14 Kasım 2017 Salı

Alman Siyasi Kültürü


ABD, Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya’dan sonra dünyanın en büyük 4. ekonomisi olan[1] ve Avrupa Birliği’nin lider ülkesi kabul edilen Almanya, son yıllarda istikrarlı ekonomisi ve demokratik siyasetiyle dünyada takdir toplamaktadır. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2] eserinden özetle, Almanya’nın siyasal hayatına yön veren Alman siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.

Roskin’e göre; İkinci Dünya Savaşı’na kadar Weimar Cumhuriyeti gibi cılız bir demokrasi geleneği ve deneyimi olan Almanya, bu dönem sonrasında da liberal demokrasinin ahlaki gereklerini benimsemek konusunda zorlanmıştır. Nazi dönemi ise, Almanya’da derin bir ahlaki boşluk bırakmış ve onu doldurma süreci halen devam etmektedir. Nazi kökenli kimselerin savaş sonrasında da devlette görev yapmaya devam etmesi, Almanya'da özellikle genç insanlarda tepkilere neden olmuştur. Müttefik kuvvetler devlet kadrolarını Nazilerden temizlemeye çalışsalar da, 177 Nazi savaş suçlusu dışında (ki bunların 25’i idama mahkum edilmiştir) birçok Nazi Latin Amerika’ya kaçmış, birçoğu da Müttefik devletlere hizmet etmeleri için işe alınmıştır. Roskin’e göre, savaş sonrasında Nazilerle kesin bir hesaplaşma yapılamamasının nedeni, sıcak savaşın ardından hemen Soğuk Savaş’ın başlaması ve Nazilerin sahip oldukları bilgi birikimi nedeniyle Alman devleti ve Müttefik kuvvetlerce (başta ABD) yararlı olarak görülmeleridir. Zira bu dönemde asıl düşman Sovyetler Birliği ve komünist yayılmacılıktır ve Washington’a göre Nazilerle hesaplaşmak adına Almanların daha fazla burunlarını sürtmeye gerek yoktur. Nitekim yeni kurulan Federal Almanya’da, iki Cumhurbaşkanı-Kayzer (FDP’den Walter Scheel ve CDU’dan Karl Carstens) ve bir Başbakan-Şansölye (CDU’dan Kurt Kiesinger) eski Nazi Partisi üyesidirler.

Holokost pişmanlığı, Alman siyasi kültürünü şekillendiren en önemli olaydır

Alman siyasi kültürü ve kolektif psikolojisine yön veren en önemli olay, hiç kuşkusuz Nazi deneyimidir. Alman ulusu, aslında toplumun tamamını temsil etmeyen Naziler ve Nazi Partisi nedeniyle uzun yıllar toptan bir utanç ve dışlanma hissiyle karşılaşmışlar ve vicdan azabı çekmişlerdir. Batı Almanlar bu süreci Nazi dönemini tarihin derinliklerine gömerek aşmayı, Doğu Almanlar ise Nazilerin tam zıttı bir ideolojiye dayalı yeni bir devlet kurmayı ve Nazi dönemini Batı Almanya ile özdeşleştirmeyi deneyerek yaşamışlardır. Nazi dönemi Batı Almanya'da uzun yıllar bir tabu olarak kalmış, ama 1970’ler ve 1980’lerden itibaren Amerikan televizyon dizileri ve filmleriyle Almanya’da daha çok konuşulur ve eleştirilir hale gelmiştir. Bu yıllarda Alman ders kitapları değiştirilmiş ve müfredata Holokost ve Nazi dönemiyle ilgili daha detaylı bilgiler eklenmiştir. Batı Almanlar, uzun süre Nazi dönemini görmezden gelerek savaş sonrası gelişen ekonomilerine odaklandılar ve maddi zenginlikle ahlaki ve tarihi boşluklarını doldurmayı denediler. Ancak materyalizm her Alman’ı tatmin etmeyecekti; bu nedenle zaman içerisinde kimi aşırı sol ve “Yeşil” siyasete, kimi de Hıristiyan değerlere yöneldi. İlginçtir ki, son dönemde bu ülkede Nazileri çağrıştıran aşırı sağ bazı görüşlere de artan bir ilgi söz konusudur ve Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinin artan oy oranı bu durumu tescil etmektedir. Nazi dönemine duyulan öfke, Almanya’da bir dönem aşırı solun da özellikle gençler arasında kök bulmasına yol açmıştır. Örneğin, bir döneme damgasını vuran Baader-Meinhof çetesi, ülke içerisinde yaşanan fakirlik ve yabancılaşmadan ziyade, iyi eğitimli ve hümanist değerleri benimseyen yeni nesil Almanların -Nazi dönemine de tepkiyle- radikalleşerek katıldıkları bir aşırı sol terör örgütü olmuştur. Tüm bu çabalara karşın, Amerikalı yazar William Faulkner’in söylediği gibi, “Geçmiş hala bizimle birlikte, hatta o geçmiş bile değil”dir ve Almanlar için Nazi dönemi daima bir utanç ve suçluluk kaynağı olmaya devam edecektir.

1933 Almanya seçimlerinde Nazi Partisi’nin oy oranı

Almanların yaşadığı ahlaki boşluğa dikkat çekmek isteyen Katolik yazar Heinrich Böll, 1950’lerde “Vergangenheitsbewaltigung” (geçmişin hakimiyeti, Almanya’nın Nazi geçmişiyle hesaplaşmaya başlaması) terimini icat etmiştir. Birçok Alman entelektüel, Nazi geçmişiyle yüzleşilmesini Alman demokrasisinin yeşermesi ve kök salması için bir zorunluluk olarak kabul etmiştir. Cumhurbaşkanı Richard von Weizsacker ve solcu yazar Günter Grass, bu konuda Alman halkını uyarmış ve geçmişle yüzleşmezlerse yeniden akılsız milliyetçilerin elinde demokrasilerinin çökebileceğine işaret etmişlerdir. Nazi döneminin mirasını Batı Almanya’ya yıkmaya çalışan Doğu Almanya (Demokratik Almanya) ise, ilginç bir şekilde bu konuda federal Cumhuriyet’in bile gerisinde kalmıştır. Sonuçta, bugün ırkçı aşırı sağ hareketlerin Doğu Alman şehirlerinden yükselmesi şaşılacak bir durum değildir.[3] Üstelik 1933 parlamento seçimlerinin ispatladığı üzere[4], Nazi döneminde de Doğu Almanya’da Nazilere büyük destek verilmiştir.

Nazi deneyimi, Almanya’da kuşaklar arasında da ciddi bir farklılaşmaya neden olmuştur. Almanlar söz konusu olduğunda, genç nesiller yaşlılara kıyasla çok daha Avrupalı, çok daha özgürlükçü ve çok daha demokratiktir. Bu nedenle, Avrupa Birliği projesine en yüksek destek veren halklardan birisi de Alman halkıdır. Nazi döneminde “kinder, küche, kirche” (çocuk, mutfak, Kilise) üçlüsüne hapsedilen Alman kadınları da artık sosyoekonomik ve siyasal hayata katılmış ve erkeklerle eşit statüdedirler. Dolayısıyla, günümüzdeki Almanya’nın artık Nazi dönemiyle hiçbir alakası kalmamış ve demokratik değerlerin diğer Avrupa toplumlarının bile üzerinde olduğu yeni bir millet yaratılmıştır. Öyle ki, bir dönem saf ırk savunucusu olan Almanya, günümüzde yüzde 4’ün üzerinde Müslüman ve yüzde 9 civarında Alman olmayan nüfusa sahip çok etnikli ve çok kültürlü bir devlettir.[5] Siyasal kültür alanındaki çalışmalarıyla bilinen akademisyen Sidney Verba, Alman siyasi kültürünü inceledikten sonra şöyle bir analiz yapmıştır; Almanlar, Amerikalılar ve İngilizler gibi her koşulda demokrat olmasalar da, işler iyi gittiği sürece demokrattırlar ve özellikle sistemin yarattığı başarılı sonuçlardan ve ürünlerden (iş, güvenlik, teknoloji, eşya vs.) büyük keyif alırlar. Ancak bu tespit henüz 1960’larda yapılmıştır ve günümüz Almanları artık bulutlu havalarda da demokrat olarak kabul edilebilirler. Verba, Gabriel Almond’la beraber yazdığı ünlü The Civic Culture çalışmasında[6] ise, Alman halkının İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasete oy vermenin ötesinde katılmak istemediklerini ve daha çok sistemin bütünüyle ilgilendiklerini keşfetmiştir.

Günümüzde, Almanların büyük çoğunluğu Nazi dönemiyle bir alakalarının kalmadığını ve yeterince bedel ödediklerini düşünmekte ve bu nedenle geçmişe ilişkin bir suçluluk ve sorumluluk hissetmemektedirler. Bu, Almanya’nın normalleşmesi adına olumlu bir gelişme olarak görülebilir; lakin Almanya’da ve diğer Avrupa ülkelerinde son yıllarda giderek artan bir şekilde göçmenlere, azınlıklara ve diğer milletlere yönelik düşmanca tutumların gelişmeye başlaması, aşırı sağ tehlikesinin hafife alınmaması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca Almanya’nın İsrail’e yönelik eleştirel tavırları da kolaylıkla Nazizm ve anti-Semitizm’in yeniden doğuşu olarak yorumlanabilmektedir. Örneğin, 2002 yılında Hür Demokrat Parti (FDP) Başkan Yardımcısı Jürgen Mölllemann Filistinlileri koruyan ve İsrail devletini eleştiren sert bir açıklama yapınca, bu, hemen kendisi ve ülkesi aleyhinde kullanılmıştır. Bu nedenle, İsrail’e yönelik eleştiriler konusunda Alman siyasetçileri son derece ihtiyatlıdırlar. Ayrıca Almanya’da genç nesillerin siyaset konusunda ilgisiz olması da bir dönem sıklıkla yazılıp çizilmiş ve Roskin’in de kitabında dikkat çektiği bir konudur. Siyaset, bu ülkede halen bile daha çok orta yaşlıların ve yaşlıların bir işi olarak görülmektedir. Son yıllarda CDU ve SPD gibi iki büyük partinin düşen oy oranları dikkate alınırsa, bu durumun geçerli ve etkili olduğu görülebilir. Keza son yıllarda FDP ve Yeşiller gibi partilerin çıkışında da genç adaylara daha çok yer vermelerinin etkisi olabilir.

Alman dış politikası da günümüzde Soğuk Savaş dönemine kıyasla hayli değişmiştir. Nitekim ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Berlin Duvarı’nı ziyaret ederek “Ich bin ein Berliner” dediği günler artık çok gerilerde kalmış ve ekonomik olarak düzlüğe çıkan ve Avrupa Birliği projesiyle küresel siyasete meyleden Almanya, artık dış politikasında Amerikan gölgesinden kurtularak kendi başına hamleler yapmaya başlamıştır. Özellikle ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali, genç nesil Almanları Amerika konusunda olumsuz bir düşünceye yönlendirmiş ve ABD’yi savaş karşıtı eleştirilerin odak noktası haline getirmiştir. Bugüne kadar bu düşünceleri daha çok merkez sol SPD, aşırı sol Die Linke ve Yeşiller Partisi üstlense de, son yıllarda CDU/CDU gibi merkez sağ Hıristiyan Demokratlar ve aşırı sağ AfD gibi partilerde de ABD’ye yönelik eleştirel söylemlerin arttığı gözlemlenmektedir. Ancak Die Linke ve AfD gibi iki aşırı uçtaki parti dışında, diğer partilerin Washington’a yönelik muhalefetleri ılımlı ve yapıcıdır. “Ostpolitik” (Doğu siyaseti) ise, Willy Brandt döneminden başlayarak Alman dış siyasetinin kalıcı bir teması haline gelmiştir.

Berlin Duvarı’nın yıkılması

Batı Almanya-Doğu Almanya farklılıkları da Alman siyasi kültüründe halen önemli bir konudur. Duvar yıkıldığında başta büyük bir iyi niyet söz konusu olsa da, Wessilerle Ossilerin ilişkileri zamanla bozulmaya başladı. Wessiler (Batı Almanlar), Ossileri (Doğu Almanlar) kendi zenginliklerine ortak olmaya çalışan yoksul akrabaları olarak görmeye ve Doğu Almanlara özgü klişeler ve şakalar yaratmaya başladılar. Duvar yıkıldığında görüldü ki, Ruslar, Doğu Almanya’ya hiçbir yatırım yapmamıştı ve ülkenin ekonomik durumu çok kötüydü. Bu nedenle, birleşme sonrasında birçok eski tip fabrika kapatıldı ve Doğu Alman şehirlerinde işsizlik hızla yükseldi. Başta buna olumlu yaklaşan Batı Almanlar, daha sonraları ise kendilerinden alınan vergilerle Doğu Alman şehirlerinin fonlanmasına tepki göstermeye başladılar. Günümüzde bakıldığında, Doğu Almanya’da partizan siyasal aidiyetlerin Batı Almanya’ya kıyasla hala daha zayıf olduğu ve insanların kolaylıkla bir seçimden diğerine başka bir siyasal partiye yönelebildiği görülmektedir. Başta komünizme tepki nedeniyle bu bölgede CDU öne çıksa da, daha sonra SPD birinci parti olmuş, son yıllarda ise “Ostalgie” (Doğu nostaljisi) nedeniyle Sol Parti’ye (Die Linke) yönelim artmıştır. Son seçimlerde ise, Die Linke dışında AfD de Doğu Alman şehirlerinde yüksek oy oranlarına ulaşmıştır.[7] Dolayısıyla, işsizlik ve ekonomik sorunlar nedeniyle bu bölgenin radikal siyasi akımlara daha açık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Son dönemde Alman entelektüelleri özellikle ırkçı ve neo-Nazi gruplar konusunda uyarılarda bulunmaktadırlar. Nitekim Solingen faciası ve “Dönerci Cinayetleri”[8] gibi olaylar, Almanya’da hala tehlikeli bir ırkçı potansiyel olduğunu göstermektedir.

Willy Brandt

Okullar bağlamında değerlendirme yapılırsa, Almanya’da ABD, Birleşik Krallık ya da Fransa gibi ünlü okullardan ve onların siyasete ve iş yaşamına yoğun etkilerinden söz edilemez. Hatta Alman siyasetinde ön plana çıkan Willy Brandt gibi bazı liderler üniversite mezunu bile değillerdir. Alman siyasetçileri genelde Hukuk eğitimi almış kişilerdir. Kuralcı ve sistemsel düşünceyi ön plana alan bir toplum için, bu seçim, oldukça doğru bir yaklaşımdır. Ancak yaratıcılık ve toplumsal dönüşümler konusunda Hukuk branşından gelenlerin diğer alanlardan yetişenlere kıyasla geriden gelmesi ve normatif formasyonları nedeniyle değişim konusunda direnmeleri, ilerleyen yıllarda bir sorun teşkil edebilir. Alman siyasetinde hukukçular dışında ekonomistler de üst düzey görevlere sıklıkla gelebilmişlerdir. Ekonomi odaklı gelişen bir devlet olan Federal Almanya için, bu da anlaşılır ve gayet makul bir durumdur. Örneğin Ludwig Erhard’ın Ekonomi alanında doktorası vardır. Helmut Schmidt de SPD’li bir Şansölye olarak geçmişte çok başarılı olmuş ve Almanya’da işsizlik ve enflasyonu düşük tutmayı başarmıştır.

Roskin’e göre, Alman kişiliğinde romantizm ile realizm arasında bir bölünmüşlük söz konusudur. Almanlar, çoğu zamanlar çalışkan, tutumlu, temiz, düzenli, kuralcı, işbirliğine hazır ve aileye düşkün pragmatik gerçekçidirler. Ancak zaman zaman romantik bir damarları da ortaya çıkabilmektedir. Volkgeist’tan zevk alan besteci Richard Wagner, 19. yüzyıl Alman entelektüelleri, 1000 yıllık bir Reich inşa edeceklerini zanneden Nazi gençliği ve 1970’lerin aşırı solcu idealistleri, aslında kağıt üzerinde çok farklı siyasal çizgilerde olsalar da, işte hep bu Alman romantizminden beslenen kişi ve gruplardır. Son Alman romantikleri ise endüstri ve kirlenmeden uzak bir pastoral kır yaşamını özleyen “Yeşiller”dir. Ancak bu romantizm yönü dışında, Almanlar için başarı da çok önemli bir konudur. Sıkı çalışmak, daha fazla üretmek ve bunu başkalarına bildirmek Almanların köklü bir karakteristiği haline gelmiştir. Alman disiplini ve üretim başarısı, günümüzde de hem bilimsel çalışmalara, hem de sosyal medya esprilerine konu olan somut bir gerçekliktir.

Angela Merkel

Bunların dışında, Federal Almanya’da koalisyon hükümetleri kültürünün geçen yıllar içerisinde çok iyi oturduğunu ve bunun toplumda bir zayıflık olarak görülmediğini belirtmek gerekir. Otoriter rejimlerinin sakıncalarını çok iyi bilen Alman halkı, Angela Merkel gibi çok güvendikleri bir lider başta olsa bile, tüm gücün bir kişide toplanmasına karşıdır, hatta koalisyon hükümetlerinin daha başarılı sonuçlar üretebileceklerine samimiyetle inanmaktadırlar. Alman halkı, bu konuda şimdiye kadar yanılmamış ve ülkedeki bazı koalisyon hükümetleri gayet başarılı performanslar gösterebilmişlerdir. Ayrıca Almanya deyince bira ve futbol konularını da siyaset bağlamında bile gündeme getirmek mümkündür. Zira Türkiye’ye benzer şekilde futbolun çok sevildiği bu ülke, ayrıca dünyada en çok Oktoberfest olarak bilinen bira festivaliyle tanınmakta ve sempati uyandırmaktadır. Bunlar (bira ve Bundesliga), Almanya'nın son dönemde gelişen en önemli yumuşak güç unsurları olarak da değerlendirilebilir. 


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok: