27 Mart 2017 Pazartesi

Prof. Dr. Emre Kongar’dan ‘ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı’


Prof. Dr. Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), ünlü bir Toplumbilimi (Sosyoloji) Profesörüdür.[1] Kitapları, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşeyazıları, zaman zaman katıldığı ve sunduğu televizyon programları ve renkli kişiliğiyle Türkiye’deki seküler muhalefetin sembol isimlerinden olan Kongar, 15 Ocak 1996’da Federal Almanya Devleti tarafından “Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı”yla, 1 Şubat 1996’da İtalya Devleti “Commandatore Madalyası”yla ve 15 Şubat 1996’da Polonya Devleti “Commandor Nişanı”yla ödüllendirilmiş dünya çapında tanınan bir bilim insanıdır. Türk siyasal tarihi ve Türk toplumunun birçok farklı yönünü eserlerinde inceleyen Kongar’ın en önemli eserlerinden birisi de, Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu politikalarını eleştirel bir gözle incelediği “ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı” adlı eserdir.[2] Remzi Kitabevi tarafından ilk kez 2012 yılında basılan eser, 224 sayfalık kolay anlaşılır ve faydalı bir çalışmadır. Bu nedenle, ana fikirlerini özetleyeceğim -şimdiye kadar birçok baskı yapan- bu eserin Sosyal Bilimler alanında çalışan tüm öğrenci ve akademisyenlerin kütüphanelerinde yer almasında yarar var.

ABD’nin Siyasal İslam’la Dansı


Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, dinsel kimliklerin siyaset ve savaşlarda kullanılması, tarih boyunca görülebilen olumsuz bir durumdur. Hatta Orta Çağ’daki tüm savaşlar, ekonomik menfaatleri gizler şekilde, temelde din motifiyle süslenmiştir. Ancak modern çağda ulus-devletlerin kurulması ve milli kimliklerin gelişmesiyle birlikte din arka plana itildi ve milli kimlikler toplumsal ve siyasal hayatta daha önemli hale geldi. Milliyetçilik, olumlu bazı özelliklerine karşın, aşırı boyutuyla dünyayı birçok büyük savaşa ve hatta dünya savaşlarına sürükledi. Milliyetçiliğe duyulan tepkinin etkisiyle, Soğuk Savaş döneminde komünist Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele eden ABD’nin de teşvikiyle, dinsel kimlikler ve politikalar, bu dönemden itibaren yeniden önem kazandı. Silahlanma, ekonomi ve siyaset (ideoloji) gibi üç farklı ayağı olan bu savaşta, ABD, rakibini alt etmek için her türlü yöntemi denedi. Bu yöntemlerden en etkililerinden biri ise, ateizmi resmi politika olarak belirleyen Sovyet Rusya’ya karşı dinsel kimlik ve politikaları güçlendirmekti. Bu, Soğuk Savaş döneminde oldukça etkili bir silah olmasına karşın, zamanla ABD’ye de zarar vermeye başladı. ABD’nin Afganistan’daki Rus işgaline karşı Taliban ve El Kaide’ye destek verdiği ve bir anlamda Usame Bin Ladin ve El Kaide’yi kendisinin yarattığı bu noktada gözden kaçırılmamalıdır. Soğuk Savaş’ın Türkiye’ye de çeşitli olumsuz etkileri oldu. Türkiye’deki artan Amerikan etkisi, “İslam Rönesans”ı ile eşzamanlı olarak yaşandı ve laik devlette büyük tahribata yol açtı. Bu dönemde, NATO’nun “ileri karakol”u haline gelen Türkiye, Batılı müttefiklerinden askeri, siyasi ve ekonomik destek almasına karşın, büyük bir güç olan Rusların hedefi durumuna da geldi ve birçok riskle yüzleşti. Ayrıca Soğuk Savaş, Türkiye iç politikasında büyük istikrarsızlıklar üretti. ABD’nin bu tür politikaları, Soğuk Savaş döneminde başka ülkelere de büyük zarar verdi. Örneğin, ABD ve İsrail’in Filistin’de El Fetih’e karşı destekledikleri Hamas, zamanla bu iki ülke için başlıca tehdit haline geldi. Suudi Arabistan, -şimdilerde biraz düzelen- içerideki çok baskıcı rejimine karşın, ABD’nin daima bölgedeki başlıca müttefiki oldu ve Selefi-Vahabi İslam’ın yayılması bu şekilde desteklendi.

ABD, Soğuk Savaş döneminde stratejilerini 4 politika üzerine kurmuştu: mikro-milliyetçilik, mikro-dincilik, piyasa ekonomisine dayalı tüketim çılgınlığı ve “demirperde”yi aşan gelişmiş bir iletişim sistemi. Sovyetlerin çöküşünden sonraki stratejiyi ise, Kongar’a göre, “Medeniyetler Çatışması” teziyle meşhur olan ünlü Amerikalı muhafazakâr Siyaset Bilimci Samuel Huntington belirlemiştir. Huntington, Batı medeniyetinin ancak bir tehdit algılaması ve karşı kimlik yaratılması durumunda gelişmeye devam edebileceğini düşünüyordu. Bu nedenle, dünya ülkelerini ve halklarını farklı medeniyet ve din ailelerine göre gruplandırdı ve İslam medeniyetini de ABD ve Batı medeniyetinin başlıca rakibi olarak belirledi. 11 Eylül 2011 (9/11) saldırılarıyla da, Huntington’ın tezine uygun bir ortam yaratılmış oldu. Nitekim George W. Bush döneminde izlenen “teröre karşı savaş” politikaları, Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, özünde Orta Doğu’ya yönelik hâkimiyet politikalarını destekliyordu. Bush, bu dönemde o kadar ileri gitmişti ki, milyonlarca Müslüman vatandaşı olan ABD’nin Orta Doğu’ya (Irak’a) yönelik olarak “Haçlı Seferi” (crusader) yaptığını söylemişti. ABD, bir dönem desteklediği El Kaide karşısında artık hedef haline gelmişti. Ama bu durum, bir yandan da ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik aktif politikalarına uygun bir ortam sağlıyordu. Bu nedenle, İslam dünyasındaki laik rejimler hedef haline getirildi ve ılımlı İslami unsurlar ve partiler desteklendi. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP-AK Parti) ve Fethullah Gülen cemaati, bu konuda verilebilecek iki önemli örnektir. Bu nedenle, Türkiye’deki Atatürk mirası reddedildi ve İslamcı politikalar desteklendi. ABD, bu şekilde hem kendisine yakın “iyi” ve “müttefik” bir İslam yarattı, hem de “radikal” İslamcı gruplar sayesinde Orta Doğu’ya yönelik aktif politikalar uygulamaya sokabildi ve bunlar için dünya kamuoyundan destek buldu.

ABD, Prof. Dr. Emre Kongar’a çok ilginç ve birçok açıdan hayranlık duyulabilecek bir ülkedir. Zira ABD, birçok devletten farklı olarak, dış politikasını açık açık kamuoyu önünde tartışır ve uygular. Bu konuda binlerce rapor ve kitap yayınlar, hatta önemli olayların filmlerinin çekilmesi destek olur. Bu şekilde hem iç kamuoyunu, hem de dünya kamuoyunu etkilemeye çalışır ve bunda da büyük ölçüde başarılı olur. Ancak Eric Altman’ın When Presidents Lie kitabında da belirtildiği üzere, resmi ve gayrıresmi olarak bu yapılan açıklamalar ve verilen ürünler, her zaman gerçeği yansıtmaz. ABD, bu yeni dönemde, stratejisini “preemptive strike” (önleyici vuruş) ve “preemptive eminence” (önleyici üstünlük) gibi kavramlar etrafında ve terör tehditlerini oluşmadan önce önlemek üzerine kurmuştur. ABD, muazzam askeri gücüyle bunu büyük ölçüde başarmıştır. Ancak artan İslam düşmanlığının (İslamofobi) yarattığı tepkiler, ABD’yi ve Avrupa ülkelerini birçok yeni tehditle de karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca Bill Clinton döneminde Türkiye’yi Avrupa Birliği (AB) üyesi laik ve demokratik bir ülke olarak görmek isteyen ABD, Bush döneminden itibaren Türkiye’nin İslamcı kimliği etrafında Orta Doğu’ya bir model ülke olarak dizayn edilmesi ve ABD’nin askeri operasyonlarının merkezi haline gelmesi için uğraşmıştır. Hatta bu doğrultuda, Türkiye’de “Ilımlı İslam” veya “Amerikancı İslam” olarak adlandırılabilecek bir tür İslam inancı yaratılmıştır. Bu model, Kongar’a göre başarılı olamamış ve çökmüştür.

ABD, “Ilımlı İslam” adıyla kendisiyle barışık bir İslam inancı yaratmaya çalışırken, bir yandan da “İslami terör” kavramı ve teşhisiyle Orta Doğu’daki radikal gruplarla mücadele etmeyi amaçlamıştır. Nitekim El Kaide ve şimdilerde IŞİD gibi gruplar, hem İslam dinini ve İslam dünyasını lekelemiş, hem de askeri operasyonlar için uygun koşullar yaratmışlardır. Irak Savaşı ve sonrasındaki kısıtlı bazı askeri operasyonlar (Bin Ladin’in öldürülmesi), ABD politikalarının sonuç alıcı ve başarılı boyutunu göstermektedir. Ancak Orta Doğu’da terörün durmaması ve federal Irak’ın bölünme aşamasına gelmesi, bir yandan da Amerikan politikalarının o kadar da başarılı olmadığını göstermektedir. Kongar’a göre, ABD’nin bölgeye yönelik politikaları art niyetli veya olumsuz değildir. Demokrasinin desteklenmesi, Soğuk Savaş dönemi de göz önüne alınırsa, doğru bir yaklaşımdır. Ancak başka ülkelerde demokrasi talep ederken, Suudi Arabistan gibi bazı müttefiklerde diktatörlüğün desteklenmesi, Kongar’a göre açık bir çelişkidir. Ayrıca “Ilımlı İslam” modelini yaratmak için laik gruplara düşmanlık yapılması da çok hatalı bir politika olmuştur.

Prof. Dr. Emre Kongar’a göre, “Arap Baharı”, sözde bir “bahar” olmuş ve Orta Doğu’da diktatörlükleri yıkarken, yerlerine radikal İslamcı grupları iktidara taşımıştır. Bu, bir anlamda BOP projesinin de (Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortak Bir Gelecek ve İlerleme İçin Ortaklık) realize edilmesidir. ABD’nin bir dönem Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan akademisyen Condoleezza Rice, bu doğrultuda 22 ülkenin rejim ve sınırlarının değişeceğini bile açıkça söylemiştir. Barack Obama döneminde ise, Bush döneminde izlenen askeri politikalardan farklı olarak “yumuşak güç” unsurları öne çıkarılmıştır. “Arap Baharı”, işte bu bağlamda “Müslüman Kardeşler” modeline uygun halk hareketlerinin desteklenip iktidara getirilmesi üzerine kurulmuş bir stratejinin ürünüdür. Ancak bu strateji, Tunus ve kısmen Türkiye dışında çökmüştür. Zira Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketi türevleri, demokrasi ve laikliğe uygun davranamamışlardır. “Üçüncü Dünya”cı Samir Amin ise, Arap Baharı’nı Marksist bir gözle incelemiş ve anti-kapitalist ve anti-emperyalist olmayan bu hareketlerin başarıya ulaşamayacaklarını öngörmüştür. Slavoj Zizek de, Mısır’daki devrimin sonuçlarını “iğrenç” olarak değerlendirmiş ve kapitalizmin demokrasi getireceği tezini reddetmiştir.

ABD’nin önceki Başkanı Barack Obama, işte bu ortam içerisinde Afrikalı Amerikalı kimliği ve sempatik kişiliğiyle sivrilmiş ve Başkan seçilmiştir. Obama, Irak Savaşı sonrasında artan anti-Amerikanizm’i dizginlemek için, İslam dünyasıyla barışık politikalar takip etmek istemiştir. Ayrıca Obama, tek taraflı askeri müdahalelerden de kaçınmak istemiş ve dünya kamuoyu desteğiyle daha popüler bir ABD yaratmıştır. Ancak Obama’nın oluşturduğu “Ilımlı İslam” modeli de başarısız olmuştur. Zira Siyasal İslam, laiklik olmadan toplumlar önünde çok büyük bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Dahası, eğitim ve gelir seviyesi düşük toplumlarda, demokrasi, Siyasal İslam’ın iktidara yürümesi sonucunu doğurmuştur.

Kitap, bu ve benzeri tezleri içeren faydalı bir eserdir. Kongar, laiklik yanlısı sosyal demokrat bir düşünür ve akademisyen olarak görüşlerini eserinde tüm samimiyetiyle açıklamış ve ABD politikalarını eleştirmiştir. Lakin, bu noktada Kongar’ın görüşleri de eleştiriye açıktır. Elbette Siyasal İslam’ın birçok toplum için bir geri kalma vasıtası haline geldiği ve başta kadın hakları olmak üzere insan hakları konusunda pek çok sıkıntıya yol açtığı bir gerçektir. Ancak katı laik modellerde yaşanan başarısızlıklar da, en son Suriye örneğinde görüldüğü üzere, toplumla devleti karşı karşıya getirebilmekte ve birçok olumsuz sonuca (iç savaş, terör vs.) yol açabilmektedir. Bu nedenle, laikliğin korunduğu ve dini özgürlüklerin maksimum seviyeye çıkarıldığı bir üçüncü yol, ilerleyen yıllarda Türkiye ve Tunus gibi ülkelerden başlayarak denenebilir. Zira din (İslam ve diğer dinler), radikal yorumuyla olumsuz sonuçlara (savaş, terörizm, bağnazlık) yol açabildiği gibi, devlete ve otoriteye saygı, aile düzeni, ahlak vs. gibi birçok olumlu değeri de beraberinde getirebilir. Dolayısıyla, laikliğin dine karşıtlık olarak algılanmaması için daha yoğun çaba gösterilmelidir. Son olarak, şu da bir gerçektir ki, birşeyin "ılımlı"sı, "radikal"inden çok daha makbuldür... Ayrıca laik modelin başarısızlığı durumunda da, "Ilımlı İslam", "Radikal İslam"a kıyasla çok daha tercih edilir bir modeldir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Emre_Kongar.

Hiç yorum yok: