısında işaret etmektedir.

Bu yazıda Fransız Moyen-Orient dergisinin 37. sayısının neredeyse tamamını kaplayan Türkiye dosyasında yer alan makaleler Türk okurlar için ana hatlarıyla özetlenmiştir. Makalelerin genel bir yorumunun yapılması gerekirse, Türkiye’ye yönelik eleştirel bir duruşun olduğu, ancak ülkemizin önemi ve gücünün de farkında olunduğu söylenebilir. Ayrıca demokrasi ve insan hakları konularında eleştirel yaklaşımlara karşın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi becerisine yönelik vurgular da dikkate değerdir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; http://www.areion24.news/produit/moyen-orient-36-2/.

29 Ocak 2018 Pazartesi

Fransa Gözlemleri (2018 Ocak)


Geçtiğimiz hafta 7 gün süreyle Fransa’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu ülkede yaşayan arkadaşlarımın tavsiye ve yardımları sayesinde, tur şirketlerinin paket program kapsamında götürdüğü ve sadece turistik yerleri kapsayan bir ziyaretin ötesinde, Fransa’daki sosyal hayatın tüm gerçekliğini gözlemleyebildiğim faydalı bir ziyaret yapmayı başardım. Nitekim arabayla Fransa’nın farklı şehirlerine yaptığım ziyaretlerde birçok ilginç gözlem yapabildim. Bu yazıda, Fransa gözlemlerimi okurlarımıza aktaracağım.

Eyfel Kulesi, Paris’in sembolü ve en etkileyici noktası

Fransa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olan ve dünyanın en büyük 5. ekonomisi olmak için Birleşik Krallık ile çekişen son derece güçlü bir ülke. Aynı zamanda Almanya ile birlikte Avrupa Birliği’nin de lider ülkesi kabul edilen Fransa, buna rağmen, kolonyalizmin diyet borcunu öder şekilde, yıllardır Arap ve Afrika ülkelerinden yoğun göçe sahne olan ve bu nedenle sosyal düzeni ve siyasal istikrarı son dönemde azalan bir ülke durumunda. Nitekim 2015 yılındaki Charlie Hebdo dergisine yapılan terörist saldırı sonrasında bu ülkeye yönelik birçok terör eylemi gerçekleştirilmiş[1] ve François Hollande’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ülkede olağanüstü hal ilan edilmek zorunda kalmıştı. Ancak geçtiğimiz yıl Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanı seçilmesi ardından Fransa’da sular şimdilik biraz olsun durulmuş ve tehlike seviyesi atlatılmış gibi gözüküyor. Fransızlar, genç ve karizmatik Cumhurbaşkanları hakkında umutlu konuşuyorlar; genç ve etkileyici bir lidere sahip olmak, “Mösyö Normal” olarak adlandırılan karizmasız François Hollande’ın Cumhurbaşkanlığından sonra Fransızları olumlu yönde etkilemiş gibi gözüküyor. Ancak liberal çizgideki Macron’un reformları her kesimi memnun etmiyor. Sağ ve sol siyaset arasında denge tutturmaya çalışan Cumhurbaşkanı, sevimli ve çalışkan bir kişi olarak şimdiye kadar hep geçer not aldı ve popülaritesini korudu.[2] Ancak Macron’un bir kalemde vergileri kısarken başka alanlarda vergileri uygulamaya sokması, bazı Fransızları memnun etmiyor; zira sosyal haklar açısından yüksek standartları olan bir devlet olan Fransa’da, çalışan kesimler kazanımlarını kaybetmekten çok korkuyorlar. Bu nedenle, sağ ve sol siyasette popülizm (Jean-Luc Mélenchon ve Marine Le Pen örnekleri) kolaylıkla Fransız seçmenleri cezbedebiliyor. Yine de, Cumhurbaşkanı Macron’un şu ana kadar iyi iş yaptığını söylemek mümkün; çünkü Fransa matem havasından çıkmış ve herşey normale dönmüş durumda. Nitekim Paris’e turistler akın etmeye devam ediyorlar. Eyfel Kulesi, Şanzelize (Champs-Elysees), Louvre Müzesi, Notre Dame Katedrali ve Sacre-Coeur gibi yerlerde turistler o kadar yoğun ki, insan yürümekte bile zorlanabiliyor. Ayrıca Macron döneminde ekonomide de iyiye doğru bir gidiş var. En önemlisi, olağanüstü halin sona ermesi ve terör olaylarının durması ile Fransızların morali ve özgüveni artmış durumda. Hatta dış politikada da, Macron, Çin ziyaretiyle yeni bir atağa kalkmış gibi gözüküyor. AB liderliği konusunda bile, Macron, yeni dönemde bayrağı Alman lider Angela Merkel'den devralabilir.

Sacre-Coeur önünde

Öte yandan, Fransa, vatandaşlık anlamında da etnik çeşitliliği son yıllarda çok artmış bir ülke. Arap ve Afrika kökenli Fransızların yanında, son yıllarda Asya ülkelerinden de yoğun şekilde Fransız vatandaşlığı alan kişiler var. Paris, Marsilya ve Lyon gibi büyük şehirlerde, sokaklar, klasik bir Fransız şehrinden daha çok bir dünya şehrini andırıyor. Hatta küçük şehirlerde bile yabancı ülkelerden gelip Fransız vatandaşlığına geçen kişileri görmek mümkün. Bu durum, haliyle ekonomik açıdan dezavantaj yaşayan kesimlerde aşırı milliyetçi tepkilere de yol açabiliyor; ancak ülkede genel tablo iyiye gidiyor gibi bir hava var. Türk ve Kürt kökenli Türkiye vatandaşı çok sayıda insanımız da Fransa’da yaşamaya devam ediyorlar; özellikle restoran-market işletmeciliği ve hizmet sektöründe çalışan binlerce Türk ve Kürt vatandaşımız Fransa’da mevcut. Vatandaşlarımızın bir bölümü Fransa’ya çok iyi entegre olmuşken, daha büyük çoğunluğu ise -benliklerini kaybetme korkusuyla olsa gerek- Türkiye’deki ortalamadan bile daha milliyetçi ve muhafazakar bir hayat sürüyor.

 
Moyen-Orient dergisi kapağında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Fransa, son yıllarda Türkiye’ye karşı biraz eleştirel yaklaşan bir ülke. Özellikle laiklik, insan hakları ve demokratik rejim konusunda Paris’in Ankara’ya karşı çekinceleri mevcut. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Macron, muhatabı Recep Tayyip Erdoğan’a AB üyeliği konusunda geçtiğimiz hafta pek de ümitvar mesajlar vermemişti. Lakin Türkiye’deki otoriter rejim eleştirilmesine karşın, Türkiye’ye yönelik ilgi ve alaka da azalmış değil. Nitekim Moyen-Orient dergisinin bu ay yayımlanan son sayısının kapağında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı görmek mümkün. Makalenin konusu Türkiye’nin otoriter dönüşümü olsa da, Sultan Erdoğan’ın Fransızların zihninde yer etmeyi başardığı kesin. Ayrıca Fransa’nın Türkiye’ye yönelik eleştirilerinde şunu da hesaba katmak gerekir ki; hızla büyüyen ekonomisi, genç nüfusu ve muazzam potansiyeliyle, Türkiye, yakın bir gelecekte Fransa’yı geçme şansı olan bir devlet durumunda. İki ülkenin işadamları da Afrika başta olmak üzere bazı yerlerde zaman zaman birbirleriyle rekabet edebiliyorlar. Gönül ister ki, Fransa ve Türkiye devletleri, rekabetten çok işbirliği temasını öne çıkarsınlar ve iki NATO ve Avrupa Konseyi üyesi olarak dayanışma içerisinde hareket etsinler. Fransa'da Türk sanatçılardan en bilinen kişi ise Tarkan. Ayrıca Kürt kimliğinin de etkisiyle aktör ve yönetmen Yılmaz Güney’i bilenler de hala var.

Notre Dame Katedrali’nde eşimle birlikte

Fransa denilince akla kuşkusuz hemen Paris ve Eyfel Kulesi geliyor. Gerçekten de, Paris, çok romantik ve etkileyici bir şehir. Şehrin romantik atmosferi insanları hemen etkiliyor. Ancak şehrin turistik bölgelerinden uzaklaştıkça, gerçek hayatın zorlukları karşınıza çıkabiliyor. Nitekim sokaklar İstanbul’u andırır şekilde biraz pis, metroda çok fakir, kötü kokan ve pejmürde giyimli insanlarla karşılaşmak mümkün. Hatta bazı sokaklarda yanınızdan fareler bile geçebiliyor… Eyfel Kulesi’nden bakınca ise Paris’in ne kadar yeşil (doğa) yoksunu bir kent olduğunu net olarak görebiliyorsunuz. Zira Paris’in her yeri -etkileyici de olsalar- yüksek binalarla kaplanmış durumda. Ancak Fransa kırsalı için bu geçerli değil; Annecy, Besançon ve Ornans gibi yerlerde doğayla iç içe çok farklı ve yeşil bir Fransa’yı bulabiliyorsunuz. Buralarda yaşamak, ekonomik açıdan da kuşkusuz daha kolay. Ancak Paris’in havası da açıkçası hiçbir yerde yok… Sosyalist ve ilk kadın Belediye Başkanı olan İspanyol asıllı Anne Hidalgo’nun Paris’i daha da iyi bir noktaya taşıması şart; zira ancak bu şekilde partisinin (PS-Parti Socialiste) siyasetteki iddiasını devam ettirebilir. Nitekim Paris’in 2024 Olimpiyatları’nı düzenlemeye hak kazanması[3], Hidalgo dönemi için çok iyi bir başlangıç oldu. Eğer PS (Fransız Sosyalist Partisi), Hidalgo liderliğinde ve Paris merkezli olarak toparlanamazsa, Melenchon’un aşırı sol ve Cumhurbaşkanı Macron’un liberal (LREM) partileri bu partinin oylarını zamanla tamamen eritmeyi başarabilirler. Sağ ise Fransa’da daima güçlü ve iddialı. Cumhuriyetçiler’in (LR) başına yeni geçen Laurent Wauquiez ve aşırı sağ Ulusal Cephe’yi (FN) etkili bir siyasal hareket haline getiren Marine Le Pen, sağın en önemli aktörleri. Ancak başrolde şu an için Cumhurbaşkanı Macron var ve yalnızca Fransa’da değil, dünyada da etkili bir lider olarak dikkat çekmeyi başarıyor. Bu yönüyle, Macron, ABD’nin önceki Başkanı Barack Obama’yı hatırlatıyor ve Charles de Gaulle’den beri en çok tanınan Fransa Cumhurbaşkanı olmayı başarıyor.

Arc de Triomphe

Ayrıca ziyaretim süresince Fransa’da yoğun yağmur nedeniyle nehirlerin taşması da haberlere yansıyan önemli bir gündem maddesiydi. Paris’te de, Besançon’da da, Ornans’da da tehlikeli seviyelerde su yükselmeleri yaşansa da, ülkede altyapı oturduğu için bir felaket yaşanması rahatlıkla önlenebiliyor. Ancak yoğun yağmur ve sis, turistlere zaman zaman zor anlar yaşatabiliyor. Nitekim Eyfel Kulesi’nin en tepesine sis nedeniyle çıkamadık ve yoğun yağış etkisiyle Besançon’da ve Paris’te trafik kazalarına (hem de Lady Diana’nın öldüğü kavşağın hemen yanında) şahit olduk. Ayrıca soğuklar nedeniyle üşütmeniz ve hasta olmanız da mümkün; bu nedenle, bence bahar ve yaz aylarında Fransa’yı ziyaret daha iyi bir seçenek olabilir.

Ornans’ta

Fransa, lüks turizm konusunda da iddialı bir ülke. Örneğin, Mont Blanc dağı (Le Mont Blanc), yalnızca Fransız zenginleri değil, dünya jet sosyetesini de zaman zaman ağırlayan çok etkileyici bir kayak turizmi merkezi. Burada lüks oteller, tehlikeli pistler ve çok yükseğe (neredeyse 4.000 metre) kadar çıkan teleferik sistemleri var. Paris’teki Champs-Elysees Caddesi de gerçekten alışveriş meraklıları için “cennet” olarak nitelendirilebilecek bir yer. Paris, diğer şehirlere kıyasla epey daha pahalı. Bu nedenle, devlet parası harcamayan ve aşırı zengin olmayanların iyi bir tatil programı yapmaları ve doğru yerleri seçmeleri gerekiyor. Paris başta olmak üzere birçok yerde artık İngilizce konuşan Fransızları görmek de mümkün. Fransızların dil konusunda eskisi kadar katı bir duruşu yok; ama yine de Fransızca bilmek ve hatalarla da olsa Fransızca konuşabilmek burada büyük bir avantaj. Turistlere yaklaşım ise, tüm dünyada olduğu gibi daha çok ticari menfaat temelinde. Yine de adres sormanız durumunda insanlar yardımcı olmaya çalışıyorlar. Turistik bölgelerde çok sayıda polis ve güvenlik görevlisi görmek de mümkün. Birçok kişi bu durumun faydalı olduğunu, zira aksi takdirde terör risklerinin artabileceğini söylüyor. Ayrıca polisiye tedbirlerle Champs-Elysees gibi turistik yerlerdeki illegal aktiviteler de (fuhuş, uyuşturucu vs.) son yıllarda engellenmiş durumda.  

Le Mont Blanc

Siyasetten çok turizm odaklı bir yazı olsa da, bu gözlemlerimin siyaseten de önemli olduğunu düşünüyorum. Bir ülkenin iç ve dış politikasını anlayabilmek için, o ülkede yaşamak ve o toplumun ruhunu ve dilini iyi bilmek gerekir. Türkiye’nin askeri operasyonlar ve ekonomik sorunlarla zor günler geçirdiği bir dönemde, ben de kendi alanım olan akademisyenlikte elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bunun için de daha fazla bilgi ve gözlem yapmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu nedenle, Türk halkının, milyon dolar gelir ya da rüşvet tarifesi olmayan bizim gibi halktan insanların başarı ve mutluluklarıyla mutluluk duyacağına inanıyoruz. Ayrıca tüm vatandaşlarımızın Fransa’yı ve Paris’i gezmelerini ve bunu yapabilecek ekonomik duruma gelmelerini diliyoruz. Son olarak, Fransa’da insanlara (vatandaşlara) sunulan hizmet ve değerin Türkiye’nin kat kat üzerinde olduğunu belirtmek de bir Türk vatanseveri olarak görevimdir diye düşünüyorum. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




18 Ocak 2018 Perşembe

L’Election Présidentielle de la Turquie en 2019


Même s’il y a encore presque deux années pour l’élection présidentielle de la Turquie qui sera organisée le 3 novembre 2019, il y a des évènements politiques assez importants et des activités et des stratégies nouvelles adoptées par les acteurs politiques turcs. On doit rappeler que cette élection présidentielle sera un procès original car l’élection parlementaire et présidentielle vont être réalisés ensemble pour la première fois dans l’histoire turque. Dans ce texte, je vais analyser les scénarios différents et évaluer les chances des candidats pour l’élection présidentielle de la Turquie en 2019.

Monsieur Recep Tayyip Erdoğan est au sommet et tout seul

Après le coup d’état manqué de 15 juillet 2016, la Turquie est toujours en état d’urgence. A cause de coup d’état manqué qui a été organisé par la communauté islamique de Fethullah Gülen selon les journaux turcs, Monsieur Erdoğan a commencé à écraser l’opposition et il a créé une bureaucratie plus fidèle à son autorité. Non seulement les membres et les sympathisants de Gülen, mais la gauche, les libérales et les kurdes ont aussi aliénées de l’Etat turc. Monsieur Erdoğan a ainsi réussi de remporter le référendum (avec 51.4 % des suffrages) pour transformer le système politique de la Turquie en système présidentielle l’année dernière.[1] Maintenant, le système politique de la Turquie ressemble celui de la Russie et Monsieur Erdoğan veut devenir Vladimir Poutine de la Turquie avec des pouvoirs exécutives, législatives et aussi juridictionnelles. Pendant ce temps répressif, Erdoğan a aussi réussi d’agrandir l’économie turque avec un rythme 5 % en moyenne (11 % dans le dernier quart[2]), une performance miraculeuse même si la vie quotidienne des gens en Turquie est devenue plus difficile en raison des taux élevés de l’inflation ainsi que la croissance économique a seulement enrichi les hommes d’affaires particulièrement dans le secteur de la construction. En plus, les limitations contre la liberté d’expression et les méthodes machiavélienne de Monsieur Erdoğan de terrifier et terroriser les voix d’opposition ont provoqué une fuite des cerveaux et aussi une fuite de capitale dans les mois derniers. En outre, une autorité sans contrôle, causé par l’absence d’une armée forte et prestigieuse comme le garant de sécularisme et d’une société civile puissante qui est capable à résister à l’Etat, pourrait se transformer facilement en un système de la dictature dans le futur. Alors, on doit aussi évaluer les risques politiques et des données économiques conjointement. 

Devlet Bahçeli

Dans ce contexte, Monsieur Erdoğan a toujours 46 % appui pour renouveler son mandat présidentiel en 2019. Comme il sait que 46 % d’appui est encore risqué, Monsieur Erdoğan est en train de faire une coalition électorale avec le chef de Parti d’Action Nationaliste (le MHP), Monsieur Devlet Bahçeli. Monsieur Bahçeli a déjà déclaré qu’il va supporter Monsieur Erdoğan en 2019 pour l’élection présidentielle.[3] Monsieur Bahçeli, en échange, veut Monsieur Erdoğan et son parti l’AKP (Parti de la Justice et de Développement) lui aident pour traverser le seuil électoral de 10 %. Cette circonstance peut être réalisée dans deux diffèrent méthodes; a-) une portion des électeurs de l’AKP vont voter pour le MHP dans le jour d’élection, ou b-) il y aura une liste associée entre le MHP et l’AKP. Monsieur Bahçeli sait que son parti et son leadership est faible après la fondation de Bon Parti (İyi Parti) par les autres leaders de son parti et de son idéologie (Meral Akşener, Ümit Özdağ, Koray Aydın)[4] et alors il veut faire ce pacte électoral qui va garantir environ 40-50 députés pour son parti et assurer sa place comme le chef des nationalistes. Comme la première méthode est trop dangereuse pour le MHP, Monsieur Bahçeli va essayer de convaincre Monsieur Erdoğan de réserver 40-50 sièges pour ses députés. On peut dire que ce pacte électoral sera nommé comme « la présidence en échange de 50 députés » dans l’historique politique de la Turquie.

Kemal Kılıçdaroğlu et Muharrem İnce

İlhan Kesici

Ümit Kocasakal

Le plus grand parti de l’opposition en Turquie, le CHP (Parti Républicain du Peuple) n’a pas pu faire un progrès pendant ce période. Le chef de parti, Monsieur Kemal Kılıçdaroğlu est comme un politique de l’Europe qui n’a pas beaucoup de chance contre le populisme d’Erdoğan. Monsieur Kılıçdaroğlu a essayé des tactiques différents jusqu’aujourd’hui mais les voix de son parti est encore au niveau de 22-25 %. Monsieur Kılıçdaroğlu est venant d’origine Kurde-Zaza, il est un Alévi et son famille a des membres Arméniens. Alors, dans un pays conservative and Sunnite, malheureusement ce sont des identités problématiques spécialement pendant les temps de crises. Cependant, Monsieur Kılıçdaroğlu est un homme équitable et réaliste et il peut supporter un autre candidat pour l’élection présidentielle. Les autres candidats dans le CHP qu’on peut nommer sont Muharrem İnce, İlhan Kesici et Ümit Kocasakal. Ümit Kocasakal est un juriste kémaliste, séculaire et nationaliste. Il sait qu’il a peu de chances pour devenir le candidat de son parti maintenant et je pense qu’il veut être plus visible dans l’arène politique turque pour le futur. Monsieur Muharrem İnce est encore populaire en Turquie avec ses discours ambitieux, mais il n’a pas de support comme il en avait avant quelques années. Muharrem İnce est un orateur excellent[5] et un politicien courageux. Il peut contribuer à augmenter les voix de son parti dans l’élection présidentielle. Ces deux candidats viennent de la tradition kémaliste et ils sont en faveur d’un sécularisme rigide qui pourrait être problématique pour accéder aux segments conservatives de la société turque. Monsieur İlhan Kesici d’autre part vient de la tradition politique de Süleyman Demirel (centre-droit) et il peut prendre l’appui des électeurs de droit aussi. D’autre part, İlhan Kesici n’est pas très connu par les jeunes et de plus les électeurs de CHP en noyau peuvent affronter sa candidature comme il a une histoire de droite. Le président de SONAR, une corporation de sondages connue et respectée en Turquie, Monsieur Hakan Bayrakçı revendique que Monsieur Kesici peut gagner l’élection contre Monsieur Erdoğan au deuxième tour avec 53 % des voix.[6] Je pense que c’est une prédiction trop optimiste et Monsieur Kesici a aussi peu de chance contre Monsieur Erdoğan.

Meral Akşener

Une autre alternative est Meral Akşener et son nouveau parti de centre-droit Le Bon Parti. Madame Akşener est courageuse et cultivée et elle est déjà prête à diriger la Turquie. Mais le problème est que les électeurs islamo-conservateurs en Turquie n’aiment pas beaucoup changer leur parti sauf des temps de crises. C’est vrai qu’il y a une crise politique en Turquie mais Monsieur Erdoğan apparait encore puissant et sûr de soi-même; alors Madame Akşener a seulement 18 % support pour sa candidature présidentielle (et 14 % pour son parti) selon les sondages pour maintenant. Probablement, Madame Akşener va finir le premier tour troisièmement après Monsieur Erdoğan et le candidat de CHP.

Le sondage de SONAR pour l’élection présidentielle en 2019

Le sondage de SONAR pour l’élection parlementaire en 2019

Le parti pro-kurde, le HDP (Parti démocratique des peuples) a aussi beaucoup de problèmes après l’arrestation de leur leader Monsieur Selahattin Demirtaş et la faillite de l’independence kurde en Iraq. Cependant le parti a encore 9-11 % support et il domine les villes de sud-est de la Turquie ou les kurdes ont une majorité démographique. Je pense que le HDP n’a pas la chance de devenir un parti à l’échelle nationale, mais il peut prendre en charge un rôle important pour déterminer le vainqueur de l’élection présidentielle au deuxième tour. Jusqu’à maintenant, les électeurs kurdes ont toujours choisi de supporter les islamistes contre les kémalistes en raison de leur opposition historique au projet de l’Etat-nation turc. Mais maintenant comme les islamistes sont devenus plus nationalistes (ethnique nationalistes) et Monsieur Erdoğan a fait un pacte électorale avec le MHP, les kurdes peuvent voter pour l’opposition (le candidat de CHP) en savant que le nationalisme kémaliste est un nationalisme plus civile comparée au panturquisme.

Abdullah Gül

Un autre scenario est la candidature de Monsieur Abdullah Gül, le Président de la République précédent de la Turquie. Venant d’un background islamiste, Monsieur Gül a démontré plusieurs fois qu’il est démocrate avant d’être un islamiste. Il est encore populaire et trop connu en Turquie et les sécularistes ne lui détestent pas comme ils détestent Erdoğan. Il a des qualités intellectuels et des connections internationales mais il est trop pondéré dans la vie politique; mais il ne prend jamais des risques. Alors je pense qu’il ne va pas être en candidat contre Monsieur Erdoğan et son parti l’AKP. Il me semble aussi difficile pour le bloc d’opposition (le CHP, le HDP, le Bon Parti) de choisir Monsieur Gül comme leur candidat commun. Une candidature indépendante comme dans le cas de Président de la République française Monsieur Emmanuel Macron peut être expérimentée, mais le system politique de la Turquie est un system basé sur les partis politiques et Monsieur Gül peut avoir peu de chance dans le premier tour dans ce cas. Mais s’il peut réussir à accéder au deuxième tour, je pense que Monsieur Gül va gagner contre Erdoğan.

Finalement, je pense que Monsieur Erdoğan est toujours le grand favori de cette élection. Monsieur Abdullah Gül et Monsieur İlhan Kesici (Monsieur Gül surtout) me semblent deux candidats qui pourrait avoir plus de chance contre Monsieur Erdoğan. On doit finalement dire que Monsieur Erdoğan est considéré comme un héros pour les islamistes en Turquie; car c’était Monsieur Erdoğan qui a levé les interdictions contre l’Islam politique et les costumes islamiques.

Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] http://politikaakademisi.org/2017/04/21/le-systeme-presidentiel-en-turquie/.
[2] https://www.evrensel.net/haber/340287/turkiye-3-ceyrekte-yuzde-11-1-buyudu-bu-buyume-nasil-oldu.
[3] http://www.dw.com/tr/bahçeli-2019da-erdoğanı-destekleyeceğiz/a-42061703.
[4] http://politikaakademisi.org/2017/10/28/le-bon-parti-est-etabli/.
[5] https://www.youtube.com/watch?v=Lbm8CrR6ocs.
[6] http://www.internethaber.com/sonardan-2019-secim-anketi-sonuclari-yok-artik-dedirtti-foto-galerisi-1797773.htm.

16 Ocak 2018 Salı

Early Comments for Turkey’s 2019 Presidential Election

Turkey will have its first joint parliamentary and Presidential election on November 3, 2019 following the local election on March 24, 2019. Although it is still too early to comment on these elections, I am going to summarize recent political developments in Turkey and discuss future scenarios and prospects of possible candidates for the 2019 Presidential election for our international readers.

Recep Tayyip Erdoğan

Turkey is still under the state of emergency and ruled by the President of the Republic Mr. Recep Tayyip Erdoğan and his party (JDP-Justice and Development Party) following the failed coup attempt of July 15, 2016 . Erdoğan, thanks to the failed coup attempt, not only was able to purge Fethullah Gülen loyalists from public offices, but also intimidate the opposition in the post-coup period. In addition, with the last year’s referendum, Mr. Erdoğan was also able to change the political system of Turkey and transformed Turkey’s parliamentary system (with some excessive powers allocated for the President of the Republic compared to classical Westminster model) into a strong Presidentialism similar to Russia and Central Asian Turkic states. Although Erdoğan had a last-ditch victory (only 51.4 %) in the referendum, the new system obviously favors populist right-wing parties and makes Mr. Erdoğan the grand favorite for the next Presidentail election. Despite the fact that Turkey’s authoritarian transformation do not please Turkey’s intellectuals and Western observers, Mr. Erdoğan made a quite good job in terms of macroeconomic indicators during this troublesome period. However, Turkey’s amazing growth rate (11 % in the last quarter as the fastest growing economy in the world) is thought to be a direct consequence of the developed construction sector and do not positively affect ordinary people’s life standards. Moreover, the lack of intellectual and artistic freedoms and the atmosphere of fear spread by the government make many people unhappy and desperate for the future. Thousands of people having intellectual and capital accumulation decided to leave Turkey in the last few years with growing fears of seeing their country transformed into an Islamist dictatorship in the near future. Turkey’s education system was Islamized and a new pious Muslim generation was raised with less Western and secular values. Moreover, due to the lack of a vibrant civil society and critical media institutions, in addition to a passivated army (TAF-Turkish Armed Forces) that was once the guardian of secularism and indivisible integrity, Turkey’s future does not give too much hopes to liberal intelligentsia.

Devlet Bahçeli

In this context, President Erdoğan seems to be strongest political actor in Turkey, similar to Vladimir Putin of Russia, who dominates the political scene and legitimizes himself as the only one that could provide unity and bring stability to the country. Since 2002, Mr. Erdoğan was very lucky and competent in winning elections and he was never beaten until today. However, Erdoğan won these elections by using populist and Islamist political arguments such as restrictive secular practices against veiled women (headscarf ban implemented in universities and public offices until recent years) or pious Muslim people (including TAF and main opposition party pro-secular RPP’s -Republican People’s Party- efforts to prevent Mr. Abdullah Gül’s election as the President of the Republic in 2007), Israeli policies in Palestine, coup plots organized by secular groups (2003, 2004 and 2007) or by other Islamic groups such as FETO (15 July 2016), American plans of hegemony in the Middle East and European Union and European countries’ double standard-based approaches to Turkey. Nowadays, in terms of domestic policy, Mr. Erdoğan finds himself in a difficult position to produce pretexts or find populist arguments since he is the only authority left in the country. However, Mr. Erdoğan can still find and exploit political arguments in relation foreign policy such as American President Donald Trump’s recent approval of Jerusalem as the capital of Israel or American support provided to PYD-YPG forces in Syria in order to motivate right-wing and sentimental Turkish voters. Mr. Erdoğan was once labelled as the most liberal politician of Turkey due to his efforts to solve Kurdish Question by starting a dialogue process with PKK and its imprisoned leader Abdullah Öcalan. But now, Erdoğan is playing the nationalism card and completely ignores Kurdish voters. Thanks to the support provided by Nationalist Action Party (NAP) leader Mr. Devlet Bahçeli, Mr. Erdoğan is confident of his victory. Mr. Bahçeli recently declared that his party will support Mr. Erdoğan in the 2019 election.[1] In return, Mr. Bahçeli expects some of the JDP voters to vote for his party on the same day in parliamentary elections since his party is now under the 10 % threshold according to surveys.[2] However, if NAP stays below the electoral threshold, this electoral coalition between Islamists and Turkish nationalists might end up soon. In fact, Mr. Erdoğan needs NAP and Bahçeli only for 2019 elections; after the election he will have plenty of time to design a new strategy for the next Presidential election. So, NAP could become the biggest loser of this electoral process if Erdoğan is elected, but NAP stays out of the parliament. Another formula for this coalition is to prepare a joint candidate list for 2019 parliamentary election and reserve 40-50 guaranteed seats for NAP in return to Erdoğan's Presidential candidacy, which seems a more attractive formula for NAP leadership. Mr. Erdoğan still has 46 % personal support according to polls and he could easily win the Presidential election with a successful political campaign and NAP support. But if Erdoğan is not elected in the first round, anything could happen in the second round.

SONAR’s most recent poll for 2019 Presidential election

The opposition on the other hand constantly loses blood due to lack of unity and skilled leadership. Mr. Kemal Kılıçdaroğlu, the leader of RPP, is a peaceful left-wing politician, similar to European social democratic leaders, who does not have high chance in beating Mr. Erdoğan in a conservative country like Turkey. Kılıçdaroğlu is from Alevi (Alawite) minority, has Kurdish, Zaza and Armenian background and lacks the quality of charismatic leader in Turkish context. Knowing Turkey’s sociological realities and acting responsibly, Mr. Kılıçdaroğlu does not declare himself automatically as a candidate for the forthcoming Presidential election. He can still become a candidate if polls prove that he has higher chances compared to alternatives. Other Presidential candidates from RPP are İlhan Kesici, Muharrem İnce and Ümit Kocasakal.

Kılıçdaroğlu and Muharrem İnce

İlhan Kesici


Ümit Kocasakal

Muharrem İnce is a charismatic figure who made very impressive and somehow provocative parliamentary speeches against Erdoğan and his party in the recent past[3], but his harsh secularism inclination might prevent him to appeal to right-wing voters. Moreover, Kurdish voters also might not prefer him due to his nationalism. However, Mr. İnce can still take the support of various secular groups with his appropriation of Kemalist Republican heritage and civic nationalism ideal. The other favorite candidate is İlhan Kesici, an experienced center-right politician who became a member and deputy of RPP few years ago. Kesici has personal ties with mighty Demirel family; but after the death of Süleyman Demirel, Demirel family’s influence in Turkish politics is now faded away. Kesici might still appeal to everyone within the anti-Erdoğan bloc, because he is a respected person who always stayed away from petty politics and polemics. However, Kesici is not very famous among the young voters since he was away from active politics until recently. Kurdish support to Mr. Kesici is not guaranteed as well. Hardliner Kemalist lawyer Mr. Ümit Kocasakal is also a potential Presidential candidate from RPP; but since he is not very well-known outside of RPP circles, he does not have too much chance. RPP’s Presidential candidate's vote potential is around 22-25 % in the first round for the moment according to some polls, but in the second round, the best candidate among these four (Kılıçdaroğlu, İnce, Kesici, Kocasakal) might take the support of whole anti-Erdoğan bloc and could approach to 50 % of the votes. It should not be forgotten that Mr. Ekmeleddin İhsanoğlu, as the joint candidate of RPP and NAP, took 38.44 % of the votes in the first round[4] in 2014 Presidential election. If Erdoğan was not elected in the first round in 2014 (if there was a fourth candidate in the first round other than Erdoğan, İhsanoğlu and Selahattin Demirtaş), in the second round, Mr. İhsanoğlu might have even beaten Mr. Erdoğan according to some predictions. According to SONAR polls company owner Mr. Hakan Bayrakçı, among these four names, Mr. İlhan Kesici is the best alternative and he can win the Presidential election against Mr. Erdoğan in 2019 in the second round with 53 % of the votes.[5] This seems to me a highly optimistic prediction for RPP.

SONAR’s most recent poll for 2019 parliamentary election

Another influential political figure is Mrs. Meral Akşener, since she represents the untried alternative in Turkish politics with her new center-right Good Party (İyi Parti). Mrs. Akşener comes from Turkish nationalist background and is a good Muslim Turkish woman. She can easily consolidate right-wing voters -except for hardliner Islamists who would not accept a female leader without headscarf- in case Mr. Erdoğan becomes weaker. However, Mr. Erdoğan still dominates right-wing politics in Turkey and he tries to destroy by all means other right-wing political alternatives. Mr. Erdoğan already transferred many potential right-wing opposition leaders to his party including Erkan Mumcu, Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu and Tuğrul Türkeş. So, unless Mr. Erdoğan begins to stegger, Mrs. Akşener also does not have too much chance against him. She has 18 % support for herself and 14 % support for her party for the moment; it seems like she will take the third place (after Erdoğan and RPP candidate) if she becomes a Presidential candidate in 2019.

Meral Akşener

Pro-Kurdish PDP (Peoples’ Democratic Party) is now in a difficult position with its leader Selahattin Demirtaş imprisoned, but the party still has 9-11 % support and is very strong in densely Kurdish populated south-eastern Anatolia. It seems like PDP will continue to be an influential political institution in Turkey; not by its own candidate maybe, but with its support given to left or right. PDP leadership and Kurdish voters will probably make a choice between Mr. Erdoğan and RPP candidate in the second round. Although PDP is a left-wing party, due to Kurds’ historical opposition to Kemalism, until today, Kurdish people preferred to vote for Islamists instead of secular left-wing RPP and always supported Mr. Erdoğan. However, since now Erdoğan aligns himself with NAP and Turkish nationalists, Kurdish voters and PDP leadership might prefer to support RPP candidate as the “least evil” alternative in the second round.

Abdullah Gül

A widely spoken but still seems difficult scenario is the candidacy of Mr. Abdullah Gül, previous President of the Republic. Coming from an Islamist background, Mr. Gül proved himself as a true democrat and differentiated his political stance from Erdoğan more visibly in recent years. Mr. Gül might become the joint candidate of the all opposition bloc and could have a chance against his long-time friend and political ally Mr. Erdoğan. He is still a well-known, respected and popular figure in Turkey, but he always hesitates to act against his own party. Moreover, he should take the support of RPP, Good Party and PDP to defeat Erdoğan. This does not seem easy; because all of these parties have their own strategies and candidates. An independent candidacy formula like that of French President Emmanuel Macron could be tried; but it is still very risky. So, Mr. Gül’s candidacy still seems improbable, although, on the paper, he is by far the best candidate. On the other hand, two Islamists racing for Turkish Presidency might not carry the ideal message that Turkey wants to give to the rest of the world.

Finally, it seems like Mr. Erdoğan still has higher chance to win the Presidential election in 2019, although his party could lose seats in the parliament election due to political and economic problems in Turkey, as well as seats allocated to NAP in accordance with an electoral coalition between JDP and NAP. İlhan Kesici and Abdullah Gül on the other hand, seem to be two best alternatives to Erdoğan for the moment. Here, it must be also added that, Mr. Erdoğan, for cultural and political reasons (the rise of Islamism and Erdoğan becoming the champion of lifting political bans against Islamism in the recent past), dominates Turkish politics in recent years and it is very difficult to challenge him both because of these political and cultural advantages, and also due to Turkey's authoritarian and statist political system that does not give too much chance to opposition parties.


Dr. Ozan ÖRMECİ




[1] http://www.dw.com/tr/bahçeli-2019da-erdoğanı-destekleyeceğiz/a-42061703.
[2] http://t24.com.tr/haber/sonarin-anketine-gore-mhp-baraj-altinda-akp-oylari-dusuyor-erdoganin-ikinci-turda-secilmesi-zor,535401.
[3] https://www.youtube.com/watch?v=Lbm8CrR6ocs.
[4] https://www.sabah.com.tr/secim/2014-cumhurbaskanligi-secimleri/.
[5] http://www.internethaber.com/sonardan-2019-secim-anketi-sonuclari-yok-artik-dedirtti-foto-galerisi-1797773.htm.

15 Ocak 2018 Pazartesi

CFR Türkiye Oturumu: ‘A Look Inside Turkey’


Amerika’nın saygın düşünce kuruluşlarından birisi olan Council on Foreign Relations (CFR), birçok konuda zaman zaman çeşitli tartışma, oturum ve paneller düzenlemekte ve ABD ve dünya kamuoyunu küresel politikada yakın gelecekte yaşanabilecek gelişmeler hakkında önceden haberdar etmektedir. Kurumun 11 Ocak 2018 tarihinde düzenlediği “A Look Inside Turkey” (Türkiye’ye Bakış)[1] adlı oturum da bu bağlamda oldukça önemlidir. Oturuma Bill Drozdiak Başkanlık ederken, konuşmacı olarak katılan kişiler; ABD’nin önemli Türkiye uzmanlarından olan ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında Türkiye’de İslamcı çevrelerce darbenin organizatörü olarak hedef gösterilen akademisyen Henri Barkey, ABD-Türkiye İş Konseyi İcra Direktörü Jennifer Miel ve ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’dir. Bu yazıda, bu oturumda konuşulanlar özetlenecektir.

Oturumun video kaydı



Henri Barkey

Oturumda ilk sözü alan konuşmacı olan Henri Barkey, konuşmasına kendisine Türkiye’de “darbe organizatörü” olarak yapılan eleştirilerle ilgili olarak bir şaka yaparak başlamakta ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın darbe girişimi sonrasında yaptıklarını “kişisel ve illiberal bir rejimi kurumsallaştırma” (institutionalization of a personalistic illiberal regime) olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda, Barkey, 2017 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle birlikte Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin artık yürürlükte olmadığını iddia etmektedir. Türkiye’nin bu dönüşümü, Barkey’e göre iki temel eğilime dayalıdır. Birincisi, tüm kurumların Cumhurbaşkanlığına tabi kılınmasıdır. İkincisi ise, birinci eğilimi de güçlendirir şekilde, gücün kişiselleştirilmesidir. Bu anlamda, Max Weber’in karizmatik otorite tipolojisine benzer şekilde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, sistemde, kurumsal olarak güçlendirilmesinin yanında, enformel olarak kişisel açıdan da daha güçlü kılınmaktadır. Bu noktada Türkiye’nin geçmişte de hiçbir zaman tam anlamıyla bir demokrasi olamadığını hatırlatan Barkey, buna karşın Türkiye’nin kısa zaman öncesine kadar çoğulcu bir yapısının bulunduğunu söylemektedir. Bu sistemde her zaman uygulanmasa bile bazı doğruların ve kuralların bulunduğunu ve sistemin bir uca doğru çok savrulması durumunda ordunun (Türk Silahlı Kuvvetleri) müdahaleleriyle sistemin yeniden toparlandığını hatırlatan Barkey, şimdiyse Türkiye’nin öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktığını belirtmektedir. Barkey, parlamentonun bu yeni sistemde neredeyse hiçbir yetkisinin kalmadığını vurgulamakta ve yargının da bu sistemde Cumhurbaşkanı’nın otoritesine tabi hale geldiğini ve yargıçların artık siyasi otoritenin iradesi dışında bağımsız olarak hareket edemeyeceklerini söylemektedir. Kısa süre öncesine kadar Türkiye’de en güçlü kurumlardan olan TSK’nın bu yeni sistemde tamamen evcilleştirildiğini ve sivil otoriteye tabi kılındığını da sözlerine ekleyen Henri Barkey, 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ise çok kötü planlanmış bir eylem olduğunu söylemektedir. Barkey, yalnızca 9.000 askerle girişilen bu darbe denemesi sonucunda ordudaki generallerin yüzde 46’sının ordudan atıldığını belirtmekte ve TSK’nın bugün yeterli sayıda F-16 pilotu bile kalmayan askeri açıdan zayıf bir ülke konumuna düştüğünü ima etmektedir. Şimdilerde orduda üst düzey görev yapan askerlerin çoğunun NATO deneyimlerinin de olmadığını vurgulayan Barkey, ayrıca Türkiye’de basının yüzde 90’ının bir şekilde Erdoğan tarafından kontrol edildiğini iddia etmektedir. Üniversitelerin de bu süreçte tamamen zapturapt altına alındığını vurgulayan Amerikalı akademisyen, 6.000 kadar öğretim üyesinin son 1,5 yılda yüksek öğretim kurumlarından uzaklaştırıldığını ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin en başarılı üniversitelerinden olan Boğaziçi Üniversitesi’ni de son günlerde hedef almaya başladığının altını çizmektedir. Gazeteciler başta olmak üzere muhalif görüşteki insanların Türkiye’de artık nedensiz yere bile rahatlıkla tutuklanabildiğini iddia eden Amerikalı analist, ülkedeki üçüncü büyük parti olan Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) iki eşbaşkanının halen tutuklu olduğunu ve anamuhalefet partisi CHP’nin liderinin bu konuyu gündeme bile getirmediğini söylemekte; dolayısıyla Türkiye’deki sorunun sadece iktidardan değil, aynı zamanda muhalefetten de kaynaklandığını vurgulamaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkede yaşanan siyasi krizlerden daima güçlenerek çıktığını ve bugünlere bu sayede geldiğini belirten Barkey, bu açıdan ilk dönüm noktasının 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi olduğunu hatırlatmakta ve Abdullah Gül’e eşinin başörtülü olması sebebiyle karşı çıkan TSK’nın bu süreçte siyaset üzerindeki denetim yetkisini ve meşruiyetini kaybettiğini hatırlatmaktadır. TSK’nın elimine edilmesi sonrasında geriye Türk toplumunda etkili ve örgütlü güç olarak sadece Erdoğan’ın partisi AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ve Fethullah Gülen cemaatinin kaldığını ve bu iki grubun 2013’e kadar el ele eski sistemi tasfiye ettiklerini hatırlatan Barkey, ancak 2013 sonrasında Erdoğan’ın Gülen’le de yolunu ayırdığını ve artık Türkiye’de AK Parti ve Erdoğan dışında etkili bir güç kalmadığını vurgulamaktadır. Barkey, sözlerini, Erdoğan’ın 2033’e kadar iktidarda kalmak istediğini ve seçimde Erdoğan’ı yenebilecek tek siyasetçi olan Abdullah Gül’ün adaylığını beklemenin “Godot’yu beklemek” gibi olduğunu söyleyerek tamamlamaktadır.

Jennifer Miel

İkinci konuşmacı olan Jennifer Miel, sözlerine, Türkiye’de ekonominin son dönemde ülkedeki en önemli gündem maddesi haline geldiğini ve terörizmi bile geride bırakmayı başardığını söyleyerek başlamaktadır. Türkiye’nin son iki yılda yaşadığı darbe girişimi ve terör saldırıları gibi uluslararası yatırımcıları olumsuz etkileyebilecek olaylara karşın, 2017 yılında ortalama yüzde 7 oranında bir ekonomik büyüme performansı yakaladığını hatırlatan konuşmacı, bunun kayda değer bir başarı olduğunu belirtmekte, ancak son aylarda artan enflasyon oranının sıkıntı yaratmaya başladığını da söylemektedir. Türkiye’de halen 1.700 civarında Amerikan şirketinin faaliyet gösterdiğini söyleyen Miel, ayrıca bu şirketlerin -çoğu Türk- 100.000 civarında kişiye istihdam sağladığını vurgulamaktadır. Bu olumlu duruma karşın, Türk-Amerikan ekonomik ilişkilerinin birkaç sene öncesinde ABD-Türkiye İş Konseyi’nin kurulduğu döneme göre daha kötü düzeyde olduğunu ima eden Miel, bu noktada Türkiye’nin dış ticaret açığı sorununa da dikkat çekmektedir. Geçen seneden itibaren Rus turistlerin piyasaya dönmesiyle birlikte canlanan turizm sektörünün bu açığı kapatmak için Türkiye’nin en önemli avantajı olduğunu vurgulayan Miel, doğrudan dış yatırımlar ve portföy yatırımlarının da Türkiye açısından gerekli olduğunun altını çizmektedir. Daha sonra Reza Zarrab (Rıza Sarraf) davası ve Halkbank’a yönelik ekonomik yaptırım meselesini gündeme getiren Jennifer Miel, bu dava sonucunda Türkiye’ye 2-3 milyar dolarlık bir tazminat çıkarılabileceği, davanın ertelenebileceği veya Türkiye’nin ceza verilmesine karşın Ankara’nın ödeme yapmayı reddedebileceği gibi seçeneklerin olduğunu söylemektedir. Halkbank’ın Türkiye’nin en büyük 6. bankası olduğunu vurgulayan Miel, tazminat cezası olması durumunda bunun 2019 seçimlerini etkileyebileceğini de sözlerine eklemektedir. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemini satın almasının da ekonomik ve askeri ilişkilere zarar verebileceğini kaydeden konuşmacı, buna karşın iki ülke ve şirketlerinin F-35’ler başta olmak üzere birlikte birçok ortak proje yürüttüklerini hatırlatmaktadır. ABD’nin Türkiye ile ekonomik ilişkilerinde daima ticaret fazlası olduğunu da belirten Miel, iki ülke arasındaki ticaret hacminin 17,5-18 milyar dolar seviyesinde olduğunun (geçen yıla kıyasla az bir artışla) altını çizmektedir. Erdoğan ve Donald Trump’ın ekonomi odaklı liderler olduğunu da vurgulayan Miel, bu açıdan iki ülkenin ticari ilişkilerini geliştirmek için doğru bir zaman olduğunu belirtmekte ve dijital ekonomi, sağlık, enerji ve Suriye’nin yeniden inşası gibi alanlarda iki ülkenin birlikte hareket edebileceklerini kaydetmektedir.

James Jeffrey

Son konuşmacı olan ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey ise, sözlerine Türkiye’nin bir statüko ülkesi olduğunu vurgulayarak başlamakta ve bu nedenle ABD ve Batı ile ilişkilerinde bir kopuş beklemediğini ima etmektedir. ABD’nin 1940’lardan bu yana dünyadaki kolektif güvenlik, ekonomi, ticaret, finans ve değerler sisteminin lideri olduğunu da belirten emekli Büyükelçi, Trump döneminde de bu durumun değişmeyeceğini düşünmektedir. Türkiye’nin son dönemde liberal değerlere sırt çevirdiğini vurgulayan Jeffrey, buna karşın bu ülkenin halen bir demokrasi olduğunu iddia etmektedir. Walter Russell Mead’in 2013 yılında yazdığı “The End of the End of History” makalesinde vurguladığı şekilde son dönemde demokrasiye bağlı müttefik bulmanın dünyada zor hale geldiğini vurgulayan James Jeffrey, Türkiye’nin bu nedenle hala çok önemli bir ülke olduğunun altını çizmektedir. Bu noktada ülkeleri yetenekler (capabilities) ve niyetler (intentions) bağlamında değerlendiren Jeffrey, Türkiye’nin son 15 yılda ekonomik anlamda büyük bir atılım gerçekleştirdiğini ve Gümrük Birliği içerisinde yer alan Batılı bir ekonomi olduğunu söylemektedir. Jeffrey, ayrıca tüm sorunlara karşın Türkiye’nin bölgesindeki diğer ülkelere kıyasla daha istikrarlı bir ülke olduğunu vurgulamakta ve Erdoğan’ın bunu sağlayan kişi olduğunu işaret etmektedir. Bu anlamda, ortada Türkiye’nin yetenekleri bağlamında bir tartışma olmadığını söyleyen Jeffrey, asıl meselenin Türkiye’nin niyetleri olduğunu açıklamaktadır. Türkiye’nin temel güvenlik meselelerinin PKK terörü, İran ve Rusya olduğunu iddia eden emekli diplomat, bu anlamda Türkiye’nin halen Batı kampında yer alan bir ülke olduğunu vurgulamaktadır. Buna karşın, Türkiye’nin artık yönetim tarzı olarak Batılı ülkelere benzemediğini hatırlatan Jeffrey, Erdoğan’ın bir yönüyle Vladimir Putin, diğer yanıyla da Charles de Gaulle tarzı bir lider olduğunu iddia etmektedir. Türkiye’nin halen Batı bloğuyla çok yakın işbirliği içerisinde olduğunu da sözlerine ekleyen Amerikalı diplomat, buna karşın Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası ve otoriter yönetim tarzının Batı ile ilişkilerde sorunlar yarattığını ima etmektedir. Daha sonra Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmek için somut konuları sıralayan Jeffrey, öncelikle, Reza Zarrab davası, Fethullah Gülen’in iadesi ve Henri Barkey’e yönelik suçlamalar gibi hukuki meseleleri kendilerinin devlet olarak çözemeyeceğini ve bu konuların iç politikada tüketilmek için büyütüldüğünü söylemektedir. Asıl meselenin Suriye’nin geleceği, İran’ın çevrelenmesi ve terörle mücadele gibi konularda Türkiye ile beraber hareket edilip edilmeyeceği olduğunu vurgulayan James Jeffrey, sorular bölümündeyse Türkiye’nin bir liberal demokrasi olmasa da halen bir demokrasi olduğunu açıklamaktadır.

Sonuç olarak, bu oturumun önemli mesajlar içeren oldukça faydalı ve üst düzey bir etkinlik olduğu söylenmelidir. Konuşmacıların -kısmen Henri Barkey dışında- Türkiye ile ilgili ılımlı ve olumlu mesajlar vermeye çalıştıkları da açıktır. Buna karşın, ABD’nin PYD-YPG güçlerini silahlandırmasının Türkiye’ye olumsuz etkileri gibi konular esgeçilmiş ve alelade bir konu olarak ele alınmıştır. Oysa bu mesele, Türkiye açısından yaşamsal bir meseledir ve yakın gelecekte Türk halkının güvenliğini de tehdit edebilir. Ayrıca Erdoğan’ın otoriter eğilimlerine karşın seçimleri nasıl kazandığı ve Türk halkından neden bu kadar destek bulduğu meselesi de konuşmada eksik kalmıştır. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/look-inside-turkey.