2 Ekim 2016 Pazar

Fransız-Alman İttifakının Geleceği


Fransa merkezli Diplomatie dergisinin 82 nolu Eylül-Ekim 2016 sayısında, Avrupa Birliği’nin omurgasını oluşturan Fransız-Alman ittifakı hakkında kapsamlı bir dosya yayınlanmıştır. 5 farklı makale ve portfolyo bölümünden oluşan dosya, Brexit kararı ile zor günlerden geçen ve dağılma riskiyle karşı karşıya olan AB’nin geleceği hakkında bize fikir verebilir. Bu yazıda, bu dosyadan yer alan 5 makale özetlenecek ve yorumlanacaktır.

Diplomatie dergisinden Fransız-Alman ittifakı hakkında kapsamlı bir dosya

Almanya uzmanı Fransız araştırmacı Claire Demesmay[1] imzalı ilk makale, Avrupa Birliği genelinde ve Fransa-Almanya ilişkilerinde son dönemde ortaya çıkan siyasal sorunları incelemekte, buna karşın, AB projesini ciddiye almaları ve desteklemeleri nedeniyle, bu iki ülke arasındaki ilişkinin gelecek için de büyük bir potansiyel teşkil ettiği sonucuna varmaktadır. Demesmay’a göre; Avrupalılar, son 10 yıldır sürekli kriz halinde yaşamaktadır. Lehman Brothers’ın batışıyla başlayan 2008 yılındaki finansal kriz, Avrupa ülkelerinin birçoğunda etkili olan borç krizi ile devam etmiş ve avro bölgesinin (eurozone) istikrarını bozmuştur. Bu süreçte, özellikle Güney Avrupa ülkelerinde, yükselen işsizlik oranları nedeniyle siyasal istikrar da bozulmuştur. Tüm bunlara ek olarak, 2015 yılından itibaren Suriye iç savaşı nedeniyle başlayan göç dalgası ve mülteci krizinin Avrupa ülkelerini de etkilemeye başlaması, AB’nin istikrarını daha da bozmuştur. AB’ye son darbe ise, bu yıl içerisinde Birleşik Krallık’ın Brexit referandumu sonucunda AB’den ayrılmayı kararlaştırması olmuştur. Bu sorunlar, haliyle AB’yi ayakta tutan Fransız-Alman ittifakının başarısının ve geleceğinin sorgulanmasına neden olmuştur. Ancak şurası bir gerçektir ki, Fransız-Alman ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok değişmiş ve bugün sağlam ve dostçadır (solide et cordiale). İki ülkenin Avrupa’da barış ve güvenliğin korunması gibi çok önemli ortak değerleri mevcuttur. Ancak bu durum, iki ilişkilerde hiçbir sorun yokmuş anlamına gelmemelidir. Öncelikle, bugün Angela Merkel-François Hollande ikilisinin gösterdikleri liderlik, geçmiş krizlerde rol alan Alman-Fransız liderlikleriyle karşılaştırıldığında yeterince azimli gözükmemektedir. 1973 petrol krizinde Helmut Schmidt-Valery Giscard D’Estaing ikilisinin veya Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında Helmut Kohl-François Mitterrand ikilisinin gösterdikleri liderlik örnekleri hatırlanırsa, Brexit kararı öncesinde ve sonrasında Merkel-Hollande ikilisinin gösterdikleri liderlik performansı rahatlıkla eleştirilebilir. Yazara göre; Fransız-Alman ittifakı, siyasal kültür farklılıkları ve ekonomik çıkarların farklılaşması nedeniyle hiçbir zaman sorunsuz olmamıştır. Buna karşın, son dönemde Fransa ekonomisi kötüye gider ve işsizlik yükselirken, Alman ekonomisi iyi durumda gözükmektedir. Bu asimetri, ikili ilişkileri bozma potansiyeline sahiptir. Zira AB düzeni içerisinde Fransa ekonomisini düzeltmek için gerekli reformları yapamazken, Almanya da bu durumun değişmesi için bir çaba göstermemektedir. Almanya’da geniş tabanlı CDU-SPD koalisyonunun yarattığı siyasal istikrarla Fransa’da popülaritesi düşen sol iktidar arasındaki fark ve Fransa’nın son dönemde yaşadığı güvenlik sorunları da buna eklenebilir. Bu sayede, Almanya aslında yalnızca Fransa karşısında değil, tüm AB üyeleri karşısında dominant bir görüntü çizmeye başlamıştır. Zaten tam da bu nedenle, Fransızların yüzde 75’i AB’ye Almanya’nın yön verdiğini düşünmektedir. Buna karşın, Almanların sadece yüzde 47’si bu görüşe katılmaktadır. Almanya’nın Yunanistan ekonomik krizi ve Türkiye ile yapılan Suriyeli mülteciler anlaşmasında gösterdiği liderlik, bu durumun açık kanıtları haline gelmiştir. Bu tablo içerisinde, Fransa’da AB karşıtlığı yükselmekte ve Marine Le Pen’in savunduğu Frexit ciddi bir ihtimal haline gelmektedir. Ancak sorunları da abartmamak gerekir; zira AB projesinde yer almadan bu ülkelerin dünya ekonomisi ve siyasetinde etkili olmaları da en azından kısa vadede kolay gözükmemektedir.

Sciences Po Profesörü ve Fransız diplomat Maxime Lefebvre[2] imzalı ikinci makale, Fransız-Alman ittifakını diplomasi tarihi perspektifinden incelemektedir. Lefebvre’e göre; Fransız-Alman ittifakı, -Brexit sonrasında- ABD ile müttefik, ama aynı zamanda ona karşı özerk ve güçlü bir Avrupa kurabilir. Zira Brzezinski’nin yıllar önce söylediği gibi; “Avrupa entegrasyonu projesiyle Fransa reenkarnasyon, Almanya ise günahlarının affedilmesini amaçlamıştır” (A travers la construction européenne, la France vise la réincarnation et l’Allemagne la rédemption). CDU (Alman Hıristiyan Demokrat Partisi), Adenauer’den Merkel’e kadar AB projesiyle Batı ittifakında yerini sağlamlaştırmayı amaçlarken, her ne kadar Alman solunda (SPD) Willy Brandt ve kısmen Gerhard Schröder gibi Ostpolitikçi doğuya açılmak isteyenler olsa da, Alman solu için de Batı ittifakı öncelikli eğilim olmayı sürdürmüştür. Fransa ise, özellikle De Gaulle döneminde Batı ittifakı içerisinde yer almasına karşın, ulusal çıkarları etrafında şekillenen daha bağımsız bir dış politikaya yönelmiştir. Dolayısıyla, Almanya için AB projesi ve NATO ittifakı yeniden güç kazanmak için araç hüviyeti kazanırken, Fransa içinse Alman militarizminin ve gücünün yeniden kazanması riskini beraberinde taşımaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Alman dış politikasında normalleşme başlamış ve özellikle Rusya ile ilişkiler geliştirilmiştir. 2003 Irak Savaşı’nda ise, Almanya ve Fransa pasif kalmayı tercih etmişler; hatta ABD’nin politikasına -yüksek sesle olmasa da- karşı çıkmışlardır. Fransa, ayrıca bu dönemde Birleşik Krallık ile de ilişkilerini geliştirmiş ve coğrafi, kültürel ve siyasi yakınlık sayesinde bu ülke ile güvenlik alanında işbirliği tesis etmiştir. Brexit sonrasındaysa, Fransız-Alman ittifakını yeni bir dönem beklemektedir. Bu gelişme, kuşkusuz iki ülkeyi birlikte hareket etmeye zorlayacaktır. Bu noktada, eski İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in üç çemberli Batı tasavvuru akla getirilirse, Birleşik Krallık ve kolonileri başlı başına bir blok, kıta Avrupası’na yayılan Avrupa Birliği ise bir diğer blok olarak görülebilir. Bu nedenle, bu iki ülke AB içerisinde serbest piyasa ekonomisine dayalı tek bir pazar, ortak para birimi ve AB ülkeleri arasında dolaşım hürriyeti (Schengen bölgesinde) gibi politikaları korumak ve geliştirmek zorundadırlar. Bunlara ek olarak, son dönemde ortaya çıkan güvenlik riskleri nedeniyle iç güvenlik ve dış güvenlik gibi politikalarda da AB’ye ortak bir perspektif kazandırabilirler. Sonuç olarak, Brexit, bu ikiliyi birbirini daha iyi anlamak ve ortak çalışmak konusunda zorlayıcı bir faktör olmuştur.

Siyaset Bilimi doktoralı ve LSE’de ziyaretçi öğretim üyesi olarak ders veren Thierry Chopin[3] imzalı üçüncü makale, öncelikle Brexit’in AB ve Avrupa entegrasyonu için kötü bir gelişme olduğu tespitini yapmaktadır. Yazara göre; Avrupa entegrasyonunda ilerleme kaydetmek için, siyasi iradenin güçlü olması gerekmektedir. Bu, ancak hükümetlerin isteği ve halkların desteğiyle sağlanabilir. AB’yi toptan ilgilendiren konularda 27 üye ülkenin birlikte hareket etmesi gerekmektedir. Ancak daha tartışmalı meselelerde, önemli üye ülkeler ve Fransız-Alman ittifakı inisiyatif alarak diğer üye ülkelere yol gösterebilirler. Yaklaşan Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı ve Almanya’daki parlamento seçimleri, bu anlamda önemli olaylar olacaktır. Kurulduğu günden bu yana Avrupa Birliği fikrinin itici gücü olan Alman-Fransız ittifakı, Sarkozy döneminde denenen Fransız-İngiliz ittifakı ve Hollande döneminin başında denenen Fransız-İtalyan ittifakı girişimlerinin de gösterdiği üzere, AB için yaşamsal nitelikte önemlidir. Ukrayna krizi, Suriye iç savaşı ve yarattığı göç dalgası ve Yunanistan ekonomik krizi gibi konular, bu iki ülkenin birlikte çalışmaları gerektiğini göstermiştir. Zira bu ittifak, Avrupa nüfusunun yüzde 30’unu ve Avrupa ekonomisinin yüzde 50’sini temsil etmektedir. Jean-Claude Juncker’in deyimiyle “polycrise” (çoklu kriz) döneminde olan AB için, bu ittifak çok ama çok önemlidir. Bu ikilinin, Benelux ülkeleri, İspanya ve İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri ve Finlandiya gibi Kuzey Avrupa ülkeleriyle ortak hareket etmeleri şarttır.  

Fransa uzmanı Alman akademisyen Henrik Uterwedde[4] imzalı dördüncü makale, Fransa ve Almanya’nın ekonomik modellerinin farklılıklarına dikkat çekmektedir. Son ekonomik krizde de görüldüğü üzere, iki ülkenin ekonomi politikaları zaman zaman çelişebilmektedir. Fransa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kalkınma politikalarını daha devletçi (étatiste) bir zemine oturtmuş ve müdahaleci politikaları savunmaya devam etmiştir. Ancak bu politika, haliyle geçen 40 yıl içerisinde epey değişmiştir. Avrupa bütünleşmesi daha liberal politikaları zorunlu kılmış, buna karşın Fransa ekonomisi merkeziyetçi ve korumacılığa daha yatkın yapısıyla Alman ekonomisinden daima farklılık arz etmiştir. Almanya ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tamamen yıkılmasının -ilginç bir şekilde- verdiği avantajla, otomotiv, mekanik, kimya ve elektrik-elektronik sektörlerinde Ordoliberalizm mantığına ve serbest piyasa düzenine uygun şekilde Batı ekonomisinin lokomotifi olacak yeni şirket ve fabrikalarını inşa etmiştir. Alman ekonomisi, Amerikan ekonomisine benzer şekilde ihracat odaklı olarak kendisini düzenleyerek Fransız ekonomisinden farklılaşmıştır. 2000’lerin başına kadar çok iyi giden Alman ekonomisi, bu yıllarda biraz yavaşlamış ve eleştiriler artmış, ama Schröder hükümetinin reformlarıyla Almanya ekonomik olarak yeniden iyi yola girmiştir. 2008 küresel ekonomik krizi Almanya’yı da olumsuz etkilese de, Merkel hükümeti o günden bu yana ekonomiyi iyi seviyede tutmayı başarmıştır. Görüldüğü üzere, Fransız ekonomisi daha devletçi, merkeziyetçi ve iç odaklıyken, Alman ekonomisi daha liberal ve dış odaklıdır. Bu da, haliyle, bugün bile iki ülkenin farklı refleksler göstermelerine neden olmaktadır. İhracatla büyüyen Alman ekonomisi için AB’nin yeni pazarlara girmesi, rekabetçi olması ve korumacılıktan uzak durması daha önemliyken, Fransa için yerli üreticilerin iç pazarda korunması ve zaman zaman korumacılığa gidilmesi daha faydalı görülebilmektedir. Bu farklılıklara karşın, bu iki lider ülkenin AB’nin ekonomi politikalarına yön vermesi mümkündür.

Avrupa Birliği ekonomi politikaları uzmanı akademisyen Pascal Kauffmann[5] imzalı beşinci ve son makale ise, avro bölgesi ekonomik krizi ve avronun (euro) durumunu tartışmaktadır. Yazara göre; avro bölgesinde yaşanan son ve büyük kriz, Ordoliberalizm mantığının ekonomi yönetimi açısından yetersiz kaldığını göstermektedir. Alman tarihinde merkez bankasının özerk olmadığı dönemler felaket çağrışımları yapsa da, Fransa için AB üyelerinin Finans ve Ekonomi Bakanları’nın oluşturacağı ve ekonomiye müdahale hakkı olacak bir ekonomik girişim faydalı görülebilir.

Sonuç olarak, bu makalelerin ardından şu tespitler yapılabilir; AB projesi, son aylarda Brexit süreci ve AB içerisinde birçok ülkede yükselen (örneğin Macaristan) otoriter eğilimli ve aşırı sağcı hükümetler nedeniyle zora girmiş gibi görülmektedir. Buna karşın, AB’nin alternatifi olan ulus-devletler çağının yaptığı çağrışımlar da halen dünya savaşları ve Alman militarizmidir. Ayrıca şu da bir gerçektir ki; Avrupa, nüfusu azalan ve yaşlanan, ekonomik açıdan yerinde sayan ve Rusya gibi büyük ülkeler karşısında olası bir savaş durumunda kendisini savunması kolay olmayan bir kıtadır. Bu nedenle, küresel siyasette söz sahibi olabilmek için, AB projesine üye ülkelerin değer vermeleri ve bu yolda devam etmeleri gerekmektedir. Daha güçlü bir Avrupa’nın yolu ise, üye ülkeleri belli bir sayıda (örneğin 30) ve kıta Avrupası’nda sabitleyen, diğer yakın bölgelere ise (Kuzey Afrika, Orta Doğu, Kafkasya ve en önemlisi Türkiye) bölgesel ittifak modelleri ya da farklı tipte üyelik modelleri geliştirebilen bir Avrupa olacaktır. Bunun dışında, AB ülkeleri içerisinde yaşam standartları, maaşlar ve fiyatlar açısından daha homojen bir yapı kurulması şarttır. Yine Avrupa değerlerinin üye olan tüm ülkelerde korunması da, AB'nin geleceğinde birlik için bir öncelik olmalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok: