2 Kasım 2016 Çarşamba

Dr. Emre Tarım'dan 'What next for Istanbul as an international financial centre'


İstanbul’un küresel bir finans merkezine çevrilmesi yönündeki istek ve çabalar, son yıllarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok Türk siyasetçisi tarafından ifade edilmektedir.[1] King’s College London’da ders veren Bilkent Üniversitesi çıkışlı Türk akademisyen Dr. Emre Tarım da[2], “What next for Istanbul as an international financial centre” adlı makalesinde[3] bu konuyu incelemiş ve önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu yazıda, Tarım’ın bu makalesi özetlenecektir.

Dr. Emre Tarım

Türkiye ekonomisinin küreselleşme trendine eklemlendiği 1980’li yıllardan itibaren, Türkiye’nin bir anlamda ekonomik başkenti olan İstanbul, bölgesel olarak önemli bir finans merkezi haline gelmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti-AKP) hükümeti ve özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, son yıllarda bu durumu bir adım daha ileri taşımak ve İstanbul’u önemli bir küresel finans merkezi haline getirmek istemektedir. Bu doğrultuda, son yıllarda Türkiye’de önemli bir dizi reform gerçekleştirilmiş ve halen gerçekleştirilmektedir. Tarım, orijinal Fransızca adı “Quel avenir pour Istanbul en tant que centre financier international?” olan makalesinde işte bu konuyu özetlemeye çalışmıştır. Bu bağlamda, son dönemde en çok ön plana çıkan konu, İstanbul Finans Merkezi, İstanbul Uluslararası Finans Merkezi veya Ataşehir Finans Merkezi olarak adlandırılan ve İstanbul’un Ataşehir ilçesinde yapılması planlanan küresel finans merkezi projesidir.[4] Küresel Finans Merkezi Endeksi GFCI’da son dönemde 82 merkez şehir arasında 42. sıradan 44. sıraya gerileyen İstanbul şehrinin yöneticileri, işlerinin kolay olmadığının farkında, buna karşın devlet desteğiyle bu projenin gerçekleştirileceği kanısındadırlar.[5] Tarım ise, makalesinde, AK Parti hükümetinin Orta Doğu merkezli olarak böyle bir girişime öncülük edebileceğini, ancak küresel bir merkeze dönüşmenin zor olduğuna dikkat çekmektedir.

Makalenin ilk bölümünde, yazar, 1980’lerden bu yana Türkiye ekonomisinin dönüşümünü analiz etmektedir. 1950’lerin sonunda başlayan ithal ikamesi politikaları, Türkiye’de sanayiyi güçlendirmiş, tüketim maddeleri üretimini arttırmış ve Türkiye ekonomisini uluslararası rekabete hazır hale getirmiştir. 1980’lerde ise, ülke ekonomisi dışarıya hızlı bir şekilde açılmış ve küresel pazarlara ve finans dünyasına erişebilir hale gelmiştir. Bu dönemde, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ordunun (Türk Silahlı Kuvvetleri) yönetimde olması, bu reformlara yönelik olarak gelişmesi muhtemel halk tepkisini dindirmiş ve reform süreci sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmiştir. 1985 yılı Aralık ayında şimdiki adıyla “Borsa İstanbul A.Ş."[6], eski adıyla İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın kurulması, bu anlamda bir dönüm noktası olarak kabul edilmelidir. Turgut Özal döneminde izlenen özelleştirme ve liberalleşme politikaları da, bu dönüşüm sürecini hızlandırmış ve Türkiye ekonomisini küresel kapitalizmle bütünleştirmiştir. Ancak 1991 yılındaki Körfez Savaşı ve 1994 yılında Türk lirasında yaşanan kriz bu süreci aksatmış ve 1997-1998 Asya ve Rusya ekonomik krizleri de Türkiye’yi olumsuz etkilemiştir. 2001 yılındaki büyük ekonomik krizle tam anlamda dibe vuran Türkiye, bu dönemde ünlü ekonomist Kemal Derviş’i olağanüstü yetkilerle görev başına getirmiş ve yeni Türkiye ekonomisinin dizaynını ona bırakmıştır. İMF’nin tavsiyeleri doğrultusunda acı bir reçeteyi uygulamaya sokan Derviş, Ekonomi Bakanı olarak görevde uzun süre kalamasa da, 2002 seçimlerinde iktidara gelen İslamcılık çıkışlı muhafazakâr-sağ bir parti AK Parti de Derviş’in ekonomik programını muntazam bir şekilde uygulamış ve Türkiye’nin yapısal ekonomik dönüşümü bu yıllarda başarıyla devam etmiştir.

İktidarının ilk yıllarında İslamcılık’tan uzak bir görüntü çizmeye çalışan AK Parti, yüksek ekonomik büyüme oranları ve düşük enflasyon ve faiz modeliyle çok başarılı bir performans göstermiş ve ekonomik başarısının karşılığını sandıkta da almıştır. 2005 yılında Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini de başlatan AK Parti, böylelikle küresel finans merkezlerine güven telkin etmiş ve İstanbul’u bir cazibe merkezi haline getirmeye başlamıştır. Bu yıllarda içerideki seküler yerleşik yapı ile cebelleşen AK Parti, krize dönüşen 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, parti kapatma davası ve anayasal değişiklikler konusunda Batılı başkentlerden daima destek almış ve bu sayede yerel ve genel seçimlerde çok yüksek oy oranlarına ulaşmayı başarmıştır. Buna karşın, 2008 küresel ekonomik krizi Türkiye’yi de kısmen etkilemiş ve 2009 yerel seçimlerinde görüldüğü üzere partinin oy oranlarını da düşürmüştür. 2010 ve 2011’de yeniden spektaküler bir performans gösteren AK Parti hükümeti, 2013 yılından itibaren yeniden düşen bir seyir izlemeye başlamıştır.

AK Parti’nin bir diğer dikkat çekici özelliği ise, ulaşım ve altyapı anlamında makro projelere ağırlık vermesi ve Erdoğan’ın “çılgın proje” adını verdiği ilginç ve yaratıcı plan ve programları uygulamaya sokmasıdır. Ancak birçoğu ulaştırma temelli olan bu projelerin bir kısmı, toplumda kutuplaşma ve tepki yaratmıştır. Bu tepkilerin odağında ise, çevreye verilen zarar vardır. Bu tepkiler, 2013 yılındaki Gezi Parkı protestoları ile doruk noktasına ulaşmıştır. İstanbul’daki nadir yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı'nın Halil Paşa Topçu Kışlası’na çevrilmesinin yarattığı infial, hâlihazırdaki çevreci ve İslamcılık karşıtı tepkilerle birleşince, Gezi Parkı protestoları AK Parti hükümetini adeta sallayan bir toplumsal olguya dönüşmüştür. O dönem Başbakan olan Erdoğan ve yakın çevresinin “darbe” olarak nitelendirdiği ve uluslararası finans çevrelerinin organize ettiğini iddia ettiği bu süreç, AK Parti ve Erdoğan’ı çok yıpratmış ve dünyada Türkiye’ye olan olumlu bakışı da tersyüz etmiştir. Özellikle Erdoğan’ın bu olaylardan uluslararası finans merkezlerini (faiz lobisi) sorumlu tutması, küresel bir finans merkezi olmak isteyen bir ülke için yanlış algılamalar yaratmış ve Türkiye’den bir miktar sermaye çıkışı da bu dönemde yaşanmıştır.

Türkiye’deki yaygın kapitalizm kültürü incelendiğinde, Erdoğan’ın “faiz lobisi” etrafında şekillendirdiği komplo teorilerinin halkta da karşılık bulduğu görülmektedir. 1980’lerden itibaren hızla kapitalistleşen ve dünya pazarlarına açılan Türkiye’de, ekonomik büyümenin durduğu dönemlerde siyasal krizler yaşanması alışılageldik bir durumdur. Nitekim Erdoğan da, ekonominin daraldığı bu yıllarda, Gülen cemaati veya “Hizmet hareketi” adı verilen ve kendisini iktidara taşıdığı düşünülen örgütlü İslami bir yapıya cephe almış ve onun kadrolarını devletten tasfiye etmeye başlamıştır. Erdoğan’ın giderek artan tek adam yönetimi ve ülke içerisinde güçlenen siyasal pozisyonu uluslararası sermaye çevrelerinde eleştiri konusu yapılırken, istediği Türk tipi Başkanlık modelinin de Merkez Bankası’nın özerkliğini kaybetmesine neden olacağı yönündeki endişeler bu yıllardan itibaren su yüzüne çıkmıştır. Bu dönemden itibaren Merkez Bankası’nın faiz politikalarını sıklıkla eleştiren Erdoğan, böylece İslami çevrelerde de artı puan toplamıştır. Erdoğan’ın eleştirileri öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, kendisi, Merkez Bankası guvernörü ve çalışanlarını isim vermeden hainlikle bile suçlamıştır.[7] Düşen ekonomik büyüme oranları, yüksek enflasyon ve nispeten düşük döviz kuru politikaları nedeniyle Türkiye’deki hisselerin değeri bu yıllardan itibaren düşmeye başlamış ve cari açığın finansmanında da zorluklar baş göstermiştir. İstanbul’u küresel bir finans merkezine dönüştürme projesi de, doğal olarak, bu yıllardan itibaren giderek daha zayıf bir ihtimal haline gelmeye başlamıştır.

Ataşehir’de inşasına başlanan İstanbul Finans Merkezi projesi, aslında sadece bir finans merkezi projesi değil, aynı zamanda önemli bir lüks yerleşim yeri ve alışveriş merkezleri projesidir. AK Parti’ye yakın bir müteahhit tarafından üstlenilen bu projenin başarısı ve büyük bankaların genel merkezlerini Ankara’dan İstanbul’a taşıyıp taşımamaları gerektiği ise henüz tartışmalıdır. Zira iletişim imkânlarının çok geliştiği internet çağında, Ankara merkezli olan devlet bankalarının İstanbul’a taşınmaları bir zorunluluk değildir.[8] Ayrıca Türkiye demokrasisinde ortaya çıkan istikrarsızlıklar ve Erdoğan’ın tek adam yönetimi isteği, gelecek adına soru işaretleri yaratmaktadır. Buna karşın, İstanbul’un bir kültür ve turizm merkezi olarak inanılmaz yüksek potansiyeli, bu şehre yönelik finans merkezi projesi başta olmak üzere birçok farklı projeyi de halen gündemde tutmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[4] Web sitesi için; http://www.ifcturkey.com/. Proje hakkında temel bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul_Finans_Merkezi.
[5] Ancak İstanbul, 2016 yılı içerisinde sert bir düşüş yaşamış ve endekste 57. sıraya kadar gerilemiştir. Bakınız; https://en.wikipedia.org/wiki/Global_Financial_Centres_Index#Ranking.
[6] Web sitesi için; http://www.borsaistanbul.com/.
[8] Bu noktada İstanbul’un inanılmaz yoğun trafiğinin de önemli bir sorun olduğunu ve çalışma verimini düşürdüğünü hatırlamak gerekir.

Hiç yorum yok: