22 Temmuz 2016 Cuma

Türkiye'de Olağanüstü Hal ve Olağanüstü Zamanlar


15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan başarısız darbe girişimi ardından, Türkiye’de ilginç ve bir o kadar da tehlikeli şeyler yaşanıyor. Bu gelişmeler, dünya tarafından da kaygıyla izleniyor. Her ne kadar darbe girişiminin başarısız kalması ve halkın ve tüm büyük siyasi partilerin bu girişime karşıt duruşu dünyada takdir toplasa da, darbe girişimi sonrasında hükümetin attığı adımlar, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili umutsuz yorumları ön plana çıkarıyor.

Erdoğan ve Gülen bir dönem çok yakınlardı...

Darbe girişimi sırasında bazı cuntacı askerler tarafından Marmaris’te kaldığı otelde yakalanmaya çalışılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi iktidarına büyük bir saldırı olarak gördüğü bu sürecin ardından intikam yemini etmiş gibi gözüküyor. Erdoğan, bu olay nedeniyle sorumlu tuttuğu İslam âlimi Fethullah Gülen ve ona bağlı olan Gülen cemaatini hedef tahtasına koyuyor. Bir zamanlar çok yakın olduğu, ancak kendisine yönelik yolsuzluk soruşturmaları ardından arasının bozulduğu Gülen cemaatine yönelik büyük bir operasyon için düğmeye basan Erdoğan, öncelikle ülkede 3 ay süreyle “olağanüstü hal” ilan etti. Teklif, TBMM’de de onaylanarak önceki gün yürürlüğe girdi. Teklif sayesinde, Bakanlar Kurulu’na bizzat Başkanlık edecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkeyi kanun hükmünde kararnameler vasıtasıyla yönetebilecek. Olağanüstü hal koşulları gereği, bu dönemde çıkarılan yasaların Anayasa Mahkemesi ve bağımsız mahkemeler tarafından denetimi de mümkün olmayacak. Yani Türkiye, Fethullah Gülen cemaatine mensup İslamcı kişilere yönelik tam bir “cadı avı” sürecine girmiş gibi gözüküyor. Nitekim ordu, emniyet, adliye, üniversiteler ve sivil bürokrasiden daha şimdiden 50.000 kadar kişinin işten atılması[1], bu dönemin olağanüstü niteliğini gözler önüne seriyor. Bu gidişle, 3 aylık süre zarfında işinden atılan insanların sayısı 100.000’leri bulacaktır. Ayrıca gözaltı sürelerinin uzatılması[2], Gülen cemaatine yönelik operasyonların sertleşeceğini gösteriyor.

Bu süreçle ilgili demokratik açıdan önemli bir sorun ise, dünyaya verilen mesajla ilgilidir. Daha önce Vatikan Devlet Başkanı Papa 2. Jean Paul tarafından kabul edilen[3] ve Hıristiyan ve Yahudilere yönelik genelde sertlik yanlısı değil, barış mesajları veren Gülen’e yönelik tepkiler, dünyada "Türkiye radikal İslam’a yöneliyor" algısını güçlendirebilir. Zira ABD’de büyük saygı gören Gülen, genelde “ılımlı İslam” olarak kabul edilen bir İslam anlayışına sahiptir. Hatta Gülen, Victor Gaetan’ın Foreign Affairs dergisindeki bir makalesinde, reformist görüşleri nedeniyle İslam dünyasının Martin Luther’i olarak bile adlandırılmıştır.[4] Gülen, son olarak IŞİD terör örgütüne karşıt mesajlarıyla da takdir toplamıştır.[5] Türkiye'nin Suriye politikasında IŞİD safında gözükmesi ise, bu algıyı daha da güçlendirip, ülkeyi dış politikada çok zor bir duruma düşürebilir. 

Darbe girişimi ardından Türkiye hakkındaki yayınlara ön sayfalarında yer vermeye başlayan uluslararası basın, hükümetin başlattığı "cadı avı" sürecinin anti-demokratik olduğuna dikkat çekmektedir. Bu eleştiriler, elbette ki doğrudur; ancak yapılan, yürürlükte olan 1982 anayasasının olağanüstü hal koşullarına da uygundur. Yani anti-demokratik, fakat yasal bir süreçtir. Financial Times gazetesi, Türkiye’nin “kurumsal çöküş” riskiyle karşı karşıya olduğunu yazarken, ABD’nin tanınmış Türkiye uzmanlarından Soner Cagaptay, Wall Street Journal gazetesindeki makalesinde, öfkeyle hareket eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yandaşlarının 1979 İran’ına benzer bir İslami karşı-devrim süreci başlatabileceklerini yazmıştır. Kemalizm ve laiklik yanlısı tanınmış Türk gazeteci Yılmaz Özdil, darbe sonrasında oluşan anti-demokratik baskı atmosferine dikkat çekmiş, Alman DW basın-yayın kuruluşundan Diego Cupolo ise, laiklik yanlılarının sistemde giderek izole olduğuna vurgu yapmıştır. Türk entelektüel ve yazar Murat Belge ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu süreci toplumda birliği sağlamak yerine, kendi desteklediği toplumsal grupların siyasal hâkimiyetini diğer sosyal kesimlere kabul ettirmek için kullanacağını iddia etmektedir. Zachary Laub’a bir röportaj veren ABD’nin tanınmış düşünce kuruluşu Brookings’in Türkiye uzmanı Prof. Dr. Kemal Kirişçi de, Erdoğan’ın, bu süreçte, bir süredir fiili olarak uyguladığı Başkanlık modelini anayasal hale getirmek isteyebileceğine dikkat çekmiştir. Tanınmış siyasal yorumculardan Tarhan Erdem ise, Türkiye’de devletin çöküş riski yaşadığını belirtmiş ve darbe sonrası yaşananların (tutuklamalar, işten atmalar vs.) önceki darbe süreçlerinden pek de farklı olmadığını yazmıştır. Türkiye hakkında zaman zaman önemli makaleler kaleme alan Amerikalı yazar Claire Berlinski ise, Ali Kıncal’la beraber yazdığı makalede, Türkiye’nin geleceğinin daha da karanlık olacağını iddia etmiştir. Siyasal analist Barın Kayaoğlu ise, The National Interest dergisindeki makalesinde, darbe girişimiyle ilgili farklı senaryoları gündeme getirmiştir. Bu senaryolar şöyledir;
  1. ABD yanlısı olan ve yıllardır Türkiye’de birçok devlet kurumuna hâkim olan Gülen cemaati, Rusya ve İsrail’le yakınlaşmaya başlayan AKP’ye tepki olarak darbeyi bizzat kendisi örgütlemiştir.
  2. Darbe girişimi, AKP ve Erdoğan’ın ülkede Vladimir Putin tarzı bir güçlü Başkanlık modeli inşa etmek için kurguladığı bir oyundur.
  3. Darbe, hem Gülen cemaati, hem de Erdoğan’a karşı olan Kemalizm ve laiklik yanlısı bir cunta tarafından gerçekleştirilmiştir.
Hangi görüş doğru olursa olsun, bir şey kesin olarak gerçektir; Türkiye, hızla daha otoriter bir yönetime doğru sürüklenmektedir. Olağanüstü hal ve kanun hükmünde kararnamelerle yönetim süreci, bir bakıma Başkanlık sistemine alışma dönemi olarak da okunabilir. Bu süreç sonunda bir referandum ile Türkiye’de Başkanlık sistemine geçilebilirse, Erdoğan, şimdi geçici olarak kullandığı yürütme yetkilerini temelli ve anayasal olarak kazanacak ve Cumhurbaşkanlığı makamını aktif yürütme makamına yükseltecektir. Bu süreçte devletten Gülen cemaati mensuplarıyla birlikte AKP’li olmayanların da atılması ise, her ne kadar Türkiye’de memurlar kanunu 7. maddesinde tarafsız memur profili öngörse de[6], devletin bürokratik kadrolarının tamamen AKP tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecek ve muhalefet partilerini iyice güçsüz düşürecektir. Bu nedenle, Türkiye’deki çok partili parlamenter sistem, çok kısa bir süre içerisinde hâkim parti modeline dayanan bir Başkanlık rejimine dönüşebilir. Siyaset Bilimi literatüründe otoriter tek parti sistemi ile demokratik çok partili sistem arasında bir yerde konumlanan; kâğıt üzerinde birden çok partinin var olduğu ve özgürce yarıştığı, ancak fiiliyatta çeşitli kültürel sebepler ve devlet desteği nedeniyle bir partinin seçimleri daima kazandığı bu sistem, Rusya, Azerbaycan ve Kazakistan’daki yönetim modellerini andırmaktadır. Ancak o ülkelerden farklı olarak, Türkiye’deki yönetimin daha İslami olmasından endişe edilmektedir. Dahası, 1990’larda kurulan bu ülkelerde bu yönetim modeli anlam kazanırken, Türkiye gibi yıllardır çok partili parlamenter demokrasiye alışkın bir ülkede bir geri adımı ifade etmektedir.[7]

Umarız, Türkiye, bu olumsuz süreci en iyi şekilde atlatır ve demokrasisini güçlendirir… Bu süreçte darbeye fiili olarak katılanlar dışında kimseye tepki gösterilmemesi ve askere toptan düşmanlık yapılmaması ise, demokratik ve ahlaki açıdan doğru bir tavır olacaktır. Yine dünyadan gelen eleştirileri ciddiye almak, Türkiye açısından çok daha doğru ve faydalı bir yaklaşım olabilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok: