30 Mayıs 2017 Salı

Türkiye’de Protest Müziğin Öncü İsmi Ahmet Kaya


Giriş
Ahmet Kaya (1957-2000)[1], Türkiye’de 1980’ler ve 1990’larda çıkardığı albümler ve verdiği konserlerle tanınmış, anne tarafından Türk, baba tarafından Kürt kökenli Türk Halk Müziği ve özgün müzik sanatçısıdır. Hem yorumcu, hem de besteci olan Kaya, 20’nin üzerinde albümü yayınlamış[2] ve onlarca bestenin sahibi olan çok üretken bir sanatçıdır. Türkiye’de siyasi motifli protest ve özgün müziğin geldiği en popüler noktayı temsil eden Ahmet Kaya’nın sanatçılığı toplumun tüm kesimlerince beğenilse de, sanatına da fazlasıyla yansıyan siyasi kimliği, sanat yaşamı boyunca kendisine sorunlar yaratmış ve hatta 1999 yılında hakkındaki suçlamalar nedeniyle Türkiye’den ayrılmasına ve Fransa’ya yerleşmesine neden olmuştur. Ahmet Kaya’nın hayatı ve müziği hakkında birkaç kitap da yayınlanmıştır. Ferzende Kaya’nın “Başım Belada”[3] adlı popüler kitabı dışında, Gam Yayınları tarafından hakkında bir resimli biyografi kitabı da yayınlanmıştır[4]. Bu yazıda Ahmet Kaya’nın hayatı ve siyasi görüşleri doğrultusunda oluşturduğu sanatçı kimliği incelenecektir. 


Ahmet Kaya gençken
Hayatı[5]
Ahmet Kaya, 1957 yılında Adıyaman’dan Malatya’ya göç etmiş olan bir ailenin 5. çocuğu olarak doğmuştur. Babası Sümerbank mensucat fabrikasında çalışan bir işçidir. İlkokulu Malatya’da okumuş ve müzikle 6 yaşında babasının hediye ettiği bağlama ile tanışmıştır. Okuldan geri kalan zamanlarında plak ve kaset satan bir dükkânda çalışmaya başlamış, ancak ailesinin geçim sıkıntısı çekmesi nedeniyle 1972’de İstanbul Kocamustafapaşa’ya göç etmişlerdir. Okulu bırakmak zorunda kalan Kaya, işportacılık ve çeşitli işyerlerinde çıraklık yapmıştır. Bu dönemde küçük bir yerleşim yerinden büyük bir şehre taşınmanın ve alışmanın sıkıntılarını yaşamıştır. 16 yaşında sol örgütler için yasadışı afiş basmaktan hapse atılmış, daha sonra da birkaç arkadaşıyla birlikte Halk Birimleri Derneği’nin çalışmalarına katılmıştır. Bu çalışmaları sırasında çeşitli etkinliklerde bağlama çalmaya devam etmiştir. Hatta Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan bir etkinlikte dönemin ünlü sanatçısı Ruhi Su ile tanışma fırsatı da bulmuştur. Kaya, 1978 yılında Gelibolu’da askerlik yapmış ve askeri orkestrada müzik çalışmalarına devam etmiştir. Askerlik dönüşünde ise Emine Kaya ile evlenmiş ve bu evlilikten 1987 yılında kızı Çiğdem doğmuştur.

Şafak Türküsü

Gençliğinde işsizlik sebebiyle ekonomik zorluklar çeken Kaya, bu dönemde eşinden de ayrılmış ve zor günler geçirmiştir. Hatta o dönemde ekonomik sorunlarından kurtulmak umuduyla -kendi deyimiyle “sistemin tersine hareket” ederek- isteyerek hapse girmeye çalışmıştır. Nihayetinde uzun uğraşılar sonucu çıkardığı “Ağlama Bebeğim” albümü 1984 yılında yayınlanmış ve Kaya için artık yeni bir hayat başlamıştır. Albümün yayınlanmasının ardından İstanbul Şan Tiyatrosu’nda küçük bir konser vermiş ve ismini duyurmaya başlamıştır. Bu albüm önce toplatılmış, fakat daha sonra albüm üzerindeki sansür kaldırılmıştır. 1985’te ikinci albümü “Acılara Tutunmak” yayınlanmıştır. O yıllarda şair Yusuf Hayaloğlu’nun kız kardeşi Gülten Hayaloğlu ile tanışmış ve albüm yayımlandıktan sonra, çift, evlenmişlerdir. Gülten Hayaloğlu (Kaya), o günlerde hapishanede idam cezasına mahkûm olan Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” adlı şiirini Ahmet Kaya'ya iletmiş ve Kaya’nın bu şiirden bestelediği aynı adlı şarkının sürüklediği ve Kaya’yı zirveye taşıyan üçüncü albümü (albümün adı da Şafak Türküsü'dür) 1986 yılında yayınlanmıştır. Kaya, bu albümde aranjör Oğuz Abadan’la çalışmış ve hemen hemen tüm besteleri kendisi yapmıştır. Aynı yıl dördüncü albümü olan “An Gelir”i de yayınlamıştır. 1987 yılında ise kızı Melis doğmuştur. Artık zirveye doğru hızlı adımlarla koşan bir sanatçıdır...

Gülten Kaya ve Ahmet Kaya

Gülten Hayaloğlu ile evlendikten sonra kardeşi Yusuf Hayaloğlu ve şiirleriyle tanışan Kaya, bu sayede Kürt Sorunu ile daha yakından ilgilenmeye başlamış ve Kürt kimliğini bizzat sahiplenmiştir. Nitekim sözlerinin çoğunluğunun Yusuf Hayaloğlu’na ait olduğu “Yorgun Demokrat” adlı beşinci albümünü 1987 yılında yayınlamış ve büyük bir çıkış yakalamıştır. 1988 yılındaysa, sadece iki şarkının söz yazarlığını Hayaloğlu’nun yaptığı ve diğer eserlerin sözleri tanınmış şairlerin şiirlerinden oluşan “Başkaldırıyorum” adlı olaylı albümü çıkmıştır. Giderek ün kazanan, ama aynı zamanda Kürt kimliğine ve davasına sahip çıkan sol görüşleri nedeniyle sağ çevrelerde ve devlet katında tepki çekmeye başlayan Kaya, artık Türkiye’de herkes tarafından tanınan bir isim haline gelmiştir. 1989 yılında sadece bağlama ve vokal ile oluşturduğu konserlerinden bir derleme olan “Resitaller-1” adlı albümü yayınlanmıştır. Yine aynı yıl, Osman İşmen’in düzenlemesiyle, sözlerinin büyük çoğunluğunu Hayaloğlu’nun yazdığı “İyimser Bir Gül” albümü de çıkmıştır. 1990 yılında ise, “Resitaller-1” albümünün devamı niteliğinde olan “Resitaller-2” albümü yayınlanmıştır. Aynı yılın Ekim ayında, yine çeşitli şairlerin şiirlerinden oluşan “Sevgi Duvarı” isimli albümünü piyasa sürmüştür. Bu albümün ardından yayınladığı “Şarkılarım Dağlara” albümü ise, basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmış ve Kaya’yı Türkiye’nin en çok satan müzisyeni haline getirmiştir. Ancak bu albümde yer alan “Özgür Çağrı” isimli şarkısında geçen “Ağabeyin bir gün dağdan döner, sarılırsın yavrucağım” sözü[6] nedeniyle albüm toplatılmış ve Kaya’nın Türkiye’de konser vermesi bir süre yasaklanmıştır. Kaya, 1990 yılında “Tatar Ramazan” ve 1992 yılında “Tatar Ramazan Sürgünde” adlı popüler Kadir İnanır filmlerinin müziklerini yapmış ve yine büyük beğeni toplamıştır. 1994 yılında prodüksiyonunu Gülten Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun yaptığı, Kanal D’de yayınlanan “Ahmet Abi’nin Vapuru” programını yapmış ve televizyonculuğu da denemiştir. Bu program sadece 13 hafta sürmüş ve birçok tartışma yaratmıştır. Örneğin, programa suç örgütü lideri olduğu iddia edilen ülkücü işadamı Nihat Akgün’ün katılması ve Jet-Pa’nın programın sponsorluğunu yapması sol çevrelerden büyük eleştiriler almıştır.

Ahmet Kaya’dan Tatar Ramazan filmi tema müziği

10 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin Princess Otel’de düzenlenen ödül töreninde “yılın en iyi sanatçısı” ödülünü alan ve ödül konuşmasında “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını biliyorum.” diye konuşan Kaya, bu konuşmasının ardından masasında çatal-bıçakların fırlatıldığı sert tepkilere maruz kalmıştır. Şimdilerde Kürtçe albüm yapmak, konuşmak ve kitap yayınlamanın gayet olağan olduğu Türkiye’de o yıllarda hâkim olan faşist hava, bu olaydan da net olarak anlaşılabilir.

Olaylı ödül gecesi

Bu olayın hemen sonrasında, 1993 yılında Berlin’de Kürt İşadamları Derneği’nin düzenlediği bir gecede verdiği iddia edilen bir konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanması üzerine “Bölücü PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde toplam 10,5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açılan Kaya[7], sıkıntılı adli süreçler ve aşırı milliyetçi tepkilerin can güvenliğine yönelik tehlikeler oluşturmasının da etkisiyle, aynı yıl Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştır. 16 Kasım 2000’de “Hoşçakalın Gözüm” isimli albümünün kayıtlarını yaparken, Paris’in Porte de Versailles semtindeki evinde bir gece kalp krizi sonucu hayatını kaybeden Kaya, 17 Kasım 2000’de 30.000’in üzerinde kişinin katıldığı törenle Paris’in ünlü Père Lachaise Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Yorgun Demokrat

Müziği
Ahmet Kaya, gazeteci-yazar Can Dündar’ın Unkapanı plakçılarından alıntılayarak söylediği “devrimci arabesk”[8] yakıştırmasına uygun düşen popüler ve halkçı tarzına karşın, kesinlikle sığ ve anti-entelektüel bir sanatçı olmamıştır. İnanılmaz beste yeteneği ve tok sesinin ve kendine özgü yorumunun sürüklediği muhteşem vokalinin dışında, birçok eserinin ünlü şairlerin eserlerinden seçilmiş olması, Kaya’nın ciddi bir entelektüel olduğunun somut göstergesidir. Ahmet Kaya’nın şiirlerinden şarkı bestelediği en önemli şairler ise Nazım Hikmet ve Attila İlhan’dır. Kaya, Nazım Hikmet’in 2 (Aynı Daldaydık-Hasret, Şeyh Bedrettin Destanı), Attila İlhan’ın ise 7 şiirine (Sen İnsansın-Lilişan, Hiçbir Şeyimsin, Tut Ki Gecedir, Mahur Beste, An Gelir, Böyle Bir Sevmek, Cinayet Saati)[9] notalarıyla ve sesiyle can vermiştir. Ayrıca Yusuf Hayaloğlu, Ahmed Arif, Can Yücel, Yılmaz Odabaşı, Nihat Behram, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Ülkü Tamer de Kaya’nın şiirlerini bestelediği sanatçılar arasındadırlar.[10] Sol kültürü bilen ve edebiyatla içli dışlı olan Kaya, bu nedenle kesinlikle alelade bir başarının kahramanı olarak değerlendirilemez. Ayrıca Ahmet Kaya’nın iyi bir bağlama virtüözü olduğu ve birçok enstrümanı çalabildiği de unutulmamalıdır.

Cinayet Saati

Ahmet Kaya’nın müzikal başarısı incelendiğinde, birkaç unsurun net olarak öne çıktığı söylenebilir. Bunlardan ilki, 12 Eylül sonrasında Türkiye’de İslamcı otoriter ve milliyetçi militarist politikalarla kurgulanan baskı rejimine karşı ezilen kesimlerin sesi olmasını sağlayan “isyan” temasıdır. Kaya’nın tok sesiyle hayat verdiği isyan kokan ve halkı sokağa mücadeleye çağıran şarkılar, 1980’lerden itibaren Türk ve Kürt halklarında büyük izler bırakmıştır. Ahmet Kaya’yı seven ve dinleyenler arasında her kesimden insanın bulunmasının sebebi de aslında budur. Zira aslında solcu ve Kürt hakları aktivisti olan Kaya, isyan temasını yansıtan görüşleri nedeniyle ülkücü ve İslamcı siyasi çevrelerde de gizli gizli hayranlıkla dinlenen bir sanatçı olmayı başarmıştır. Bu isyan teması, Kaya’nın şarkılarında hem sözler, hem de tınılar yoluyla dinleyicilere mükemmel bir şekilde aktarılmış ve ortaya çok kuvvetli bir politik ajitasyon konulmuştur.

Kum Gibi

Ahmet Kaya’nın efsanevi bir sanatçı niteliği kazanmasında etkili olan ikinci önemli unsur, Ahmet Kaya’nın harikulade vokal yeteneğidir. Böylesine kendisine özgü bir ses ve güçlü bir yorum, Kaya’nın hakikaten de dünyada çok az sanatçıda görülebilen nadir bir yeteneği olduğunu ispatlamaktadır. Hatta bu nedenle, 1990’larda birçok yeni protest müzik sanatçısı müzikal kariyerlerine Ahmet Kaya’yı taklit etmeye çalışarak başlamışlardır. Kaya’nın vokaline alışanlar için, ondan sonra kimse aynı tadı vermemiştir bile denilebilir. Davudi sesi ve kendisine özgü vurgulamaları, Ahmet Kaya’yı benzersiz bir sanatçı mertebesine ulaştırmıştır.

Ağladıkça

Ahmet Kaya’yı büyük bir sanatçı mertebesine taşıyan üçüncü önemli unsur ise, Kürt halkının kimlik mücadelesine destek çıkan Kürt kökenli ve sol görüşlü bir sanatçı olmasıdır. Zira 1980’lerden başlayarak PKK terörü nedeniyle çeşitli tepkiler oluşsa da, aslında Türk aydınlarının büyük çoğunluğu da 12 Eylül rejiminin Kürtçe’yi yasaklamak ve Diyarbakır Cezaevi’nde insanlık dışı uygulamalar yapmak gibi politikalarını benimsememiş ve Kürt halkının kimlik mücadelesine destek vermiştir. Ancak Kaya’nın bu mücadeleyi desteklerken zaman zaman PKK gibi terör örgütlerine destek verdiği yönünde bir intiba yaratması, hakkındaki önyargıları güçlendirmiş ve sanatsal başarısının önünü kesmiştir. Örneğin, PKK bayraklarının ve Abdullah Öcalan posterlerinin asılı olduğu bir konserinde söylediği “Vallahi Apo’yu özledik” sözleri[11], Ahmet Kaya’nın Türk hayranlarında tepki ve hayal kırıklığı yaratmıştır. Zira bu gibi hareketler, sanatçının barış yanlısı duruşuna yakışmayan ve terörizme arka çıkan mesajlar gibi algılanmıştır. Ancak Ahmet Kaya’nın Türkiyeli bir Kürt sanatçı olarak doğru düzgün Kürtçe bile bilmediği ve eserlerini Türkçe yazdığı ve seslendirdiği de düşünüldüğünde, onun mücadelesinin Kürtlükten daha çok eşitlik mücadelesi olduğu da düşünülebilir. Zira Kaya’nın örnek aldığı Attila İlhan, Zülfü Livaneli, Nazım Hikmet gibi sanatçılarda da var olan asıl önemli motif, eşitlik ve özgürlük arayışıdır. Ayrıca Kaya’nın Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e de büyük bir modernist olarak baktığı ve hayranlık duyduğu kayıtlara geçmiş bir konudur. Bu nedenle, bir siyasetçi ya da fikir adamı olmayan sanatçı Ahmet Kaya’nın bu tarz hatalarını, bir sanatçının siyaseten yalpalamaları veya gündem yaratma çabaları olarak yorumlamak kanımca daha doğru olur.

Ahmet Kaya’dan Atatürk yorumu

Sonuç
Türkiye’de protest müziği zirveye taşıyan Ahmet Kaya’nın ne kadar önemli ve büyük bir sanatçı olduğu, Türkiye’de vefatı ardından daha da iyi anlaşılmıştır. Zira Ahmet Kaya’dan beri hiçbir Türkiyeli sanatçı bu denli popüler olamamış ve bu kadar yüksek satış grafiklerine ulaşamamıştır. Kendisinin halkın içinden çıkmış mütevazı bir kimse olması da bu istisnai başarısında kuşkusuz çok etkili olmuştur. Kaya, 1990’larda yükselen Kürt hareketinin ve genel olarak otoriter devletçiliğe karşı gelişen isyan güdülerinin sözcüsü durumuna gelmiş çok önemli bir politik sanat figürüdür. Ahmet Kaya hakkında kanımca çok daha kapsamlı akademik araştırmalar yapılmalıdır. Ayrıca kendisi Türk-Kürt kardeşliğinin geliştirilmesi adına da -aynı Yılmaz Güney ve İbrahim Tatlıses gibi- desteklenecek bir isim olarak görülebilir. Sevap ve günahlarıyla bu dünyadan geçen Ahmet Kaya’yı buradan saygıyla anıyorum…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; http://www.ahmetkaya.com.
[2] Ahmet Kaya diskografisi için;
[5] Biyografisi buradan alınmıştır; https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_Kaya.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Reputation Institute Saygınlık Endeksi


1997 yılında kurulan Reputation Institute (Saygınlık Enstitüsü), ülkeler ve firmalar hakkında son yıllarda yaptığı araştırmalarla adından söz ettiren bir kuruluştur.[1] Zira Reputation Institute, geliştirdiği bilimsel kriterler doğrultusunda dünyadaki farklı ülkeler ve firmaların saygınlıklarını ölçmeyi amaçlayan araştırmalar yapmakta ve bunları kamuoyuyla paylaşmaktadır. Bu yazıda, Reputation Institute’ün 2016 yılında ülkeler için ve 2017 yılında ise firmalar için yaptığı araştırmaların sonuçları özetlenecektir.

Reputation Institute 2016 Yılı En Saygın Ülkeler Endeksi[2]
Sonuçlara göre; 2016 yılında 16 faktör göz önünde bulundurularak (güvenlik, güzellik, insanlara yaklaşım vs.) G8 ülkelerinden 48.000 kişiyle yapılan detaylı anket ve mülakatlar sonucunda hazırlanan araştırmada, İsveç, dünyanın en saygın ülkesi olarak ilan edilmiştir.[3] İsveç’in ardından ilk 10 sırayı alan ülkeler ise şöyle sıralanmışlardır: (2) Kanada, (3) İsviçre, (4) Avustralya, (5) Norveç, (6) Finlandiya, (7) Yeni Zelanda, (8) Danimarka, (9) İrlanda ve (10) Hollanda. İlk 10 ülkeye bakıldığında; bunlardan 7 tanesinin Avrupa, 2 tanesinin Okyanusya ve 1 tanesinin Kuzey Amerika’da olduğu görülmektedir. İlk 25 listesine bakıldığında ise, 16 ülkenin Avrupa’dan (ilk 10’daki 7 ülkeye ek olarak Avusturya, İtalya, Birleşik Krallık, Fransa, Belçika, İspanya, Almanya, Portekiz, Çek Cumhuriyeti), 3 ülkenin Asya (Japonya, Singapur, Tayvan), 3 ülkenin Orta ve Güney Amerika (Kosta Rika, Peru, Brezilya) 2 ülkenin Okyanusya (ilk 10’daki Avustralya ve Yeni Zelanda) ve 1 ülkenin Kuzey Amerika (ilk 10’daki Kanada) kıtasından olduğu görülmektedir.
2016 yılı en saygın 10 ülke listesi

Yine 2016 yılı sonuçları incelendiğinde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Belçika’nın saygınlıklarında ciddi oranda azalma, Fransa ve Rusya’da ise hızlı bir yükselme olduğu görülmektedir. Ayrıca ilginç bir tespit, Türkiye, Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin dışarıdaki saygınlıkları ortalama düzeyde olmasına karşın, kendi ülkelerinde çok büyük saygı gördüklerine dair halkın kuvvetli bir inancının olmasıdır.

Reputation Institute 2017 Yılı En Saygın Firmalar Endeksi[4]
Kuruluşun 2017 yılının en saygın olarak algılanan firmalarını belirlemek için yaptığı araştırma incelendiğindeyse, karşımıza şöyle bir ilk 10 listesi çıkmaktadır:

2017 yılının en saygın 10 firması

İlk 10’da yer alan firmalar içerisinde 3 Amerikan (Walt Disney, Google, Intel), 2 Japon (Canon, Sony), 2 Alman (Bosch, Adidas), 1 İsviçre (birinci olan Rolex), 1 Danimarka (Lego) ve 1 Birleşik Krallık (Rolls-Royce) markasının olduğu görülmektedir. Rolex, özellikle 7 konuda (yüksek kalitede ürün ve hizmet sunmak, kalitesine uygun düşen fiyatlar sunmak, tüketicilerin ihtiyaçlarına karşılık vermek, ürün ve hizmetlerinin arkasında durmak, toplum üzerinde olumlu etki yaratmak, etik davranmak ve dürüst iş yürütmek) yarattığı müthiş algılama sayesinde ankette tüm dünyada en çok güven veren ve saygın olarak görülen firma olmayı başarmıştır.

Bu tarz araştırmaların elbette ürünlerin ve hizmetlerin kalitesi ya da bir ülkedeki yaşam standartlarının yüksekliğinden çok, bu ülke ve firmaların dışarıda algılanmalarını ölçen yapıda olduğunu unutmamak gerekir. Zira aslında dünyanın her ülkesinde finansal durumlarına göre iyi veya kötü halde yaşayan insanlar vardır. Ancak algının da günümüzde çok önemli hale geldiği, zira turizm başta olmak üzere birçok sektörün gelişiminde algıların önemli rolünün olduğu unutulmamalıdır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



22 Mayıs 2017 Pazartesi

Tanıl Bora'dan 'Türkiye'de Liberalizm'


Türkiye’de son dönemde entelektüel hayata yaptığı özgün katkılarla dikkat çeken Tanıl Bora[1], geçtiğimiz haftalarda Cereyanlar – Türkiye’de Siyasi İdeolojiler adıyla[2] Türkiye’deki ideolojik akımların geçmişini incelediği 926 sayfalık faydalı bir eser kaleme almıştır. İletişim Yayınları tarafından basılan kitap, “Geç Osmanlı Zihniyet Dünyası”, “Modernleşme, Batı ve Batıcılık”, “Kemalizm”, “Milliyetçilik”, “Türkçülük ve Ülkücülük”, “İslamcılık”, “Liberalizm”, “Sol”, “Feminizm” ve “Kürt Ulusal Hareketi” başlıklı 11 bölümden oluşmakta ve bu bölümlerde adı geçen ideolojik akımların Türkiye’deki geçmişi ve öncüleri araştırılmaktadır. Kitabın, ilerleyen yıllarda önemli bir kaynak kitap haline gelmesi ve çeşitli yüksek öğretim derslerinde akademisyenler tarafından kullanılması muhtemeldir. Bu yazıda ise, kitaptaki “Liberalizm” bölümü özetlenerek, tarafımdan yapılacak çeşitli eklemelerle Türkiye’deki liberalizmin kısa geçmişi anlatılacaktır.
 Tanıl Bora

Milli Görüş ve Türkiye’deki İslamcı hareketin kurucu ve öncü lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından “renksiz görüş” olarak tanımlanan liberalizm, hakikaten de Türkiye’de hem halk, hem de entelektüeller nezdinde heyecansız, halka tepeden bakan ve tuzu kuru bir dünya görüşü olarak algılanagelmiştir. Türkiye’de genelde kimsenin pek üstlenmek istemediği bir ideoloji olan liberalizm, sağda daha çok otoriterlik eleştirilerine karşı bir kalkan olarak kullanılmakla yetinilir. Solda ise durum daha da kötüdür; zira dünyanın en prestijli ve tarihi geçmişi olan ideolojilerinden biri olmasına karşın, liberalizm, Türkiye’de sol çevrelerde daha çok kaypaklık gibi algılanır. “Liboş” gibi dilimize geçmiş bazı popüler sözcükler, Türkiye’de liberalizme karşı olan sağlıksız bakışı yansıtmaktadır. Ancak herkesin kabul ettiği bir gerçek, Türkiye’de liberalizmin yeterince gelişmediği ve köksüz olduğudur. Peki durum gerçekten böyle midir ve Türk siyasal tarihinde liberalizmle özdeşleştirilebilecek önemli siyasi figür ve hareketler nasıl sıralanabilir?


Cereyanlar

Tanıl Bora, kitabındaki “Liberalizm” bölümüne tek-parti döneminin önemli isimlerinden olan ve Türkiye İş Bankası’nın kurucusu olarak haklı bir şöhrete sahip olan Celal Bayar’la başlamakta ve Osmanlı dönemini esgeçmektedir. Demokrat Parti döneminde daha sonra (1950-1960) 10 yıl Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı olarak görev yapan ve gençliğinden itibaren İttihat ve Terakki hareketi içerisinde yer alarak Milli Mücadele’ye ve vatan savunmasına büyük katkı sağlayan Bayar, hakikaten de liberalizm ideolojisini Türkiye’de ilk sahiplenen kişilerden olmuştur. Ancak 1920’lerin ve 1930’ların devletçi ekonomiler dünyasında, Bayar’ın liberalliği daha çok devletin kalkınma stratejisinde serbest piyasa ekonomisi ve özel teşebbüsü savunmakla sınırlı kalmıştır. Nitekim planlamayı merkeze alan Cumhuriyet ideolojisi (Kemalizm) için, liberalizm, uzun süre lakaydı bir ideoloji olarak kalmıştır. Daha kötüsü, liberalizmin milli kalkınmaya engel olacağı yönündeki endişeler nedeniyle, bu ideolojinin emperyalizmin bir ürünü olarak değerlendirilmesidir. Özellikle Kadro dergisinin yayınlarına bakıldığında, devletçi-korumacı bu sol anlayış rahatlıkla görülebilir. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “laissez-faire, laissez-passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganıyla tanınan liberalizm, günümüzde bile yeterince ciddiye alınan bir ideoloji olmaktan uzaktır. İşadamı Besim Tibuk’un kurduğu ve Cem Toker’in yıllarca uğraş verdiği Liberal Demokrat Parti’nin (LDP) makul politika önerilerine karşın Türkiye’de ulaştığı düşük oy oranları, durumun vahametini göstermektedir. Yine de, Cumhuriyet tarihi boyunca liberal girişimler ve düşünceler hep var olmuştur.

Celal Bayar

Tek-parti dönemine bakıldığında, liberalizmin daha çok muhalefet tarafından sahiplenildiği görülür. Örneğin, Birinci Meclis’te yer alan saygın vekillerden Hüseyin Avni Ulaş (1887-1948), piyasa ekonomisi savunusuyla o dönem diğer vekillerden ayrılmıştır. Ulaş, piyasa ekonomisine devletin karışmaması durumunda daha iyi sonuçlar alınabileceğini düşünmüş (kendi ifadesiyle “iktisat amillerini rencide etmemek gerektiği”) ve bu görüşe inanmıştır. Bu, İttihatçı dönemde etkili olan ve tutarsız bir liberal olarak nam salan Cavit Bey’den (1887-1926) beri bazı Türk aydınların benimsediği bir görüş olmuş ve Türkiye’de ekonomik liberalizmin temel dayanağını oluşturmuştur. Ahmet Ağaoğlu (1869-1939) ise, bu dönemde Cumhuriyetçi fikirlerin istibdada varabileceği ve siyasi iktidarı sınırlamak gerektiği yönündeki görüşleriyle siyasal liberalizm alanında fikir üreten ender aydın ve siyasetçilerden birisi olarak dikkat çeker. Tek-parti döneminde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka gibi kurulan muhalif partiler de Cumhuriyet Halk Partisi’ne kıyasla daha liberal partiler olarak algılanmışlardır. Yine İttihatçı dönemden beri bilinen bir siyasal ve entelektüel figür olan Prens Sabahattin ve Halide Edip Adıvar-Adnan Adıvar çifti, erken dönem Türk liberalizminin öncü isimleri olarak sıralanabilirler. Prens Sabahattin, İttihatçıların merkezden yönetim geleneğine karşı yerinden yönetimi (âdem-i merkeziyetçilik) savunmasıyla bilinmiştir. Adıvar çifti ise, Batı’yı Batı yapanın ferdi hürriyetler ve insan hakları olduğuna inanmış ve klasik liberalizmi siyasal alanda savunmaya gayret etmişlerdir. Ancak tek-parti döneminin TBMM egemenliğine dayalı milliyetçi popülizm dalgası içerisinde, bu tarz muhalif çıkışlar ve bu gibi liberal entelektüel ve siyasetçiler oldukça cılız/etkisiz kalmışlardır. Dolayısıyla, liberalizmin yükselişi ancak 1940’ların sonunda Demokrat Parti’nin (DP) kuruluşuyla mümkün olabilmiştir.

Ali Fuat Başgil

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimleri ardından tek-parti dönemine son veren Demokrat Parti, aslında tam anlamıyla liberal bir parti değildir; daha çok liberal-muhafazakâr bir sentez üzerine kurulmuştur. Liberal aydınlar, muhafazakâr tabana ulaşmayı ve onların reaksiyoner tavırlarını dizginlemeyi modern bir siyasi geleceğe ulaşmak için bir araç olarak görürken, muhafazakâr siyasette bu durum normal ve kalıcı olarak benimsenir. Bu nedenle, DP, ilk yıllarında liberalizme, ilerleyen yıllarında ise muhafazakârlığa yakın bir parti görünümü çizmiştir. Türkiye’de her daim etkili olan liberal- muhafazakâr sentezin oluşmasında Ali Fuat Başgil’in de ciddi etkisinden söz edilebilir. Başgil (1893-1967), tek-parti döneminin klasik otoriter akademisyenlerinden biriyken, 1939 yılında zorunlu ders kitabı uygulamasına karşı çıkarak liberalizme yelken açmıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilan edildiği olumlu küresel atmosferden de faydalanarak, 1947’de Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuş ve siyaseten de etkili olmaya başlamıştır. DP’liler tarafından kısa sürede benimsenen bir Ordinaryüs Profesör olan Başgil, Paris ve Grenoble üniversitelerinde aldığı Fransız eğitimi ve yüksek kültürüyle liberal bir entelektüel portresi çizmiştir. Özellikle 1954 tarihli Din ve Laiklik kitabı çok dikkat çekmiş ve laiklik tartışmalarında bir kılavuz eser işlevi görmüştür. Başgil, Türkiye’nin laik bir devlet olmadığını ve Osmanlı’daki “dine bağlı devlet”ten, Türkiye Cumhuriyeti ile “devlete bağlı din” modeline geçildiğini iddia etmiştir. Bu nedenle, Başgil, din alanında devletin patronajının kırılmasını ve sahici bir laiklik kurulmasını savunur. Bu, DP döneminde etkili olan heterodoksi (halk İslam’ı) düşüncesi ve tarikat ve cemaatlerin bu dönemde güçlenmesiyle somutlaşan etkili bir düşüncedir.

Adnan Menderes

Demokrat Parti içerisinde liberalizm ideolojisi bir ölçüde var olmuş ve temsil edilmiştir. Özellikle Celal Bayar’la özdeşleşen bu akımın Başbakan Adnan Menderes’i de etkilediği kolaylıkla görülebilir. DP, özellikle muhalefette olduğu 1946-1950 döneminde liberal bir parti görünümü arz etmiştir. Hatta bu dönemde, Bayar-Menderes ikilisi, çok partili rejime geçişi “Atatürk devrimlerini tamamlamak” olarak lanse etmişlerdir. Zaten DP’nin kuruluşu bile toprak mülkiyetini ve mal-mülk haklarını hiçe sayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun CHP tarafından gündeme getirilmesiyle mümkün olmuştur. Dörtlü Takrir olayı ardından, Menderes-Bayar liderliğinde DP kurulur. Menderes, DP’nin bu ilk yıllarında partisini “CHP’nin birkaç adım solunda” olarak bile tanımlamıştır. Burada kastedilen sol ise, elbette bireysel özgürlüklere, din-vicdan hürriyetine ve serbest piyasa ekonomisine devletçi-otoriter CHP’ye kıyasla daha fazla önem verilmesidir. İktidara gelince ise, DP, liberalizmden çok demokrasi ve “milli irade” olgusuna önem vermeye başlamıştır. Seçim kazanmak ve bu yolla ülkeyi herhangi bir engellemeye maruz kalmadan yönetmek, DP için en temel hedef ve en güçlü siyasi argüman olmuştur. Bu yönüyle, DP, günümüzün popülist sağ partilerine benzer bir yapıdadır. Özellikle işlerin kötü gittiği dönemlerdeyse, liberallik tamamen unutulmuş ve muhalif basın-yayın organları ve siyasetçilere yönelik baskıcı otoriter-devletçi politikalar benimsenmiştir. Bu durum, günümüzdeki AK Parti (Recep Tayyip Erdoğan) rejimiyle de büyük benzerlikler gösterir. DP dönemini analiz eden sosyalist aydın Ahmet İnsel, bu partiyi “liberal devletçi” olarak tasnif eder. Nitekim DP, yerli (Türk-Müslüman) burjuvaziyi geliştirmek amacıyla bazı açılardan son derece korumacı politikalar izlemiş ve küresel sermaye ile ilişkisi sınırlı olmuş bir partidir. Menderes’in temel amacı daima ekonomik büyüme olmuş ve bu uğurda zaman zaman liberal ilkeler hiçe sayılmıştır. Çağlar Keyder’in ifadesiyle “ABD’ye yönelik abartılı bir işbirlikçi istek” politikası da Menderes ve DP döneminin en önemli karakteristiklerindendir.

DP’nin liberalizmden saparak otoriter politikalara yönelmesi, zamanla CHP çevrelerinin liberal argümanları kullanmasına neden olmuştur. Örneğin, 1954 yılında yayın hayatına başlayan Forum dergisi, önce liberal Hürriyet Partisi’ni desteklemiş, ama giderek CHP’ye yakın bir çizgide yayın yapmaya başlamıştır. “Sosyal liberal” çizgideki bu dergide Aydın Yalçın ön plana çıkarken, Şerif Mardin, Coşkun Kırca, Turan Güneş ve Mümtaz Soysal gibi isimler de yer almışlardır. “Fikir meydanıdır” sloganıyla çıkan Forum, DP’nin özgür gazetecilik ve yayıncılığı engelleyen politikalarına büyük tepki göstermiştir. Dergi, Tanıl Bora’ya göre 1961 anayasasına ilham kaynağı olan demokrat fikirlerin kaynağı olarak bile gösterilebilir. İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker’in çıkardığı Akis dergisi de, bu dönemde liberal argümanları kullanan CHP yanlısı Kemalist bir dergi olarak dikkat çekmiştir.

Süleyman Demirel

1960’larda liberalizm ideolojisi tüm partilerde farklı ölçülerde temsil edilmiş; ama bu geleneği en çok DP’nin ardılı olan Süleyman Demirel’li Adalet Partisi (AP) üstlenmiştir. Ancak Demirel, merkez sağ bir siyasetçi olarak en az liberal olduğu kadar da muhafazakârdır. Ayrıca dönemin gereği olarak kalkınmada devletçi politikalara ve devlet eliyle sanayileşmeye ağırlık vermiştir. Buna karşın, dönemin abartılı sosyalist muhalefetinden farklı olarak piyasa ekonomisine verdiği değer ve yabancı yatırımları teşvik etmesi, onu liberal çizgiye yakınlaştırır. Menderes’in ardından sağın yeni lideri olarak demokrasi vurguları ve “milli irade” kavramı da Demirel siyasetinde etkili olmuştur. Ancak Menderes’in başına gelenleri bizzat gören Demirel, bu konuda daha dikkatli olmuş ve devlet kurumlarıyla (özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri) çatışma yaratmamaya gayret etmiştir. Demirel’in siyasi çizgisinde pragmatizm anlayışı da çok ağır basar. Halk ağzıyla “dün dündür, bugün bugündür” olarak ifade edilen Demirel’in pragmatizmi, sosyalist teorinin uçuk bazı fikirlerinin devletlerin, toplumların ve hatta bireylerin hayatlarını doğrudan etkilediği bir dönemde, günlük siyasetin doğasına uygun önemli bir açılımdır ve liberaller tarafından bir can simidi olarak görülmüştür. Ancak 1960’larda liberal çoğulculuğa yakın duran Demirel ve AP, aynı Menderes’in son yılları gibi 1970’lerde büyük bir dönüşüm geçirmiş ve yükselen sol hareketler ve uluslararası komünizm tehlikesine karşı “Milliyetçi Cephe” hükümetleri kurarak, dinci (İslamcı) ve milliyetçi sağ, hatta aşırı sağ bir çizgiye kaymıştır.

Turgut Özal

1980’lerde liberalizm ise Başbakan Turgut Özal’ın kurduğu ANAP (Anavatan Partisi) içerisinde yer alan dört eğilimden biri olarak temsil edilmeye devam etmiştir. Türkiye’nin özelleştirmelerle hızla neoliberalizm yörüngesine girdiği bu dönemde, Özal, TSK’nın ve 12 Eylül darbe rejiminin temsil ettiği devletçi ve kontrollü kapitalizme karşı liberal kapitalizmi savunarak ön plana çıkmış ve özgürlükçü çevrelerden destek almıştır. Özal, Menderes ve Demirel’in yaptığı liberalizm-muhafazakârlık sentezini bir adım ileri götürerek, liberalizm-İslamcılık sentezi yapmayı başaran ilk politikacıdır. Özal döneminde, Türk entelektüel hayatında da liberalizm etkili olmaya başlamış ve Amerikan tipi fikirler Türk zihin dünyasında ilk kez ciddi şekilde etkili olmuştur. Örneğin, Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Cüneyt Ülsever ve Yavuz Gökmen gibi aydınların oluşturduğu “İkinci Cumhuriyetçilik” akımı, Özal sayesinde çok etkili olmuş ve Türkiye’de liberal bir tabanın -en azından entelektüel camiada- oluşmasına önayak olmuştur. Marksist-Liberal adlı kitabında soldan (Marksizm) gelen bir aydın olarak İkinci Cumhuriyet fikri ve liberalizm ideolojisine nasıl yaklaştığını anlatan Mehmet Altan, sosyalist babası Çetin Altan’dan ve romancı ağabeyi Ahmet Altan’dan sonra Türkiye’de etkili olan 3. Altan olmayı başarmıştır. Tanıl Bora’ya göre, Nokta dergisi gibi yayın organları sayesinde bu dönemde “hayat tarzı liberalizmi” denebilecek bir akım da ortaya çıkmıştır. Serdar Turgut, Mine Kırıkkanat ve Engin Ardıç gibi bazı köşeyazarları, bu dönemde taşralılara ve magandalara karşı şehirli değerleri savunan liberal elit figürler ve en dikkate değer “hayat tarzı liberalizmi” savunucuları olarak sayılabilirler. Ayrıca Yahya Tezel, Asaf Savaş Akat ve Coşkun Can Aktan gibi liberalizm savunusu yapan iktisatçı akademisyenler de bu dönemin popüler yüzlerindendir. Buna karşın, liberalizm hala şehirli dar bir zümreye hitap etmektedir ve halk nezdinde bir karşılığı yoktur. Nitekim liberallerin yere göğe sığdıramadıkları Özal, halktan oyu daha çok CHP karşıtlığıyla, dini cemaat-tarikat bağlarıyla, Kürt kimliğiyle ve İslami argümanlarıyla almaktadır.

1990’larda ise, 28 Şubat süreci öncesi ve sonrasında etkili olan Liberal Düşünce Topluluğu’ndan (LDT) bahsetmekte yarar vardır. Aydın Yalçın’ın 1970’lerde yayınladığı Yeni Forum’un içinden çıkan LDT, Atilla Yayla ve Mustafa Erdoğan gibi sağ-ülkücü gelenekten gelen aydınlar dışında, sol-Marksist gelenekten yetişen aydınları da kapsayan ciddi bir entelektüel girişimdir. Bora’ya göre, LDT’te Friedrich August von Hayek’in etkisi belirgindir. “Asgari devlet, azami serbest piyasa” görüşünü savunan LDT, 28 Şubat askeri müdahalesine (1997) karşı çıkarak muhafazakâr kesimde takdirle karşılanmış ve taban bulmaya başlamıştır. Nitekim LDT, kuruluşu döneminde AK Parti’ye büyük destek vermiş ve bazı konularda bu partiye ideolojik önderlik bile yapmıştır. Ancak LDT’de de ilerleyen yıllarda çatlaklar ortaya çıkmıştır. Atilla Yayla gibi bazı liberaller, tüm yanlışlara ve baskıcı politikalara karşın hükümete yönelik angajman anlayışlarını değiştirmezken, Mustafa Erdoğan gibi başka tür liberaller, hükümetin devletçi-otoriter politikaları nedeniyle Erdoğan rejimiyle yollarını ayırmışlardır. Gülay Göktürk de, sansasyonel liberteryen çıkışlarıyla 1990’ların önemli bir siyasi-entelektüel figürüdür. 1990’lardan bahsederken, karizmatik işadamı Cem Boyner’in kurduğu liberal çizgideki yeni bir siyasi parti olan Yeni Demokrasi Hareketi’nden (YDH) de söz etmek gerekir. Asaf Savaş Akat, Cengiz Çandar, Can Paker, Etyen Mahçupyan, Mehmet Altan, Kemal Derviş ve Kemal Anadol gibi popüler siyasi ve entelektüel kişileri de barındıran ve 1995 genel seçimlerine çok iddialı giren YDH, seçimde yalnızca % 0,48 oy alınca kısa sürede kapatılmıştır. Bu dönemde Besim Tibuk’un kurduğu LDP ise, tahrikçi ideolojik söylemi ve kışkırtıcı üslubuyla (örneğin, Tibuk, “vergi düşmanı” bir parti olduklarını açıklamış ve futbol maçlarının rating oranlarını arttırmak için ofsayt kuralını iptal etmeyi önermiştir) daha medyatik olmayı başarmış, ama oy oranı anlamında o da çok başarılı bir performans gösterememiştir.

2000’lerde ise liberalizm bayrağını İslamcı Milli Görüş ideolojisinden gelen ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “gömlek değiştiren” ve “değişerek gelişen” Adalet ve Kalkınma Partisi’nin alması umulmuştur. Ancak 2002-2007 döneminde bu bayrağı başarıyla taşıyan AK Parti ve Erdoğan, özellikle 2010 sonrasında tamamen devletçi-otoriter bir yönetime yönelmiş ve adeta tek-parti CHP’sine benzer (o rejimin İslami bir muadili) bir siyasi düzen kurmuştur. Gazetelerin kapatıldığı, gazetecilerin hapse atıldığı, Türkiye’nin tüm demokrasi endekslerinde küme düştüğü, müttefik Batılı ülkelerle ilişkilerin bozulduğu bu “illiberal” liberalizm dönemi, kuşkusuz ki sonsuza kadar sürmeyecektir. Nitekim liberal aydınlar, son yıllarda bir bir AK Parti’den kopmakta ve farklı arayışlara yönelmektedirler. Partinin bu durum karşısında daha fazla baskıya yönelmesi ise, ilginç bir şekilde siyasi çöküşü hızlandıran bir etki yaratabilir. Tanıl Bora’ya göre, 2000’lerin bir diğer ilginç özelliği ise, “sol liberal” kimliğinin Türkiye’de de oluşmaya başlamasıdır. Özellikle Türkiye’nin AB üyeliğine destek veren çevrelerde, bu “sol liberal” kimlik giderek daha fazla etkili olmaya başlamış ve CHP’nin klasik Kemalist çizgisine yönelik tepkiler artmıştır. Bu nedenle, 2000’lerde hem sol, hem de sağ tabanda liberal bir bilinç oluşmuş, ancak bunların temsil edilebileceği bir kanal henüz bulunamamıştır.

Sonuç olarak, bugün gelinen nokta itibariyle Türkiye’de liberalizmin hala marjinal bir ideoloji olduğu iddia edilebilir. Ancak aslında Fransa’da Emmanuel Macron, Kanada’da Justin Trudeau’nun çıkışlarının yarattığı pozitif küresel konjonktürde, AK Parti’nin devletçi-baskıcı İslam anlayışıyla özdeşleşmesinin yarattığı tepkiler ve Türkiye’nin kötü ekonomik gidişatı da düşünüldüğünde, Türkiye’de liberal çizgide yeni bir partinin doğuşu için uygun koşulların oluştuğu da rahatlıkla iddia edilebilir. Çünkü liberalizm, Türkiye’de denenmemiş tek alternatif durumundadır. Kemalizm, merkez sağ (muhafazakârlık), milliyetçilik, İslamcılık, sosyal demokrasi ve hatta sosyalizm gibi ideolojiler, yakın geçmişte Türkiye’de iktidara gelmiş veya iktidara yön vermiş akımlardır. Oysa kendisini liberal olarak adlandırmış veya liberalizmi sahiplenmiş bir iktidar, Türkiye’de daha önce hiç kurulmamıştır. Bu nedenle, halk İslam’ı çizgisiyle barışık ve halka tepeden bakmayan bir liberal hareket, belki de ilk kez Türkiye’de bu kadar başarılı ve iddialı olabilir. Ancak bunun için, ciddi bir sermaye desteğine ve kaliteli genç kadrolara ihtiyaç vardır. Hepsinden önemlisi ise, yıpranmamış yeni bir partinin oluşmasıdır. Türkiye’de ilerleyen yıllarda liberal çizginin başarıya ulaşamaması durumunda ise, maalesef AK Parti sonrasında yaşanacak boşluk ortamında aşırı sağ veya aşırı sol partilere uygun bir konjonktür ortaya çıkabilir. Bu nedenle, liberalizm, Türkiye’nin klasik sistemini muhafaza edebilmesi için de tek alternatif durumundadır. Bir diğer alternatif ise, CHP'nin 1950'lerin sonlarında olduğu gibi liberalizme kucak açması ve devletçi politikalardan vazgeçerek halka yönelmesidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] 1963 Ankara doğumlu. İstanbul Erkek Lisesi’ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1984-1988 arasında haftalık haber dergisi Yeni Gündem’de gazetecilik yaptı. 1988’den beri İletişim Yayınları’nda araştırma-inceleme dizisi editörüdür. O zamandan beri kitap çevirmenliğiyle de meşguldür. 1993’ten 2014’e kadar üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum&Bilim dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1989’dan beri düzenli yazdığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim’in 2012’de yayın koordinatörlüğünü, 2016’da yayın yönetmenliğini üstlendi. Ağırlıklı çalışma alanları, Türkiye’de siyasal düşünceler, özellikle sağ ideoloji ve milliyetçiliktir. Bu konularda yayımlanmış kitapları şunlardır: Devlet Ocak Dergâh - 1980’lerde Ülkücü Hareket (Kemal Can’la birlikte - İletişim Yayınları, 1991), Milliyetçiliğin Kara Baharı (Birikim Yayınları, 1995), Türk Sağının Üç Hali (Birikim Yayınları, 1998), Devlet ve Kuzgun - 1990’lardan 2000’lere MHP (Kemal Can’la birlikte - İletişim Yayınları, 2004), Medeniyet Kaybı- Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006), Türkiye’nin Linç Rejimi (Birikim Yayınları, 2008), Sol, Sinizm, Pragmatizm (Birikim Yayınları, 2010), Cereyanlar - Türkiye’de Siyasî İdeolojiler (İletişim Yayınları, 2017).
Hakkında bilgiler için;

21 Mayıs 2017 Pazar

Prof. Dr. Yalçın Küçük’ten ‘Kürtler Üzerine Tezler’


Prof. Dr. Yalçın Küçük (1938-)[1], yeni nesil araştırmacılarca son yıllarda yaptığı medyatik açıklamalar ve oluşturduğu garip komplo teorileriyle tanınsa da, aslında geçmişte birçok bilimsel esere imza atmış önemli bir bilimadamıdır. İleri düzeyde Rusça bilen Küçük, dünyanın en önemli Sovyetloglarından biri kabul edilmektedir. Nitekim Küçük’ün Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü adlı eseri, birçok farklı dile çevrilmiş ve en saygın üniversitelerde bile ders kitabı olarak müfredata dahil edilmiştir. Kürt tarihi ve Kürt Sorunu konusunda da birçok eser veren Küçük’ün bu konudaki en ciddi bilimsel eseri ise Kürtler Üzerine Tezler’dir.[2] İlk baskısı Başak Yayınları tarafından 1990 yılında yapılan kitap, Küçük’ün literatürdeki tüm önemli eserleri inceledikten sonra kaleme aldığı ve PKK lideri Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmelerden de bölümler içeren son derece ilginç bir eserdir. Elbette Küçük’ün Marksist siyasal duruşu nedeniyle kitabın siyasal çizgisi eleştiriye fazlasıyla açıktır. Buna karşın, kitapta Kürtlerin tarihi ve PKK terörü hakkında yer alan bilgiler de yabana atılamayacak kadar önemlidir. Bu nedenle, bu yazıda bu kitaptan bazı önemli bölümleri yeni nesil araştırmacılar için özetlemeyi planlıyorum.

Kürtler Üzerine Tezler

4 bölümden oluşan 445 sayfalık kitabın ilk bölümü “Kürtlerin Mücadele Tarihi” olarak adlandırılmıştır. Bu bölümde, Yalçın Küçük, Kürt tarihi konusunda yazılmış bazı önemli eserlere de referans vererek Kürtlerin tarihi hakkındaki bulgularını okurlarla paylaşmaktadır. Türkiye’de Kürtlerin Türklerden ayrı bir millet olduğunu cesurca ifade eden ilk kişilerden birisi olan İsmail Beşikçi’yi “Türklerin onuru” olarak nitelendiren Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre; Türk halkının, -destek versin veya vermesinler- Kürt halkının istek, özlem ve taleplerini bilmeye hakları vardır. Ancak Türk devleti, Cezayir’de Ben Bella’nın ne istediğini halkına duyuran Fransa’nın veya İrlanda Cumhuriyet Ordusu – IRA’nın ne için savaştığını kendi halkına anlatan Birleşik Krallık’ın aksine, uzun süre bu konuları “tabu” olarak değerlendirmiş ve bilgi akışına engel olmuştur. Neyse ki, Küçük’ün bu kitabı yazdığı 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında Türk medyası ve akademisinde büyük bir canlanma gözlemlenmiş ve popüler gazeteci ve televizyoncu Mehmet Ali Birand’ın PKK lideri Abdullah Öcalan’la yaptıkları röportajdan sonra (ki sonradan Doğu Perinçek ve Fatih Altaylı gibi gazeteciler de benzer röportajları gerçekleştirmişlerdir), Türkiye’de bu gibi konular daha şeffaf ve sağlıklı bir zeminde tartışılır olmuştur. Küçük, bu konu nedeniyle defalarca yargılanmasına karşın, bir bilimadamı haysiyetiyle araştırma yapmaya devam etmiş ve yazdıklarının sadece kendisini bağladığını ifade etmiştir.

ABD’nin her zaman için bir “Büyük Kürdistan” projesinin olduğunu da belirten Küçük’e göre; bir dönem yasaklı hale gelen “Kürdistan” sözcüğü, aslında Türkler tarafından Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere Selçuklu Devleti zamanında verilmiş bir isimdir. Farsça bir sözcük olan “istan”, bulunulan yer ve yurt anlamına gelmektedir. İlk ve en önemli Kürdologlardan Vladimir Minorski’nin İslam Ansiklopedisi için Fransızca olarak yazdığı “Kürdistan” makalesini özetleyen Küçük, Minorski’nin Kürdistan teriminin Osmanlı zamanında bir eyalet ismi olarak kullanıldığını yazdığına dikkat çekmiştir. Ancak Kürdistan’ın sınırları daima tartışma konusu olmuştur; çünkü bu bölgede bir de Ermenistan vardır. Kurmanci ve Sorani olmak üzere iki temel lehçeye sahip olan Kürtçe ise, temelde Farsça orijinli bir dildir. Dolayısıyla, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir dönem resmi tez olarak ileri sürdüğü “Kürtler dağ Türkleridir” görüşünün hiçbir geçerliliği ve dayanağı yoktur. Zira Türkçe Ural-Altay dil ailesinden, Kürtçe ise Hint-Avrupa dil ailesinden kaynaklanmaktadır. Kürtçe ile Farsça arasında birçok benzerlik de bulunmaktadır. Sorani, Süleymaniye ve Mahabad’da konuşulduğu için Kürtçe’nin bir bakıma üstün lehçesidir. Zazaca ise çoğunluk görüşüne göre Kürtçe’nin dışında bir dildir. Araplar da Kürtleri Türklerden farklı olarak görmüş ve Türkleri aşağılamak için “etrak-ı bi idrak” (idraksiz Türkler), Kürtler içinse “ekrad” sözünü kullanmışlardır. Ancak bir kısım Kürt milliyetçilerinin öne sürdüğü Kürtlerin tarihinin Urartu ya da Medlere dayandığı tezi de Küçük’e göre abartılı ve yanlıştır. Önemli Kürdologlardan olan Minorski, Martin Van Bruinessen ve Rusya’nın Urmiye Konsolosu Nikitin de, eserlerinde Kürtlerin İrani bir halk ve Kürtçe’nin Farsça temelli bir dil olduğu görüşünü savunmuşlardır. Yalçın Küçük’e göre, bir Kürt tipinden söz etmek de hayli zordur. Çoğunlukla Sünni-Şafi olan Kürtler, tarih boyunca birçok milletle karıştıkları için, tipleri de hayli değişmiş ve farklılaşmıştır. Ancak Kürtlerin bazı sosyal özellikleri yüzyıllardır hiç değişmemiştir. Örneğin, feodalizm, Kürt halkının iliklerine kadar işlemiştir. Nitekim, büyüklere saygı, Kürt sosyal hayatında en önemli kuraldır. Aşiretler ve tarikatlara dayalı sosyal örgütlenmeler de Kürtler arasında çok yaygın ve önemlidir. Bu nedenle, tarih boyunca Kürt birliğini sağlamak çok zor olmuş ve Kürtler genelde birbirleriyle savaşmışlardır. Kürtler arasında en güçlü tarikatlar Nakşibendi ve Kadiri tarikatlarıdır. 20. yüzyılda ise, Kürtler arasında milliyetçi hareketler yavaş yavaş gelişmeye başlamıştır.

Küçük’e göre, Kürt tarihine en fazla etki eden Osmanlı-Türk liderleri ise İkinci Mahmut, İkinci Abdülhamid ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. İkinci Mahmut, Sovyet Kürdolog Lazarev’in ifadesiyle “Kürdistan’ın ikinci zaptı”nı gerçekleştirmiş ve Osmanlı’nın merkezi otoritesini yeniden tesis etmiş bir Sultan’dır. Mahmut, istediği sonuca Hafız Paşa’nın seferleri sayesinde ulaşmıştır. Bir diğer Sovyet Kürdoloğu Hasretyan da bu görüşü destekler ve 1837-1840 döneminde yapılan Osmanlı seferleriyle bağımsız Kürt emirlerinin tasfiye edildiğini yazar. Mahmut’un ilerici olup olmadığı tartışmalı bir konu olsa da, Marksist şablonda feodal yapıyı tasfiye ederek merkezi devleti güçlendirmesi, onu ilerici bir noktaya taşımıştır. Bu yönüyle, İkinci Mahmut, İngiltere’deki 8. Henry ve Rusya’daki Büyük (Deli) Petro ile benzerlik gösterir. Mahmut’un torunu olan İkinci Abdülhamid de, dedesi gibi Kürt ayrılıkçılığı ile uğraşmak zorunda kalmış olan bir Padişah’tır. Abdülhamid, Küçük’e göre, kişisel olarak vesveseli bir insan olsa da, siyasette oldukça cesur ve yenilikçidir. İslamcı ve Türkçü olan Abdülhamid, bu bağlamda Yalçın Küçük’ün düşüncesinde Türkçü ve İslamcı olan İttihatçılardan ayrışmaktadır. Abdülhamid, Kürtleri İslam birliği içerisinde tutmayı hedeflemiştir. Ona göre, Kürtlerle savaşmak yerine Kürtleri kullanmak daha akılcı bir yoldur. Bu nedenle, Kürtlere Kürtlükleri unuttularak, Müslüman kimliği altında Osmanlı Ordusu ile birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı durmaları istenmiş ve bu da büyük ölçüde başarılmıştır. Mustafa Kemal de, ilginç bir şekilde Enver Paşa’dan çok Abdülhamid’e yakındır. Zira Kürt Şeyhlerini Kurtuluş Savaşı’nda kullanması, Abdülhamid’in politikalarıyla birebir benzerlik gösterir ve Enver’den farklılaşır. Ancak Kürt ayaklanmaları sonrasında Mustafa Kemal de daha Türkçü bir çizgiye yönelmiştir. Yine de, Kürtlerle savaşmak ya da Kürtleri dışarıda tutmak yerine Kürtleri kendi tarafında tutmaya çalışması, Atatürk’ü Abdülhamid’in devamı haline getirir. Ancak İttihat ve Terakki hareketi içinde Kürt etkisi daha sınırlıdır. Aslında başlarda hareketin kurucuları arasında yer alan ilk dört kişiden ikisi (Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti) Kürttür. Ancak zamanla “Kürt Kulüpleri” kapatılır ve İTC, daha Türkçü bir çizgiye yönelir. Sonuç olarak, Yalçın Küçük’e göre, İkinci Mahmut, İkinci Abdülhamid ve Mustafa Kemal’in Kürt politikaları aşağı yukarı aynıdır: Kürtleri karşı tarafa kaptırmamak ve Kürtlüklerini bastırarak tek millet çatısı altında tutmak.

Hamidiye Alayları da Kürt tarihi açısından ilginç bir konudur. Hamidiye Alayları, merkezde Abdülhamid’in özel muhafızlığını görevini, doğuda ise Ermenileri sindirme görevini üstlenmiş olan özel bir birliktir. Abdülhamid, Kürtleri ezmek yerine onları kendi tarafına çekerek kendisi için savaştırmak istemiştir. Kurdurduğu Aşiret Mektepleri ile kendi makbul Kürdünü yetiştirmiş ve devlete bağlı bir Kürt profili yaratmak istemiştir. Bu dönemde yapılan çalışmalar kısa zamanda sonuç vermiş ve Kürtlerin Ermeniler ve Ruslarla birlikte Osmanlı’ya karşı savaşmasının önüne geçilmiştir. Ancak Hamidiye Alayları’nın Ermeni katliamlarında önemli rolleri de olmuştur. Nitekim Ermeni kökenli Amerikalı Louis Nalbandian’ın doktora tezinde bu konu detaylı olarak işlenmiştir. Hamid’in Aşiret Mektepleri’nin bir diğer sonucu da, Kürt asillerinin çocuklarını farklı aşiret ve tarikat kimlikleriyle yetiştirmesi ve bu sayede olası bir Kürt birliğinin doğuşuna engel olmasıdır.

Kürt Sorunu, ayrıca yüz yılı aşkın bir süredir artık Osmanlı-Türkiye’nin bir iç meselesi olmaktan çıkmış ve bir uluslararası konu haline gelmiştir. Bu noktada, Kürt Sorunu’nun gidişatının anlaşılmasında en önemli etken ise, yeni kurulan Bolşevik rejimin 1920’lerin başlarından itibaren İngiltere ve Batı emperyalizmine karşı Mustafa Kemal'i büyük bir kurtarıcı olarak görmesi ve Kemalistleri desteklemesidir. Her ne kadar Şeyh Said İsyanı’ndaki İngiliz etkisi bilimsel olarak ispatlanamasa da, Rusya’nın perspektifinde Osmanlı’yı yıkmaya çalışan hareketlerin arkasında daima İngiltere vardır ve Anadolu’nun İngiliz emperyalizminin etkisi altına girmesi olumsuz bir gelişmedir. Bu nedenle, Moskova, Kürt Sorunu konusunda Ankara’yla uyumlu hareket etmeyi daha uygun görmüştür. Türkiye de, zaman içerisinde hak iddia ettiği Musul’dan vazgeçerek, üzerindeki İngiliz baskısını biraz olsun kırabilmiş ve kendi güneydoğusunda bir Kürdistan devletinin kurulmasına da bu sayede engel olabilmiştir. Nitekim Sevr’de yer alan bu öneri, Lozan görüşmelerinde gündeme dahi gelmemiştir. İngiltere, zamanla güneyde bağımsız bir Kürt devleti fikrine de olumsuz bakmaya başlamıştır. Süleymaniye’de kendisini Kürdistan Kralı ilan eden Mahmut Berzenci’ye yönelik suçlamalar ve Bağdat’a verilen destek, bunun açık kanıtlarıdır. Hatta Britanya Hava Kuvvetleri, Mayıs 1924’te Süleymaniye’yi bombardımana bile tutmuştur. Fransız araştırmacı Kutschera’ya göre, bu bombalamayı en çok eleştirense Türkiye olmuştur. Görüldüğü üzere, Kürt Sorunu daha bir asır önce bile uluslararası bir meseledir. Bugün de. Kürt Sorunu’nu Türkiye’nin sadece iç dinamikleriyle çözmesi kolay değildir; zira Kürtler, Türkiye dışında Irak, Suriye ve İran gibi farklı ülkelerde de yaşamaktadırlar ve bu konuya dahil olan  birçok büyük devlet bulunmaktadır. 

Yalçın Küçük’e göre, Kürt mücadelesinde iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Kürt isyanlarının hep yabancı bir güce dayanarak gelişmesidir. Bunun nedenleri konusunda feodal kimliğin milli birliği engellemesi, Kürtlerin ekonomik açıdan çok gelişmiş bir halk olmaması vs. gibi birçok konu sayılabilir. Bu nedenle, tarih boyunca Kürtleri kullanmak isteyen güçler, onları farklı yönde hareket etmeye yönlendirmeye çalışmışlardır. PKK hareketine Sovyet Rusya’nın geçmişte verdiği destek ve günümüzde Suriye ve Irak’taki Kürt yapılanmalarına ABD’nin verdiği destek, geçen yıllar içerisinde durumun Kürtler açısından pek de değişmediğini göstermektedir. İkinci unsur ise, Kürt isyan hareketlerinin ya otonomi (özerklik), ya da bağımsızlık amacıyla ortaya çıkmasıdır. Bunlar arasında özerklik (otonomi) talebi çok daha yaygındır. Yakın zamana kadar KDP’nin (Kuzey Irak’taki Kürdistan Demokratik Partisi) temel siyasi hedefi özerklikle sınırlı kalmış ve Kürtler üzerinde epey etkili olmuştur. PKK ise, kuruluşu itibariyle aslında Kürt bağımsızlığını hedefleyen bir çizgidedir. Ancak yakın geçmişte, yapılan resmi açıklamalar ciddiye alınırsa, PKK’nın da bağımsızlık görüşünden vazgeçtiği anlaşılabilir. Özerkliğin bağımsızlığa kıyasla Kürtler arasında daha popüler olmasında İdris-i Bitlisi’nin tarihsel mirasının ve feodal düzene bu yapının daha uygun olmasının da rolü yadsınamaz. Bugün Suriye Kürtlerinin oluşumları YPG ve PYD’nin de basına açıkladıkları resmi tezleri bağımsızlık değil, özerkliktir. Ancak birçoklarına göre, bu, stratejik bir adımdır ve temel hedef özerklik sonrasında bağımsızlığı elde edebilmektir.

Kitabın ikinci bölümünün ismi “Kürtlerin Oturduğu Yer: Kürdistan” şeklindedir. Bu bölüme sırf Kürdistan sözünü kullandığı için yüzlerce akademisyen ve araştırmacının geçmişte yargılandıklarını hatırlatarak başlayan Yalçın Küçük, oysa bu ismi bölgeye Türklerin -Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde- verdiğini yinelemektedir. Türkiye’de sanık olmak ve devlete karşı mücadele vermenin bir kamu görevi olduğunu iddia eden Yalçın Küçük, bu bölümde adeta Siyaset Bilimi ve Tarih derslerine çevirdiği DGM’lerde yaptığı savunmaları anlatmakta ve bu savunmalarında kullandığı tezleri açıklamaktadır.

Kitaptaki üçüncü bölüme, Prof. Dr. Yalçın Küçük, “Bekaa Vadisi’nde Kürtler” adını vermiştir. Bu bölümde, Küçük, PKK kontrolündeki Bekaa Vadisi’ne yaptığı ziyarette yaşadığı olayları ve yaptığı gözlemleri kaleme almıştır. Kendisi bir Kıbrıs gazisi olan ve savaşa oldukça alışkın cesur bir kişi olan Yalçın Küçük, Kürt coğrafyasını da Bekaa’dan başlayarak Beyrut’a kadar gezdiğini ve PKK’nın nasıl bir örgüt olduğunu çok iyi anladığını belirtiyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’dan “Abdullah Kardeşim” diye bahseden ve tarafsız olmadığını kabul eden Küçük, bu ziyaretleri sırasında Öcalan’la saatlerce ve günlerce ve her konuda sohbet yapma şansı bulduğunu belirtmiştir. Bütün konuşmalarının video ile kaydedildiğini ve herşeyin şeffaf bir zeminde gerçekleştiğini de belirten Küçük, PKK kamplarında bulunan herkesin -Olağanüstü Hâl Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nun da belirttiği gibi- Türkçe bilmediğini ve PKK’nın daha 1980’lerin sonundan itibaren farklı ülkelerdeki Kürtleri bünyesinde toplayan bir örgüt haline geldiğini belirtiyor. Buna karşın, örgütün asıl kaynağının Türkiye Kürtleri olduğunu belirten Küçük, örgüt üyeleri arasında küçük çocukların da olduğunu yazmıştır (Bugün de PYD’ye çocuk asker kullandıkları yönünde uluslararası kuruluşlardan ciddi eleştiriler gelmektedir). Öcalan’la 1989 yazında görüştüğünü belirten Yalçın Küçük, kitabının bu bölümünde daha önce de yayınladığı Öcalan röportajlarını bir araya getirmiştir. Bu görüşmeler, Küçük’ün Kürt Bahçesinde Sözleşi[3] adlı eserinde de bulunabilir. Bu nedenle, bu yazıda bu görüşmelerin detayına girmeyeceğim. Meraklı okurların ise kitabı satın almalarını teşvik ediyorum.

Kitabın dördüncü ve son bölümünün başlığı ise “Resmi Kürt Tarihleri” şeklindedir. Bu bölümde, Prof. Dr. Yalçın Küçük, farklı devlet kurumlarının Kürt tarihinin oluşumda oynadıkları rolü ifşa etmektedir. Örneğin, Amerikan Merkezi Haberalma Ajansı – CIA, ABD’de iç ve dış politikanın oluşturulmasında en etkili kurumlardan birisidir. CIA, Türkiye’de sanıldığı gibi sadece bir istihbarat kuruluşu değildir; adeta bir araştırma üniversitesi gibi araştırmalar yapan ve bilimsel analizlerle geleceğe Amerikan çıkarları açısından yön vermeye çalışan etkili bir kurumdur. CIA’in ABD’nin Kürt politikası üzerindeki etkisi de son derece büyüktür. Dolayısıyla, ABD Başkanları bile her konuda tek başlarına karar alamazlar. Ayrıca RAND Corporation, Küçük’e göre ancak birkaç büyük üniversitenin erişebileceği bilgi kapasitesine sahip çok önemli bir Amerikan düşünce kuruluşudur. Hoover Enstitüsü (Hoover Institute) de ABD’deki bir diğer etkili think-tank’tir. Türkiye’de de benzer şekilde Milli İstihbarat Teşkilatı – MİT’in resmi politika oluşturulmasındaki etkisinden söz edilebilir. MİT, özellikle sol örgütler ve Kürt hareketine karşı politikaların oluşturulmasında en önemli kurumlardan birisidir. MİT’i geçmişte yapılanlar nedeniyle bir işkence makinası olarak düşünmek yanlıştır; zira bu kurum, Türkiye’nin en parlak beyinlerini bir araya getiren ciddi bir araştırma birimidir. Ancak MİT’in CIA ile rekabet edebilmesi henüz imkansızdır; zira MİT’in Genelkurmay ve siyasi iradeden bağımsız hareket edebilmesi halen bile oldukça zordur. Hatta MİT’in tepe kadrosunda -o dönemde- birçok asker kökenli kişi bulunmaktadır. Bu nedenle, MİT, CIA’in aksine, hiçbir zaman araştırma ve yöntemlerinde tamamen bağımsız ve özgür hareket etmesine izin verilebilen bir yapıda olmamıştır. Nitekim Kürt politikası konusunda Genelkurmay’ın da ciddi bir etkisi ve birikimi vardır. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı tarafından Kürt ayaklanmaları konusunda yazılan ciddi araştırmalar da vardır. Elbette bu noktada temelde resmi görüşün savunulması-doğrulanması amacı güdülmüştür; ancak yine de bu tip eserlerde bilimsel açıdan önemli bilgiler de bulunabilir.

Bu bölümün sonraki sayfalarında Kürt Sorunu ve genel olarak Kürtler konusunda Türk Resmi Tarih tezini incelemeye başlayan Yalçın Küçük, Musul sorununda resmi tarihin şu 3 anlayış üzerine kurulu olduğunu iddia eder: 1-) Musul halkının çoğunluğu Kürttür, 2-) Kürtler, Türk idaresi altında yaşamayı sever ve tercih ederler, 3-) Bir plebisit yapılacak olursa bu durum kolaylıkla görülebilir. Küçük’e göre, Şeyh Said İsyanı’ndan başlayarak Kürt isyanlarında elbette Kürtçülük ve İslamcılık ideolojilerinin etkileri görülebilir. Ama onlar kadar önemli olan bir diğer faktör de dönemin sefaletidir. Okul ve yol yapılması konusunda son derece geri kalan o bölge, bugün de dikkat edilirse Türkiye’nin en geri kalmış/bıraktırılmış bölgesidir. İsyanın (Şeyh Said Ayaklanması) önceden bilinip bilinmediği de tarihi açıdan tartışmalı bir husustur. Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün bu bölümde Kürtlerin geleceğine dair yaptığı bazı öngörüler ise şöyledir:
  • Aşiretçilik ve dil ve lehçe farklılıkları, Kürtlerin bir ulus olarak hareket etmesini daima zorlaştıracaktır.
  • Gelecekte de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin haklarına sahip olmaları zayıf bir ihtimaldir; zira özellikle İran’da bu yöndeki hareketler devlet gücüyle bastırılacaktır. Türkiye, Kürtlere daha geniş kültürel haklar tanıyabilir ama Ankara’nın da Kürtlere özerklik vermesi çok zordur. Irak hükümeti de baskı politikalarıyla Kürt kimliğini bastıracaktır. Suriye’de ise, hükümet karşıtı bir hareketin gelişmesi zordur.
Görüldüğü üzere, aradan geçen neredeyse 30 yıllık zaman Yalçın Küçük’ü haksız çıkarmış ve Kürtler, özellikle Suriye ve Irak’ta beklenenden çok daha iyi noktalara gelmişlerdir. Irak’ta özerklik sahibi olan Kürtler, bugün tam bağımsızlık için çaba göstermektedirler. Suriye’deki iç savaştan en kârlı çıkan grup olan Suriye Kürtleri de, ABD’nin aktif ve Rusya’nın pasif desteğiyle bir anda özerklik ve bağımsızlık konusunda iddialı bir noktaya taşınmışlardır. Onların meşrulaşmasında, barbar IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) karşısında savaşan en aktif grup olmaları sebebiyle dünya kamuoyundan büyük destek almaları ve sempati toplamaları da çok önemli bir unsurdur. Dolayısıyla, Yalçın Küçük’ün öngörüleri bu noktada Soğuk Savaş’ın baskıcı ulus-devlet mekanizmaları ve blok politikalarının devam edeceği öngörüsüne dayandığı için yanlışlanmıştır. Ancak bundan sonrası için de, bağımsız bir Kürt devleti ya da devletlerinin kurulup kurulamayacağı konusu henüz netleşmiş değildir. Elbette şurası bir kesin gerçektir ki, ilerleyen on yıllarda mutlaka bir Kürt Devleti kurulacaktır. Ancak bunun nerede, nasıl ve hangi boyutta olacağı şüphesiz henüz belirsiz bir konudur. Zira Kürtlerin nüfusu Yalçın Küçük’ün bu kitabı yazdığı dönemde 12 milyon civarında ifade edilirken, bugün bu sayı 30-35 milyonu bulmuştur. Ayrıca Kürtlerin sosyoekonomik ve sosyokültürel seviyeleri de hızla gelişmektedir. Kürtlere stratejik destek veren ülkelerin sayısı da hayli fazladır. Bölgede İslamcı hükümetlerin yükselişi ve yaygın anti-Siyonizm akımı nedeniyle, Kürtler, Batı ve İsrail nezdinde bölgede desteklenen ilerici bir aktör durumuna gelmişlerdir. Türkiye’nin İslamcı ve demokrasi-dışı politikalarla Batı nezdinde önemini kaybetmesi de Kürtlerin işini kolaylaştırmıştır. Bu bağlamda, özellikle Mesut Barzani’nin lideri olduğu Irak Kürtlerinin büyük şanslarının olduğu ortadadır.

Bu bölümde, Yalçın Küçük, Kürtlerin dini ve sosyoekonomik özelliklerine de dikkat çekmektedir. Kürtler, büyük bir çoğunluğu Sünni mezhebinin Şafii kolunu tercih etmelerine karşın, din konusunda bugüne kadar çeşitli bölünmeler yaşamışlardır. Bunun sebebi, öncelikle -kuşkusuz- Sünni-Şii (ve Alevi) Kürtlerin farklılıklarıdır. Lakin Sünni Kürtler arasında da hem Hanefi, hem Şafii unsurlar (ağırlıkla Şafii) bulunmaktadır. Buna ek olarak, farklı tarikat ve cemaatler de Kürt birliğini engelleyen ve Kürtleri dini açıdan bölen unsurlar olmuştur. Hepsinden önemlisi ise, Kürt coğrafyasında yaygın olan feodalizm nedeniyle aşiret kimliklerinin Kürtlerde çok güçlü olmasıdır. Farklı Kürt aşiretleri arasında tarih boyunca kavgalar, kan davaları ve çatışmalar meydana gelmiştir. Bugün bile, Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani grupları arasındaki mücadelenin temeli ideoloji ve dış politikadan çok, bu iki grubun aşiret kimliklerinin farklı olmasıdır. Jaflar, Kürt aşiretleri arasında en büyüğüdür. Irak’ın üç bölgesinde -Diyala, Kerkük, Süleymaniye- yaşarlar. Bunlara ek olarak, Kürtler, ilginç bir şekilde tarih boyunca asimilasyonu hiç sevmeyen bir halk olmuştur. Bu nedenle, tarih içerisinde Kürtleri asimile etme çabalarına daima karşı koymuşlar ve hep kendilerine olumlu yaklaşan ve onları farklı özellikleriyle kabul eden siyasetçileri desteklemişlerdir. İkinci Abdülhamid ve Atatürk’e -bir dönem- verilen desteğin temeli de aslında budur. Kürtler arasında sosyoekonomik durum ise son derece adaletsizdir. Toprak sahibi Kürtler zengin, diğerleri ise çok fakir durumdadırlar. Toprak reformu politikaları yapılamadığı için, bu durum bölgedeki en gelişmiş ülke olan Türkiye’de bile büyük ölçüde böyledir.

Kürt milliyetçiliği tarihinde Mahabad veya Mehabad Cumhuriyeti’nin de çok önemli bir yeri vardır. Mehabad Cumhuriyeti’nin çöküşünden sonra ise, Molla Mustafa Barzani’nin kaçması ve Kürt kuvvetlerinin dağılması neticesinde Kürt milliyetçiliği düşüşe geçmiştir. Petrol de Kürt hareketlerinin gelişimi konusunda önemli bir faktör olmuş ve özellikle Batılı şirketlerin ilgisini çekmiştir. Bölge ülkelerinin Kürt politikası incelendiğinde ise, karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

İran: Şah hükümeti, kendisine bağlı Kürtleri silahlandırmış ve karşı olanlara yönelik sert politikalar yürütmüştür. Ayrıca Şii kimliğinin baskınlığı nedeniyle en çok asimile olan Kürtler de İran’dadır. Günümüzde de, İran, Kürt konusunda -özellikle terör söz konusu olduğunda- çok sert politikalar izleyen bir devlettir. Bu nedenle, sayıca çok ve bir arada yaşamalarına karşın, Kürtlerin siyaseten en az etkili olduğu ülke İran’dır. Ancak günümüzde İran’ın ABD merkezli Batı politikalarının ve Arap ülkelerinin hedefinde olduğu düşünülürse, İran Kürtlerinin de gelecekte uluslararası kamuoyundan daha büyük destek almaları mümkündür.

Türkiye: Türkiye, Küçük’e göre Kürt politikasında uzun süre asimilasyon modelini tercih etmiş ve sonuçta başarısız olmuş bir devlettir. Ferit Melen, Hikmet Çetin ve Kamran İnan gibi etkili Kürt politikacılara karşın (hatta İsmet İnönü ve Turgut Özal da kimi kaynaklarda yarı-Kürt kabul edilmektedirler), Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlüğün -uzun süre- sadece bir ikincil kimlik olarak kalmasına izin vermiştir. Kürt Sorunu’nu bir sosyoekonomik geri kalmışlık sorunu olarak değerlendiren Türk Devleti, buna karşın bölgenin gelişmesi konusunda da uzun süre yol alamamıştır. 12 Eylül rejimi sonrasında Kürtçe’ye ve Kürtlere yönelik baskılar da Türkiye ile Kürtlerin arasını açmış ve sonuçta PKK terörünün doğuşuna zemin hazırlamıştır. Yine de, ülkenin genelinde hâkim olan gelişmişlik düzeyi ve Kürtlerin de Batı vilayetlerine göçmeleri neticesinde, günümüzde Kürtlerin en iyi yaşadıkları ülke Türkiye’dir denilebilir. Ancak Türkiye’deki Kürtlerin hukuki statüsü Irak Kürtlerinin gerisindedir; Kürtler, bu ülkede birinci sınıf vatandaş kabul edilmelerine karşın, kimlikleri anayasa ve yasalarda hiç geçmemektedir. Oysa Irak Kürtlerinin özerklikleri ve hukuki garantileri bulunmakta ve kendi parlamentoları ve hükümetleri sayesinde daha özgür bir yaşam sürmektedirler. Ayrıca PKK terörü de Türkiye Kürtlerine çok zarar vermiş ve onları zan altında bırakarak sosyoekonomik yaşamdan dışlanmalarına neden olmuştur. Ancak Türkiye'de bugün Kürtlerin HDP adlı bir partisi vardır ve demokratik siyaset kapısı -bazı baskılara karşın- halen kendilerine açıktır.

Suriye: Suriyeli Kürtler, merkezi yönetime hiçbir zaman güvenmemişlerdir. Ancak Suriye devlet eliti arasına girebilmiş Hüsnü Elzaim ve Abid Elşişkalı gibi Kürt liderler de olmuştur. Yine de, Suriye’deki Kürt aşiretleri, devletten ve Kürt ulusundan çok kendi aşiretlerine ve gruplarına güvenmektedirler. Ayrıca Suriye devleti, Kürt etkisini kırmak için Kürt coğrafyasına uzun süre Arap göçlerini teşvik etmiştir. Bölgede Kürt kimliği uzun süre bastırılmış ve Suriye Kürtlerinin bir bölümü kimliksiz bile bırakılmıştır. Bugün ise, Suriye Kürtleri, PYD ve YPG gibi önemli örgütlenmelere sahip olmuşlar ve Batı’nın desteği ve Rojava gibi tarihsel açıdan sembolik bir olay neticesinde ulus bilinçlerini üst noktaya taşımışlardır. Bunun özerklik veya bağımsızlıkla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ise savaş sonunda belli olacaktır. Ayrıca Büyük Kürdistan konusundaki endişeler de yersiz olabilir; zira KDP’nin uzun süre yasaklı olduğu Suriye’de, bu ülkenin Kürtleri ile Irak’ın Kürtleri arasındaki ilişkiler zayıftır. Nitekim günümüzde Suriye’de PKK çizgisi ve laik Kürt milliyetçiliği ideolojisi hâkimken, Kuzey Irak’ta Barzani çizgisi çok güçlüdür ve PKK’ya karşıdır.

Irak: Barzani ve Talabani gibi iki büyük Kürt aşiretinin bulunduğu Irak'ta, Kürtler Saddam Hüseyin döneminde büyük baskılara maruz kalmışlar ve Halepçe Katliamı gibi trajik olaylarla durdurulmak istenmişlerdir. Ancak bu gibi olaylar Kürtlerin uluslaşma sürecini de bir yandan hızlandırmış ve ABD'nin Irak'a 1990'larda ve 2000'lerde gerçekleştirdiği iki askeri operasyon sonucunda, Irak Kürtleri, bugün özerkliği var olan ve bağımsızlık isteyen bir duruma gelmişlerdir. 

Bu gibi bilgilerin yer aldığı Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün Kürtler Üzerine Tezler kitabı, bu alanda çalışan insanların mutlaka okuması gereken klasikleşmiş ve Türkiye açısından öncü bir eserdir. Kitapta yer alan fikirlere herkesin katılması gerekmez; zira bir kitabı okumak veya bir filmi izlemek, o eserde yer alan tüm fikir ve unsurlara destek vermek anlamına gelmez.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ