24 Şubat 2017 Cuma

İran-Suudi Arabistan Gerginliği: Jeopolitik Mi, Yoksa Mezhepçi Bir Sorun Mu?


Harvard Üniversitesi’nin Politika Enstitüsü (Harvard IOP) tarafından 29 Şubat 2016 tarihinde düzenlenen “The Iran-Saudi Rift: Geopolitical or Sectarian?” (İran-Suudi Arabistan Gerginliği: Jeopolitik Mi, Yoksa Mezhepçi Bir Sorun Mu?) adlı panel[1], son dönemde giderek daha fazla konuşulmaya başlanan Suudi Arabistan-İran ilişkilerine ışık tutan faydalı bir akademik girişim olmuştur. Panele katılan konuşmacılar Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Profesörü Bernard Haykel ve Carnegie Endowment for International Peace uzmanı Karim Sadjadpour’dur. Panelin moderatörlüğünü ise Harvard Kennedy School Profesörü Meghan O'Sullivan yapmıştır.

Panelin kaydı

İlk konuşmacı olan Bernard Haykel, olaya daha çok Suudi Arabistan perspektifinden bakmaktadır. Haykel’e göre; Suudiler İran’ı İslam Devrimi öncesi ve sonrası olarak iki dönemde incelemekte ve buna bağlı olarak iki farklı bakış açısı geliştirmektedirler. Şahlık dönemi İran’ı, ABD’nin bölgedeki en yakın müttefiklerinden birisi ve askeri ve siyasi açıdan dominant ama düşman olmayan bir ülkeyken, 1979 İslam Devrimi sonrasında oluşan İran, Şii İslam’ı bölge ülkelerine ihraç etmek isteyen -Suudiler için- daima emperyal bir ülke ve bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur. Suudi rejimine göre, devrim sonrası İran, devlet dışı aktörleri ve hatta terör gruplarını kullanarak kendi rejimini ihraç etmeye çalışmaktadır. 2003 Irak işgali sonrasında İran’ın bölgedeki gücü daha da artmış ve İran, yakın çevresindeki Lübnan, Suriye, Irak ve hatta Yemen gibi ülkeleri kontrol eder hale gelmiştir. Buna karşın, ABD’nin nükleer anlaşma ile İran’la bir yakınlaşma sürecine girmesi, Riyad için saldırganlık ve radikal İslam’ın bir anlamda ödüllendirilmesi anlamına gelmiştir. Suudi perspektifinde, Filistinliler dışında bölgedeki devlet dışı terör gruplarının tamamı Şii ekseninde siyaset yapmaktadır. Bu nedenle, Suudiler, İran’ın etkisini bölgede ve tüm dünyada azaltmak istemektedir. Haykel’e göre; iki ülke arasında giderek derinleşen bu rekabet temelde bir jeopolitik rekabettir, ancak mezhepçi rekabet de bu işin ambalajını oluşturmaktadır. Ayrıca mezhepçi ambalaj, iki ülkenin de giderek daha fazla sayıda insanı mobilize etmesi ve sorunu halklara haklı gerekçelerle sunması açısından işlevsel bir faktör haline gelmektedir. Humeyni tarafından 1970’lerde geliştirilen “velayet-i fakih” ideolojisi, İran’ın kendisini bölgede diğer ülkelerin üzerinde konumlandırmasına ve İran’daki Dini Lider’in (şimdilerde Ali Hamaney) kendi ülkesi içerisinde tüm hâkimiyeti elinde bulundurmasına yol açmaktadır. Dahası, İran Dini Lideri, kendisini tüm Müslümanların temsilcisi bir otorite olarak da görmektedir. Suudiler ise, genel olarak Şiilik mezhebi dışında, bu özel Şiilik yorumuna da kesinlikle karşıdırlar.

Paneldeki ikinci konuşmacı olan Karim Sadjadpour ise, konuya daha çok İran perspektifinden yaklaşmaktadır. Konuşmasına bir Afrika atasözü olan “Filler tepiştiğinde çimenler ezilir” sözünü hatırlatarak başlayan Sadjadpour, gerginliğin 3 boyutu olduğuna dikkat çekmektedir. Bunlar; etnik (Arap vs. Fars), mezhepsel (Sünni vs. Şii) ve jeopolitiktir (Suudi Arabistan vs. İran). Sadjadpour’a göre, mezhepsel ve etnik rekabetler kalıcıdır ve işin daha önemsiz ve “yumuşak” boyutunu oluşturmaktadır. Ancak jeopolitik rekabet, kanlı olaylara neden olan işin tehlikeli ve “sert” tarafıdır. Dolayısıyla, Sadjadpour da -Haykel gibi- meselenin özünün jeopolitik rekabet olduğunu ve bu durumun mezhepsel ve etnik rekabeti körüklediğini ifade etmektedir. Suudi Arabistan, İran için ABD hegemonyası ve İsrail’in kurulmasıyla birlikte Ortadoğu’daki en öncelikli ve önemli sorunlardan birisidir. Günümüzde de Dini Lider’in konuşmaları incelenirse, IŞİD’in ABD tarafından kurulduğu ve Suudi Arabistan’ın ABD’nin piyonu olduğu gibi düşünceler, İran’da yaygın kamuoyu görüşleri haline de gelen güçlü düşüncelerdir. Bu bağlamda, Suudi Arabistan’ın bölgesel istikrarı bozan bir aktör olduğu fikri Tahran’da hâkimdir. IŞİD konusunda da iki ülkenin görüşleri taban tabana zıttır. İran, IŞİD’in Vahabi (Selefi) köktendinciliğinin ve bölgeye yönelik Amerikan politikalarının doğal bir sonucu olduğunu düşünürken, Suudi Arabistan, bunun Beşar Esad rejiminin baskıcı yapısı nedeniyle oluştuğu algılamasına sahiptir.

Bernard Haykel, ikinci tur konuşmasında, iki ülke arasındaki rekabetin son dönemde hiç olmadığı kadar arttığına dikkat çekmektedir. Bunun nedeni ise, son yıllarda Irak’ta yaşananlardır. Suudilerin uyarılarına rağmen Amerikalıların Irak’ı işgal etmesi ve sonrasında kurdukları çarpık düzen, net bir şekilde İran’ı ve bölgedeki devlet dışı aktörleri güçlendirmiştir. ABD’nin önceki Başkanı Barack Obama’nın nükleer anlaşma ve sonrasında attığı adımlarla İran’la yakınlaşması da Suudi Arabistan’ı son dönemde çok rahatsız etmiştir. ABD’nin bölgedeki 1 numaralı müttefiki olan Suudiler, İran’a karşı bu denli sıcak bir yaklaşımı tasvip etmemekte ve Amerika’yı şiddetle eleştirmektedirler. Bu nedenle, Suudi Arabistan’ın, İran karşıtı konuşmalarıyla dikkat çeken yeni ABD Başkanı Donald Trump’a sıcak bakması ve destek vermesi yüksek bir ihtimaldir.

Karim Sadjadpour ise, ikinci tur konuşmasında, 1990’larda Haşimi Rafsancani’nin etkisiyle İran’la Suudi Arabistan arasında bir yakınlaşma yaşandığını, ama son dönemde bu durumun tamamen tersine döndüğünü söylemektedir. Sadjadpour’a göre; yüzde 85’i Sünni Müslüman olan İslam dünyasında, mezhepçi rekabet aslında Suudi Arabistan’ın lehinedir, çünkü demografik yapı İran’ın aleyhinedir.[2] Bu nedenle, İran’ın rekabeti anti-emperyalizm ve ABD karşıtlığı temelinde ideolojik bir zemine oturtması daha akıllıca olacaktır. Ancak bu noktada, Suriye iç savaşı İran açısından çok olumsuz bir gelişme olmuştur. Zira bu ülkede Alevi-Nusayri azınlık üzerine kurulu bir rejimin İran ve Rusya’dan aldığı silahlar ve askeri destekle Sünni çoğunluğa yönelik katliam politikalarına yönelmesi, Arap ve genel olarak Müslüman dünyasında İran’ın etkisini kısmen azaltmış ve bu ülkenin dış politikasına yönelik olarak gelişen “mezhepçi” algısını güçlendirmiştir. Bu nedenle, İran ve Esad Suriye’de sahada kazansalar bile, Arap ve İslam dünyasında algı yönetimi açısından Suriye’de kötü bir sınav vermişlerdir.

Konuşmanın giriş bölümündeki bu argümanları karşılaştırmak ve değerlendirmek gerekirse, her iki konuşmacının da vurguladığı şekilde, Suudi Arabistan-İran rekabetinin temelinde bu iki ülke ve daha büyük bir perspektifte ABD ve müttefikleri ile Rusya-İran-Çin ekseni arasındaki jeopolitik bir mücadeleden söz etmek doğru olacaktır. Konuşmacıların görmezden geldiği önemli bir konu ise, her ikisi de anti-demokratik rejimlere sahip bu ülkelerin, bu rekabet sayesinde halklarını rejime bağlı tutabilmeleridir. Ayrıca Batı ve Rus savunma sanayilerinin de bu rekabetin gelişmesi ve derinleştirilmesinde hatırı sayılır bir payı olduğu bu noktada dürüstçe söylenmelidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Burada tüm İslam dünyasındaki oranlara bakılarak hatalı bir değerlendirme yapıldığı iddia edilebilir. Çünkü meseleye Şii nüfusun fazla olduğu ülkeler içerisinde (Irak, Lübnan, Umman, Yemen ve Bahreyn) etkili olma bağlamında yaklaşılırsa, mezhepçi politikalar İran’a bugüne kadar büyük faydalar sağlamıştır sonucuna varılabilir. Zira İran'ın bölgesel etkisi, İslam Devrimi sonrasında ciddi oranda artmıştır.

Hiç yorum yok: