8 Kasım 2017 Çarşamba

İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Chatham House Konuşması


İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu (1949-)[1], yıllardır İsrail siyasetine damgasını vurmuş olan çok önemli bir siyasetçidir. “Bibi” lakaplı Netanyahu, İsrail sağının son yıllardaki tartışmasız lideri ve Likud Partisi Genel Başkanı’dır. Ülkesinde yapılan genel seçimleri üç dönemdir üstüste kazanan ve toplamda 4. defa Başbakan seçilen Netanyahu, merkez sağcı bir politikacı olmasına karşın, Filistin politikasındaki sert duruşu nedeniyle ülkesinde ve dünyada özellikle sol çevrelerde sıklıkla eleştirilmektedir. Benyamin Netanyahu, geçtiğimiz gün İngiltere’nin ünlü Chatham House düşünce kuruluşunda bir sunum gerçekleştirmiştir. Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıldönümü olan 2017 yılı içerisinde gerçekleşen “Israel’s Foreign Policy Priorities” (İsrail’in Dış Politika Öncelikleri) başlıklı bu sunum, bu nedenle dikkatle incelenmeyi hak etmektedir. Bu yazıda, bu konuşmadan bazı önemli bölümler özetlenecektir.

Yazıya kaynaklık eden konuşma

Benyamin Netanyahu, konuşmasına Amitai Etzioni’nin yazdığı “Security First: For a Muscular, Moral Foreign Policy” adlı kitaba[2] referans yaparak başlamakta ve yazardan alıntılayarak, demokratikleşmenin ampirik olarak güvenlik açısından her zaman olumlu sonuçlar üretmediğine vurgu yapmaktadır. Demokrasinin yerleştiği ülkelerde daha fazla demokratikleşmenin genelde olumlu sonuçlar ürettiğini, ama bunun böyle olmadığı yerlerde çoğu zaman demokratikleşmenin istikrarsızlığa yol açtığını iddia eden Netanyahu, bunun sonucunda birçok insanın hayatını kaybettiğini ve siyasi çalkantıların yaşandığını belirtmektedir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında yaşanmaya başlayan Arap Baharı sürecini bu perspektiften yorumlayan İsrail Başbakanı, bu bölgelerde önceden var olan ve olumlu-olumsuz özellikleriyle istikrar sağlayan geleneksel otoriter yapıların bu süreçte çözülmesinin ardından, iyimserlerin beklediği şekilde “Google çocukları”nın, yani internet ve teknolojiyle ilgilenen ve özgürlükçü demokrasi isteyen gençlerin yönetimlerin başına geçemediğini söylemektedir. Bunun nedeninin Orta Doğu’da var olan ve mezhepsel, etnik ve kabile kimliklerinin Batı tipi bir siyasal sisteme uygun olmaması olduğunu açıklayan Netanyahu, bu bağlamda Orta Doğu coğrafyasında Modernistler (Modernists) ile Orta Çağcılar (Mediavelists) arasında bir mücadele yaşandığına dikkat çekmektedir. İran destekli radikal Şii fanatizmi ile El Kaide ve IŞİD destekli radikal Sünni fanatizminin Orta Çağcı akımı temsil ettiğini belirten Netanyahu, bu iki grubun kendi aralarında da rekabet yaşadığını ve diğer gruplara yaşama hakkı tanımadığını belirtmektedir. Bu coğrafyadaki modernist akımların doğal olarak Lüksemburg’taki siyasi akımlar gibi olmayacağını da belirten Netanyahu, bu nedenle, önlerindeki seçimin radikal İslam ile daha ılımlı ve laik bir İslam anlayışına dayalı otoriter rejimler arasında olduğunu belirtmekte ve kendisini ikinci akıma yakın bir kişi olarak takdim etmektedir. Daha sonra bir iyi, bir de kötü haber vereceğini açıklayan Netanyahu, kötü haberin, son dönemde Orta Çağcılar olarak lanse ettiği grup içerisinde İran’ın desteklediği Şii akımın büyük güç kazanması ve bu ülkenin Şii grupları ve örgütleri (Hizbullah) kullanarak Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan’da modernistleri güçsüz düşürmesi olduğunu söylemektedir. Netanyahu, iyi haberin ise, İsrail ile Sünni dünyadaki ılımlı İslam grupları arasında (Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri) son dönemde İran karşıtı bir yakınlaşma gerçekleşmesi olduğunu açıklamaktadır. Bu doğrultuda, Netanyahu, Orta Doğu’da yaşanan güncel süreci İslamcı radikaller (başta İran olmak üzere Sünni radikal gruplar ve terör örgütleri) ile modernistlerin açık mücadelesi olarak yorumlamakta ve ülkesi İsrail’in ılımlı Sünni devletlerle aynı safta olduğunun altını çizmektedir.

Konuşmanın sonraki bölümünde, moderatör Robin Niblett tarafından İran gibi köklü bir devlet geleneği olan ve uluslararası politikada etkili Realist bir aktörü olarak neden Orta Çağcı radikal gruplar arasında saydığının sorulması üzerine ise, İsrail Başbakanı, ABD’nin efsanevi Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger’ın ünlü sözüne[3] referansla, İran’ın katı ideolojik yapıda bir devlet ve tehlikeli bir aktör olduğunu vurgulamaktadır. Bu bağlamda, İran gibi militan İslamcı bir rejimin nükleer silah kapasitesine ulaşmasının Kosta Rika’nın nükleer güç sahibi olmasıyla kıyaslanamayacağını belirten Netanyahu, nükleer silah kapasitesi ile militan İslamcı bir ideolojinin aynı devlet çatısı altında buluşmasının dünya barışı için en büyük tehlike olacağını söylemektedir. Netanyahu, İran’la 2015 yılında yapılan nükleer anlaşmanın (JCPOA-Joint Comprehensive Plan of Action) iyi bir anlaşma olmadığını iddia etmekte ve İran lehine olan bu anlaşmanın İran’a gelecekte nükleer silahlara ulaşabilmek için zaman kazandırdığını iddia etmektedir. Bu noktada, Netanyahu, 1994 yılında Kuzey Kore ile yapılan anlaşmayı hatırlatmakta ve fanatik ideolojik temeller üzerine kurulu olan rejimlere taviz verilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. İsrail Başbakanı, bu anlaşmanın iyileştirilmesi gerektiğini söylemekte ve bu noktada kişisel önerisini şöyle açıklamaktadır; ilk olarak İran’a balistik füzeler konusunda büyük baskı yapılmalı ve ayrıca anlaşmaya dâhil olmayan İran askeri tesislerinin de denetlenmesine izin verilmelidir. Netanyahu, İran’a baskı yapmayı kesmeleri halinde bu rejimin nükleer silahlara ulaşacağını ve bunun kendileri ve dünya için büyük bir risk oluşturacağını (Kuzey Kore tehlikesinden çok daha ciddi bir tehlike) sözlerine eklemektedir. İran’ın Tahran’dan Tarsus’a uzanan büyük bir imparatorluk kurmak istediğini de iddia eden Netanyahu, Rusya’nın bu ülke ile yakın ilişkilerinin ve yeni enerji anlaşmalarının ise Moskova’nın yararına olmayacağını söylemektedir.

Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde ise, Netanyahu, Filistin Sorunu’na odaklanmakta ve bu konuda barışı en çok kendilerinin istediğini söylemektedir. İsrail’e yönelik tepkilerin İran’dan uzaklaştıkça yumuşamaya başladığına dikkat çeken Netanyahu, Arap devletlerinin artık İran’a karşı İsrail’i bir müttefik gibi görmeye başladıklarını iddia etmekte ve Filistin Sorunu’nun tarihi hakkında önemli bilgiler vermektedir. İsrail’in demokrasi açısından tüm bölge ülkelerinden daha iyi durumda olduğuna da dikkat çeken Netanyahu, ülkesinde Arap Bakanların ve milletvekillerinin olduğunu hatırlatmakta ve Arap vatandaşlarının Yahudi vatandaşlarla eşit haklara ve ifade özgürlüğüne sahip olduğunu söylemektedir. Filistin Sorunu’nun temelinde Balfour Deklarasyonu’nun yani bir İsrail devletinin varlığının Filistinli liderler tarafından reddiyesi olduğunu iddia eden Netanyahu, bu durum düzeltilmeden asla bir çözüme ulaşılamayacağını belirtmektedir. İsrail’in haklı mücadelesi sayesinde Filistin’de radikal İslamcıların güç kaybettiğine dikkat çeken Netanyahu, bu konuda Batı ülkelerinden daha fazla destek beklediklerini ima etmektedir. Filistinlilerin her türlü özgürlük ve haklarını desteklediklerini belirten İsrail Başbakanı, buna karşın İsrail’in tehdit edilmesine izin vermeyeceklerini belirtmektedir.   

Konuşmanın genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Netanyahu’nun -İsrail’in Başbakanı olarak- elbette tamamen tarafsız bir bilimadamı ya da uluslararası gözlemci gibi konuşmadığı, ancak İran konusu dışında gayet olumlu ve ılımlı mesajlar verdiği görülmektedir. Özellikle Netanyahu’nun Arap devletlerini İsrail’in müttefiki olarak değerlendirmesi, gelecek adına umut verici bir gelişmedir. Lakin İran nükleer programı konusu tüm sıcaklığıyla ortada durmaktadır ve Netanyahu’nun o konudaki duruşu gayet serttir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ




[3] Bu söz şöyledir; “Iran is a cause, not a country”, yani “İran bir devlet değildir, bir ülküdür”. Bakınız; http://www.latimes.com/opinion/op-ed/la-oe-0124-mcmanus-iran-symbolism-20160124-column.html

Hiç yorum yok: