15 Temmuz 2016 Cuma

Nice Terör Saldırısının Olası Etkileri ve Terörle Mücadele Üzerine Bazı Düşünceler


Fransa, dün gece Nice şehrinde, son 1,5 yıl içerisindeki 3. büyük terör saldırısına (7 Ocak 2015 Charlie Hebdo Saldırısı ve 13 Kasım 2015 Paris Saldırıları ardından) sahne oldu.[1] Ülkenin ulusal bayramı olarak kutlanan 14 Temmuz’da düzenlenen saldırıda, yaklaşık 85 civarında insanın hayatını kaybettiği belirtiliyor. Peki, bu saldırının etkileri neler olabilir ve Türkiye’de ve Avrupa’da giderek artan terör riskleri karşısında hükümetler ve devletin güvenlik kurumları neler yapabilir? Bu yazıda, bu konu üzerine bazı düşüncelerimi okurlarımızla paylaşacağım.

Öncelikle bu saldırının sembolik değeri üzerine düşünmekte fayda var. 2001 yılında, ABD’nin liberal demokratik değerleri ve küresel kapitalizmi simgeleyen Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleler’ini hedef alan 11 Eylül saldırılarına benzer şekilde, bu saldırıda da, Fransa’nın modernist Cumhuriyetçi değerlerinin hedef alındığı saptaması kolaylıkla yapılabilir. Zira 14 Temmuz, Fransız Devrimi’nin en önemli dönüm noktalarından olan Bastille Günü’nü ve dolayısıyla Fransız Devrimi’nin eşitlik-özgürlük-kardeşlik ideallerini sembolize eden önemli bir tarihtir. Saldırının gerçekleştiği Nice şehri, Fransa’nın en önemli turistik merkezlerinden birisidir. Saldırının gerçekleştiği sırada insanların kadın-erkek, çoluk-çocuk birlikte kutlamalara katılmaları ise, radikal terör örgütlerinin hedefinde Fransa’nın modernist ve Cumhuriyetçi değerleri olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Fransa, bu olaya tepki olarak, kendi modernist değerlerini korumaya ve yaymaya gayret ederek karşılık vermelidir. Ayrıca saldırganın Tunus asıllı olması da, Arap Baharı’nın bu tek başarılı örneği olan ve Fransa ile derin tarihsel bağları bulunan bu ülkenin, yeni kurduğu laik ve demokratik rejimi çok dikkatli bir şekilde korumasının gerekliliğini göstermektedir.


Fransa’daki bu 3. büyük terör saldırısının olası etkileri üzerinde düşünülürse; öncelikle diğer terör saldırılarında olduğu gibi, halkın bu olayın ardından da büyük bir korkuya kapılacağı ve hayatın normalliğinin -en azından bir süre için- ortadan kalkacağı belirtilmelidir. Fransız halkı, Türkiye halkına da benzer şekilde, muhtemelen bir süre toplu gösteriler ve kalabalık ortamlardan uzak duracak ve mümkün olduğunca evlerinde ve aileleriyle zaman geçireceklerdir. Yine Fransa’ya seyahat etmek isteyen bazı turistler, üst üste gelen bu saldırılar nedeniyle planlarından vazgeçmek ya da tatil programlarını ertelemek durumunda kalabilirler. Dolayısıyla, bu durum, turizm faaliyetleri başta olmak üzere birçok sektörü -kısa bir süre de olsa- olumsuz etkileyebilir. Ancak bu etkiler, büyük olasılıkla sanıldığı kadar kalıcı olmaz ve benzeri saldırıların gerçekleşmesi önlenebilirse, kayıplar kısa sürede telafi edilebilir.

Buna ek olarak, terör riskleri nedeniyle, Fransa’daki olağanüstü hal durumu dün gece itibariyle Cumhurbaşkanı François Hollande tarafından 3 ay süreyle uzatılmıştır ve Fransız halkı, günlük hayatlarında, güvenlik birimleri ve sıkı güvenlik kontrolleriyle daha sık karşılaşmak ve bunlara alışmak zorunda kalacaklardır. Bu durum, kuşkusuz sıradan insanlar için can sıkıcı olabilir; ama güvenlik, bu tarz durumlarda özgürlüklerden ağır basmak zorundadır. Bu nedenle, bu konuya otoriterleşme veya sağcılaşma bağlamında değil, özgürlüklerin korunması olarak yaklaşmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bunların dışında, bu olayın ardından Fransa’daki Müslüman gruplar ve özellikle Arap kökenli yurttaşlar ve çalışanlar üzerinde bir baskı ortamının oluşması kaçınılmaz gözükmektedir. Her ne kadar, Fransa’da iktidarda hâlihazırda sosyal demokrat bir Cumhurbaşkanı ve hükümet olsa da, artan terör riskleri nedeniyle Cumhurbaşkanı Hollande da ilk kez “İslamcı terör” ifadesini kullanmak zorunda kalmıştır.[2] Bu, halktaki öfkeyi bastırmak için doğru olsa da, uzun vadede terörizmi bir dinle özdeşleştirmenin çok sakıncalı sonuçları olabilir. Dahası, bu yaklaşım, Cumhurbaşkanı Hollande ve partisi PS’den (Parti Socialiste-Fransız Sosyalist Partisi) daha çok, aşırı sağcı Ulusal Cephe (Le Front National) veya merkez sağ Cumhuriyetçiler Partisi’ne (Les Républicains) yarayacaktır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı Hollande’ın ilerleyen günlerde Müslümanları radikal teröristlerden ayrıştıran yeni bir açıklama yapması gerekebilir. Burada bir konu gözden kaçırılmamalıdır; eğer siyasetçiler ve entelektüeller de, bu gibi din ayrımına dayalı düşmanlık ve önyargıları körüklerlerse, bu, eğitim seviyesi daha düşük olan halk gruplarında çok daha büyük olaylara neden olabilir. Bu ise, ülkedeki kutuplaşmayı daha da arttırır ve Fransa’yı IŞİD ve El Kaide gibi radikal grupların baş hedefi haline getirebilir.

Fransa’daki terör saldırısının olası bir diğer etkisi de, Suriye’de devam etmekte olan iç savaşla ilgili olacaktır. Suriye iç savaşı, diktatoryal yönetime karşı bir halk devrimi şeklinde başlamış, ancak dünyadaki cihatçı grupların bu ülkeye akın etmesi ve ılımlı muhalefeti bastırması neticesinde, radikal İslamcı bir terör dalgasına dönüşmüştür. Bu nedenle, uzun süredir Suriye’deki Beşar Esad yönetimine ve Rusya’ya muhalif bir pozisyon almış olan Fransa, bu yaklaşımını değiştirmek ve bu iki ülkenin yönetimiyle de daha yakın işbirliğine yönelmek zorunda kalabilir. Elbette ne Esad, ne de Putin yönetimlerinin demokrat veya özgürlükçü oldukları iddia edilemez; ama şurası bir gerçektir ki, IŞİD tehlikesi karşısında, Putin ve Esad gibi otoriter yönetimler çok daha efektif mücadele yürütebilirler. Bu bağlamda, Fransa, Birleşik Krallık, ABD ve Türkiye gibi Batı bloğunun askeri açıdan önemli ülkelerinin ve genel olarak da NATO’nun oluşturacağı stratejiler çok önemli olacaktır. Ancak son Varşova Zirvesi’nin kararları incelendiğinde, NATO’nun, Ukrayna ve Baltık Devletlerine yönelik tehditleri nedeniyle, Rusya’yı da IŞİD ölçüsünde önemli bir tehdit kaynağı olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Bu, doğru bir yaklaşım bile olsa, Suriye konusunda Rusya ile -en azından IŞİD’e karşı- bir işbirliği platformu oluşturmak, Batı bloğuna son derece faydalı olacaktır. Bu konuda, ABD’de Kasım ayında seçilecek yeni Başkan’ın kararları da çok kritik olacaktır. IŞİD terörü, muhakkak oluştuğu kaynakta bitirilmeli ve Suriye iç savaşı hakkaniyet ilkesiyle bağdaşan bir şekilde sonlandırılmalıdır.

Bu olayın bir diğer neticesi de, muhtemelen Avrupa Birliği’nin göç politikasıyla ilgili olacaktır. AB projesini toptan yıkabilecek aşırı sağcı akımların iktidara gelmesini önlemek için, AB’nin Suriye, Libya ve Irak gibi ülkelerden Türkiye’ye ve Avrupa’ya yönelen göç dalgasını önlemesi gerekmektedir. Bunun yolu ise, Türkiye ile Ahmet Davutoğlu döneminde yapılan göçmenlerin iadesi-vize muafiyeti anlaşmasını yürürlüğe sokmak ve Suriye iç savaşına kalıcı bir çözüm bulmaktır. Bu bağlamda, Türkiye, AB’ye olan göç dalgasına set çekecek önemli bir ülke olarak, Avrupa için yeniden önemli bir kanat ülkesi haline gelecektir. Bu, AB tam üyeliği halen hayal olarak görülse de, ilişkilerin kopmaması adına önemli bir kazanım olabilir.

Nice saldırısının bir diğer doğal sonucu da, genel olarak AB’nin ve bazı Avrupa ülkelerinin (Almanya, Fransa vs.) tarihsel olaylar üzerinden yürüttükleri ve birçok ülkeyle arasına hamaset duyguları sokan idealist yaklaşımlarını revize etmesi gerekliliğinin görülmesi olabilir. Zira tarihsel bazı olaylar ve tartışmalar nedeniyle (Ermeni soykırımı iddiaları) Türkiye, Azerbaycan ve daha birçok ülkeyi inciten AB, güncel tehditler yerine tarihsel olaylara odaklanarak, kendi vatandaşlarına da büyük zarar vermektedir. Bu yaklaşım, ülkeler arasındaki işbirliğini engellemekte ve dahası, halklar arasında hamaset duygularını körüklemektedir. Fransa ve AB’nin şu an güvenlik tehditleri karşısında ihtiyacı olan şey, hiç şüphesiz “realpolitik”tir.

Nice saldırısının ardından ortaya çıkan bir zorunluluk ise, Avrupa ülkelerinin radikalleşme ve terörizm kaynağı olmaya başlayan radikal İslami akımlara karşı mücadele etmesi gerekliliğidir. Bunun yolu ise, kesinlikle İslamofobik politikalar uygulamalar/üretmek değildir. Bunun yerine, laik sistemi kabul eden ılımlı Müslüman gruplara destek verilmelidir. Zira katı laik politikalar ve İslam karşıtlığı, bugüne kadar tüm deneyimler göstermektedir ki, kutuplaşma ve radikalleşmeyi daha da arttırmaktadır. Oysa yakın zamana kadar Türkiye’de geçerli olan laik Müslümanlık anlayışına benzer bir yaklaşım, Avrupa ülkelerini de rahat ettirecek ve Müslümanların radikalleşmesini önleyecektir. Bunun için, Türkiye’nin de Körfez ülkelerine benzemeye başlayan Müslüman kimliğini yeniden Cumhuriyet Türkiye’sinin geleneksel çizgisine çekmesi faydalı olabilir. Zira İslam dünyasının birçok açıdan lider ülkesi olan Türkiye’de de, IŞİD’e yüzde 8 oranında destek verildiğinin bazı kamuoyu araştırmalarında ortaya çıktığı görülmektedir.[3] Bu, şu an için çok marjinal bir düzey olsa da, orta vadede tehlikeli bir akım haline gelebilir.   

Son olarak, bu olay neticesinde bir kez daha teyit edilmiştir ki; Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Akdeniz kıyısındaki diğer ülkeler arasında istihbarat paylaşımı ve işbirliği arttırılmalıdır. Akdeniz, son birkaç yıldır, terörizm ve illegal göçün merkezi durumuna gelmiştir. Bu nedenle, tüm bölge ülkelerinin güvenlik birimleri arasında karşılıklı güven ilişkileri tesis edilmeli ve yardımlaşma arttırılmalıdır. Rekabete dayalı yaklaşımlar yerine işbirliği olgusu ve dostane yaklaşımların öne çıkarılmasının, bölgedeki tüm ülkelere faydası olacaktır.  

Sonuç olarak, Nice terör saldırısı, son dönemde Avrupa’da ve genel olarak Batı dünyasında hızla artan İslamofobiyi körükleyecek çok talihsiz bir terör hadisesi olmuştur. Bu olay karşısında soğukkanlı ve iyi planlanmış tepkiler vermek, tüm Avrupalı liderlerin ve karar alıcıların görevidir. Türkiye de, bu gibi olaylar nedeniyle ayyuka çıkan radikal İslam tartışmaları ortamında, kendi laik demokratik rejimini güçlendirerek, Avrupalı Müslümanlar ve diğer Müslüman nüfusu ağır basan ülkeler için yeniden model bir ülke haline gelebilir.  


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok: