26 Ocak 2017 Perşembe

Siyasi Kültür Olgusu


Prof. Dr. Feride Acar ve Yrd. Doç. Dr. Hasan Faruk Uslu’nun yeni yayınladıkları “Siyaset Sosyolojisi” adlı kitap[1], Türkiye’de ihmal edilen ve hakkında pek ders kitabı bulunmayan bu alanda son dönemde yapılan yeni ve özgün bir girişim olarak dikkat çekmektedir. Dipnot Yayınları tarafından piyasaya sürülen 330 sayfalık kitabın en ilginç ve faydalı bölümlerinden birisi ise, Karşılaştırmalı Politika alanında önemli bir konu başlığı olan “Siyasi Kültür” alanındadır. Prof. Dr. Ayşe Ayata ve Özlem Gölgelioğlu Klujs tarafından yazılan bu bölüm, alandaki literatürü özetleyen -öğrenciler ve akademisyenler açısından- faydalı bir özet niteliği taşımaktadır. Siyasi Kültür, akademik camiada Marksist altyapı temelli analizlerde ihmal edilen ve pek önemsenmeyen ve kültürel analizlerde ise özellikle Orta Doğu ve Türkiye özelinde salt din bağlamında ele alınan bir konu olmasına karşın, aslında Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan akademik çalışmalarda çok önemli bir yere sahiptir. Örneğin, 1934 doğumlu Michigan Üniversitesi Profesörü Ronald Inglehart[2], bu alanda dünya çapında bir konuma sahip olan önemli bir Sosyal Bilimcidir. “The Civic Culture” adlı klasik kitabın yazarı olan Gabriel Almond ve Sidney Verba da, bu alanın diğer ünlü ve otorite isimlerindendir. Alman sosyolog Max Weber ise, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” eseriyle, bu alanın kurucu isimlerinden biri olarak kabul edilebilir. Bu yazıda, Acar ve Uslu’nun “Siyaset Sosyolojisi” kitaplarındaki Ayata ve Gölgelioğlu Klujs tarafından yazılan “Siyasal Kültür” bölümü (sayfa 299-328) özetlenecektir.

“Siyaset Sosyolojisi” kitabı

Günlük hayatta “kültür” teriminin çok farklı kullanım şekilleri olsa da, Ayata ve Gölgelioğlu Klujs’a göre, temelde kültür olgusu siyasal olarak 3 bağlamda ele alınabilir. Bunlar; bir ülkede siyasetin yapılış biçimi (siyasetçilerin üslubu, propaganda teknikleri), siyasi kurumların işleyişi ve yönetim şekli (kayırmacılık, torpil, otoriter yönetim, güçlü liderlik vs.) ve bireylerin ve toplumun siyasal kurumlarla ilişkisi ve siyaseti algılayışı (siyasi kurumlara ve genel olarak siyasete duyulan güven) olarak özetlenebilir. Peter Ludwig Berger’in meşhur tanımıyla, Siyasi Kültür, herhangi bir toplumun siyasi sistemini oluşturan inançlar, değerler ve tutumlar bütünüdür. Almond ve Verba ise, Siyasi Kültür kavramını “sisteme yönelik tutum ve yönelimler” olarak tanımlamaktadırlar. Siyasi Kültür kavramının önemi Aristo’ya ve Montesquieu’ye kadar dayandırılabilir. Örneğin, “Yasaların Ruhu” adlı eserinde, Montesquieu, farklı coğrafyalardaki farklı hukuk sistemleri ve yasaları incelemiştir. Siyasi Kültür konusunun Siyaset Bilimi ve özellikle de Karşılaştırmalı Politika literatürüne dâhil edilmesi ise 1950’lerden sonra olmuştur. İlk ortaya çıkan yaklaşımlar, şu mantık üzerine kuruludur; Siyasi Kültür, siyasal toplumsallaşma süreci ile nesilden nesile aktarılır ve bireylere iletilir. Dolayısıyla, Siyasi Kültür etkisiyle belirli siyasi davranış kalıpları toplumsal olarak devamlılığını sağlar. Bu devamlılık ise, o ülkenin siyasal sistemini kalıcı ve istikrarlı hale getirir. Nitekim bu sayede, devlet, toplum ve bireyler arasındaki bağlantı ve denge devam etmektedir.

Siyasi Kültür Kavramının Gelişimi
Avrupa’da Sosyal Bilimler alanında Siyasi Kültür yaklaşımının gelişmesi, Karl Marks’ın sınıfsal temelli analizlerin yerine toplumdaki dinsel inanç ve kültürel değerleri çalışmalarında odak noktası yapan Max Weber ve Emile Durkheim gibi öncü akademisyenler sayesinde olmuştur. Siyasal kurumların ve eylemlerin de Siyasi Kültür olgusundan beslendiği fikri ise, bu iki öncü isimden yıllar sonra çalışmalar yapan Amerikalı sosyolog Talcott Parsons sayesinde olmuştur. Parsons’a göre; bireylerin eylemlerinin motivasyonları, amaçları, araçları ve sınırları büyük ölçüde kültürel öğeler ve kültürel sistem tarafından belirlenmektedir. İnsan eyleminin ayırt edici özelliği, onun aslında kültürel bir eylem olmasıdır. Dolayısıyla, sosyal sistemdeki etkileşimler, kültürel sistemden etkilenerek olur ve bu ikili birbirini etkilemeye devam eder.

Sosyolojinin yanı sıra Psikoloji ve Antropoloji de Siyasi Kültür kavramının gelişimine katkıda bulunan branşlardır. Nitekim Sigmund Freud gibi bir psikanalist ve Bronislaw Malinowski ve Ruth Benedict gibi antropologlar da bu kavramın gelişimine katkıda bulunmuşlardır. Antropoloji disiplini sayesinde, Siyasi Kültür alanında toplumsallaşma, grup kuralları ve bağlılıkları, gelenekler ve bireylerin kişilik yapılarının ne ölçülerde etkili olduğu konuları tartışılır olmuştur.

Siyasi Kültür alanına teorik altyapı sağlayan ilk önemli yaklaşımlardan biri Davranışçılık Okulu’dur. Dönemin kuralları ve kurumları temel alan Siyaset Bilimi çalışmalarına alternatif olarak, Davranışçılık, birey, toplum ve seçkinlerin davranışlarını ve siyasi süreçleri analiz etmeye çalışmıştır. Hatta Robert Dahl, Davranışçılığı, “deney yapmaya ve hipotez geliştirmeye yönelik yeni anlayışın klasik Siyaset Bilimi yaklaşımına yönelik protestosu” olarak nitelendirmiştir. Hakikaten de, Davranışçılık, yöntemsel olarak niceliksel yöntemlerin (anket vs.) kolaylıkla uygulanabildiği verimli bir alana dönüşmüştür. Örneğin, seçmen davranışları, bu alanda ilk önemli çalışma konusu olmuştur. ABD’de yayınlanan “The People’s Choice” ve “The American Voter” gibi kitaplar, Amerika ve dünyada klasik haline gelmiş ve büyük ses getirmiştir. İlerleyen yıllarda Siyasi Kültür olgusunu vatandaşlık-yurttaşlık ve kalkınma bağlamında ele alan “Civic Culture” ve “Political Culture and Political Development” gibi yeni ve özgün çalışmalar da yapılmıştır. Ancak Davranışçılık, aşırı deneysel olduğu yönünde çeşitli eleştirilere maruz kalmış ve teoriyi arka plana attığı yönünde bilim camiasının bir bölümünde tepki görmüştür. Davranışçılığın deneylere dayalı olması sebebiyle katı nesnellik iddiasında bulunması da eleştiriyle karşılanmıştır; zira araştırmaların kurulduğu teorik çerçevenin araştırmacının dünya görüşünden etkilenmemesi imkânsızdır.

1950’lerden başlayarak, Batı akademisi, iki sebeple Siyasi Kültür olgusunu çok daha ciddiye almak zorunda kaldı. Birincisi, Almanya’da, İtalya’da ve Japonya’da yükselen faşizm ve bu akımın halklar arasında yarattığı heyecandı. Dünyayı büyük bir savaşa (İkinci Dünya Savaşı) ve milyonların ölümüne sürükleyen bu eğilim, tartışmasız şekilde Siyasi Kültür olgusunu ve toplum psikolojisinin önemini su yüzüne çıkardı. İkincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan dekolonizasyon dönemi neticesinde birbirinden pek çok açıdan farklı yeni ülke ve sistemlerin kurulması, Siyasi Kültür ve siyasal sistemler arasındaki farklılıkları daha görünür hale getirdi.  

Civic Culture

Vatandaşlık Kültürü
Almond ve Verba’nın 1963 yılında yayınladıkları “Civic Culture” (Vatandaşlık Kültürü) adlı eser, Siyasi Kültür çalışmalarında bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da meydana gelen demokrasi karşıtı rejimlerin oluşum nedenleri açıklanmaya çalışılmıştır. ABD, İngiltere, Almanya, İtalya ve Meksika gibi ülkelerden toplanan veriler ışığında, bu ülkelerdeki genel siyasi eğilimler ve bu ülke vatandaşlarının Siyasi Kültür açısından eğilimleri araştırılmaya gayret edilmiştir. Oluşturulan Siyasi Kültür ve vatandaş tipolojileri ile farklılıklar gözlemlenmiş ve “Vatandaşlık Kültürü” adı verilen olgunun demokrasi açısından en uygun kültür biçimi olduğu savunulmuştur. “Parochial” (yerel) adı verilen Siyasi Kültür biçimi, geleneksel toplumlarda görülen ve insanların sisteme dair bilgilerinin çok az olması sebebiyle siyasi olaylar karşısında tavır gösteremedikleri bir durumdur. “Subject” (uyruk, tebaa) adlı Siyasi Kültür biçimi, insanların bilinçli hale geldiği, ancak sisteme aktif olarak katılmaktan imtina ettiği bir duruma tekabül eder ve devleti ön plana çıkarır. “Participant” (katılımcı) Siyasi Kültür ise, vatandaşlık olgusunun öne çıktığı ve insanların sisteme aktif şekilde katılarak sistemi şekillendirdiği yönetim biçiminin izdüşümüdür. “Civic” (Vatandaşlık) kültürü ise, katılımcı toplumun ileri aşaması olarak demokratik işleyişinin tam anlamıyla oturduğu ve yönetimin insanların isteklerine uygun olarak şekillendiği yönetim biçimlerinde görülür. Bu çalışma sonucunda, Anglo-Amerikan Siyasi Kültürü, istikrarlı ve demokratik bir yönetim için en başarılı örnek olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak bu teoriye yönelik çeşitli eleştiriler de mevcuttur. Öncelikle, Almond ve Verba’nın iddialarının aksine, Vatandaşlık Kültürü’nün gelişmediği toplumlarda da istikrarlı ve başarılı yönetim modelleri ortaya çıkabilmektedir. Arend Lijphart’ın dikkat çektiği bu husus, Avusturya, Hollanda, İsviçre ve Belçika gibi parçalı ve alt kültürleri birbiriyle çelişen heterojen toplumların da istikrarlı bir demokrasi olabileceği savından hareket etmektedir. Lijphart’ın “ortaklık demokrasisi” (consociational democracy) adını verdiği model sonucunda, vatandaşlık bilincinden ziyade alt kimlik ve yerel grupların öne çıktığı, ancak bu gruplar arasında bir güç dengesi ve koalisyonunun kurulduğu yönetim biçimlerinin de başarılı olabileceği ortaya konmuştur. Carol Pateman da, Almond ve Verba’nın teorisini tersyüz etmiş ve Vatandaşlık Kültürü’nün demokrasiye yol açmasından ziyade, istikrarlı ve başarılı bir demokrasinin Vatandaşlık Kültürü’nü yaratabileceğine dikkat çekmiştir. Ayrıca yine Pateman’a göre, Almond ve Verba’nın tipolojisi, devlete itaat eden vatandaşı kutsamaktadır. Oysa bu şekilde bir yaklaşım, devletin yenilenmesini ve daha da demokratikleşmesini engelleyebilir. Pateman’ın bir diğer eleştirisi ise, Almond ve Verba’nın çalışmasında cinsiyet, sınıf, ırk ve etnisite gibi toplum-içi farklılıkların görmezden gelinmesi ve vatandaşlığın adeta bunların üzerinde bir üst kimlik olarak kurgulanmasıdır. Bunlara ek olarak, yine Carol Pateman, Almond ve Verba’yı, Vatandaşlık Kültürü’nü kutsarken, devletin savunduğu anlayışın topluma demokratik olarak mı sunulduğu, yoksa bunun topluma zorla mı dayatıldığını görmezden gelmekle eleştirir. Son olarak, birçok araştırmacı, anket yönteminin bu kadar sık kullanılmasının “Vatandaşlık Kültürü” çalışması ve genel olarak Siyasi Kültür çalışmalarında hatalı olabileceğini ifade etmişlerdir.

Sosyal Sermaye Kavramı
Bu alanın bir diğer önemli ismi olan Robert Putnam ise, “Making Democracy Work: Civil Traditions in Modern Italy” (1993) adlı eserinde daha farklı bir perspektif sunmuştur. Çalışmanın temel bakış açısı; uzun süreli ve istikrarlı demokrasiler yerine, iyi işleyen demokrasiler kurabilmenin daha önemli olduğudur. Putnam, iyi işleyen demokrasiler konusunda kriterlerini şöyle oluşturmuştur: vatandaşların taleplerine duyarlı olmak, siyasal eylemlerini bu talepler doğrultusunda düzenlemek ve kaynakları etkili ve verimli bir şekilde kullanmak. Putnam, bu doğrultuda İtalya’nın 20 farklı bölgesinde yaptığı çalışmalar sonucunda, Kuzey İtalya’da daha gelişmiş bir demokrasinin oluşunu, burada daha etkin bir vatandaş topluluğunun (civic community) varlığıyla açıklamıştır. Putnam’a göre; vatandaşların politik etkinliklerinin fazla olduğu, karşılıklı güven ve işbirliğinin var olduğu ve siyasi katılımda eşitlik ilkesinin geçerli olduğu toplumlarda, kurumların demokratik performansı daha yüksektir. Putnam, bu noktadan hareketle, vatandaş topluluğunu “sosyal sermaye” olarak tanımlamaktadır.

Bu kavramı (sosyal sermaye) daha da geliştiren Pippa Norris ise (2002), sosyal sermayenin iki boyutunu yapısal (sivil toplum kuruluşlarına üyeliğin yaygınlığı vs.) ve kültürel (kişiler arasındaki güven) olarak tanımlamaktadır. Pippa Norris’in “Freedom House” verilerine göre yaptığı incelemeler sonunda şu iki temel görüş ortaya çıkmıştır:
  • Sosyal sermaye, ülkeler arasında rastlantısal olarak dağıtılmamıştır. Ülkeler, bu anlamda önceden tahmin edilebilir kümeler oluşturmaktadır. İskandinav ve Anglo-Amerikan toplumlarının sosyal sermayeleri yüksek, Güney Amerika ve Orta Avrupa ülkelerinin ise düşüktür. Türkiye de, düşük siyasal güven ve politik katılım ile alt sıralarda yer alan bir ülkedir. Ayrıca sosyal sermayenin gelişmişliği; eğitim seviyesi, kitle iletişim araçlarının yaygınlığı gibi kriterlerle de yakından ilgilidir.
  • Fakir sosyal sermayeye sahip ülkelerde kişiler arası güven ve toplumsal ağlara katılım düşükken, zengin sermayeye sahip ülkelerde bu iki faktör yüksektir.
Ronald Inglehart

Kültürel Değişim
Ronald Inglehart’ın literatüre önemli bir katkısı ise “Kültürel Değişim” alanında olmuştur. Inglehart, çalışmalarında, Batı toplumlarında modernizm sonrası ortaya çıkan yeni değerleri konu almıştır. Buna göre; kendini ifade etme değerlerinin (self-expression values) ve özgürlük taleplerinin yükselişi, yeni bir toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun en önemli sonucu ise demokratik kurumların yaygınlaşmasıdır. Inglehart, değişen bireysel değerler ile demokratik kurumlar arasında pozitif bir ilişki olduğunu düşünmektedir. Demokrasiler sayesinde özgürleşen bireyler, kendilerini rahatlıkla ifade edebilmekte ve özgür seçimler yapabilmektedirler. Dolayısıyla, bu toplumlarda sosyal sermaye seviyesi gelişebilmektedir. Inglehart, çalışmalarında yaşlı ve genç nesiller arasındaki beklenti farklılıklarını da ortaya koymuştur. Genç kesimlerde kendini gerçekleştirme ve katılıma dair değerler yaygınken, yaşlılar daha ziyade güvenlik ve düzen gibi değerlere vurgu yapmakta ve bunları önemsemektedirler. Maslow’un ünlü “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” teorisini Siyasi Kültür alanına uyarlayan Inglehart, büyük savaşlar ve ekonomik zorluklar yaşamış önceki kuşakların güvenlik ve istikrarı önemsediğini, yeni nesillerin ise bu zorluklardan haberdar olmadıkları için kendilerini ifade etme ve gerçekleştirmeye yönelik değerleri daha üstte tuttuklarından söz etmiştir.

Siyasi Sosyalleşme (Siyasi Toplumsallaşma)
Siyasi Kültür çalışmalarının en önemli konularından birisi de Siyasi Sosyalleşme veya Siyasi Toplumsallaşma olgusudur. Siyasi Sosyalleşme, bireylerin o ülke siyasal yaşamına adapte olmaları ve farklı kanallardan (toplum, aile, eğitim, din, kültür, medya, iş vs.) beslenerek, önceki nesillerin değerlerini benimsemelerini kapsar. İnsan toplulukları, paylaştıkları değerler, semboller ve normlar sayesinde birlikte yaşamayı başarır ve diğer insan topluluklarından ayrışırlar. Bu değerler ise, Siyasi Sosyalleşme sürecinde ve zamanla kazanılır. Elbette, Siyasi Sosyalleşme süreci ailede başlar. Aile ve yakın akraba grubu içerisinde, bir çocuk veya genç bir birey, derinlemesine olmasa da bazı değerleri öğrenir ve içselleştirir. Toplumsal bazı davranış kalıpları, cinsiyet rolleri ve bazı milli değerler, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Okulda alınan eğitim, ailenin ardından çocuğun gelişimine katkıda bulunur. Arkadaş grupları, toplumsal yaşam, din kurumu, kültürel faaliyetler, medya ve iş dünyası da bir bireyin dünya görüşünü şekillendiren diğer önemli unsurlardan kabul edilirler. Genç bireyler, küçük yaştan itibaren öncelikle “otorite” kavramıyla karşılaşırlar. Evde baba veya anne, sokaklarda polis, okulda öğretmen ve benzeri kişiler, bireylerin toplumsal yaşamda mutlak eşitlik olmadığını anlamalarına neden olur. Siyasi Sosyalleşme süreci sadece çocukluk ya da gençliği de kapsamaz ve hayat boyu devam eder.

Sonuç olarak, Prof. Dr. Ayşe Ayata ve Özlem Gölgelioğlu Klujs tarafından yazılan Prof. Dr. Feride Acar ve Yrd. Doç. Dr. Hasan Faruk Uslu imzalı “Siyaset Sosyolojisi” kitabının “Siyasi Kültür” başlıklı 11. bölümü, literatürü özetleyen faydalı bir çalışma olmuştur. Lakin bu bölümde din konusundaki açıklamalara neredeyse hiç değinilmemesi, önemli bir eksiklik olarak gözüme çarpmıştır. Özellikle Türkiye gibi dinin çok önemli olduğu bir ülkede, bu alanda yapılan çalışmalarda dine referans yapılmaması kanımca hatalı bir yaklaşımdır. Yine de, bu kitabın ders kitabı olarak üniversitelerde okutulması son derece yerinde olacaktır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok: