31 Ocak 2011 Pazartesi

Mısır: Siyasal Tarihi ve Bugünü


Son bir haftadır Mısır’da yaşanan kitlesel halk gösterileri birçoklarına göre Mısır’da yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmektedir. Bu gelişmeler ışığında 1981 yılından beri ülkenin Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Hüsnü Mübarek’in birtakım reformlar vaat ederek sınırlandırımış bir diktatörlükle başta kalıp kalamayacağını, ya da ülkede Mübarek’in devrilerek bir liberalleşme (belki liberalleşmenin sonucu olarak İslamileşme) olup olmayacağını önümüzdeki gün ve haftaların göstereceğini söyleyebiliriz. Ben ise bu yazıda Mısır’ın siyasal tarihini mercek altına alarak, yakın gelecekte bu ülkede gerçekleşmesi muhtemel senaryoları sorgulayacağım.

Mısır ya da Mısır Arap Cumhuriyeti; köklü tarihi, 80 milyona yakın nüfusu ve gelişmiş entelektüel hayatı ile Afrika ve Orta Doğu ile İslam dünyasının en önemli ülkelerinden birisidir. 20. yüzyıl Mısır tarihi bugün Mısır’da olanları anlamak açısından hayati derecede önem taşımaktadır. Çağdaş Mısır tarihini dört ana başlıkta, Krallık veya Monarşi (1923-1952), Cemal Abdülnasır dönemi (1952-1970), Enver Sedat dönemi (1970-1981) ve Hüsnü Mübarek dönemi (1981-), incelemek doğru olacaktır.

Monarşi (1923-1952): Mısır’da 1920’lere kadar siyasal sistemde Mısır’ın kurucusu olarak kabul edilen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın iktidarı döneminde güç sahibi olan toprak sahipleri ve Kavalalı hanedanı etkili olmuştur. 1923’te Mısır’ın İngiltere’ye karşı tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmesi sonrası Mısır bir anayasa ilan ederek meşruti monarşi yönetimine geçmiş ve bu dönemden başlayarak ülkede ticaret ve sanayi ile uğraşan yeni bir burjuva sınıfı gelişmeye başlamıştır. Yerleşik toprak sahibi sınıfın muhalefeti nedeniyle 1950’lere kadar burjuvazi toprak sahipleriyle bir koalisyon kurarak iktidarın arkasındaki sosyal güç olmuştur. Ancak modern siyasal hayat ve siyasal partiler güçlü toplumsal bağlara dayalı olarak gelişemediği için, siyasal arenadaki en önemli aktörler Kral ve İngiliz işgal güçleri olmuştur. Bunların yanında diğer partilere nispeten daha ciddi bir sosyal tabanı bulunan milliyetçi ve bağımsızlıkçı WAFD partisinden söz edilebilir (Binder, 1978: 27). Halk desteği zayıf olan Kral I. Fuad, WAFD ve İngiltere arasındaki çekişmeden yararlanarak konumunu sağlamlaştırmak ve bağımsızlığı İngiltere’ye de kabul ettirmek istiyordu. Ancak İngiliz destekli denge rejimine yönelik milliyetçi tepkilerden ürkerek bir süre sonra anayasayı yürürlükten kaldırdı. Halkın gerçek temsilcisi durumunda olan WAFD Partisi ise bir yandan İngiliz egemenliğine son verecek bağımsızlığı, bir yandan da kralın yetkilerini kısıtlayacak bir anayasal yönetimi savunuyordu. Her ne kadar WAFD Kral I. Fuad’ı anayasayı yeniden yürürlüğe sokmaya zorladıysa da, bağımsızlığın kazanılması konusunda başarı gösteremedi. I. Fuad (1922-1936) iktidarını, I. Faruk (1936-1952) ve II. Fuad (1952-1953) iktidarları izledi. Batılı gözlemcilerce liberal (liberal era) olarak adlandırılan bu dönem, yaygın rüşvet ve yolsuzluklar ve bunlara ek olarak ülke üzerindeki İngiliz etkisi nedeniyle halkta olumsuz izler bırakmıştır. İngiltere’nin elinde kukla haline getirilen, bağımsızlığı İngiltere’ye kabul ettiremeyen ve sosyoekonomik ve siyasal sorunları çözemeyen krallar nedeniyle Mısır halkında biriken öfke, 1928 yılında radikallerin siyasal İslamcı Müslüman Kardeşler örgütünü kurmasına ve kitlesel destek bulmasına yol açtı. Müslüman Kardeşler’in giderek artan şiddet eylemleri ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle rejimin meşruiyeti giderek azalıyordu. İsrail’in kurulması ve Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasıyla beraber WAFD ve seküler milliyetçilik de yükselişteydi. Aslında siyasal ve sosyoekonomik koşullar (bağımsızlığın kazanılamaması, işgalci yabancı güçlere karşı milliyetçi ve İslamcı tepkilerin yükselmesi, yolsuzluk ve rüşvetin üst düzeyde olması, ekonomik sorunlar vs.) karizmatik bir liderin ortaya çıkması için mükemmel bir ortam oluşturuyordu (Baker, 1978: 29-32). Zaten o lider de çok geçmeden ortaya çıkacaktı. 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sonrası Mısır’da giderek belirginleşen iktidar boşluğunu 1952’de bir darbeyle krallığı devirerek yönetime el koyan Hür Subaylar Hareketi doldurdu. 18 Haziran 1953’te ise cumhuriyet ilan edildi. Mısır karizmatik liderini bekliyordu...

Cemal Abdülnasır dönemi (1953-1970): Hür Subaylar Hareketi’nin içindeki etkin isimlerden biri olan Yarbay Cemal Abdülnasır 1956’da yılında tek partili (Mili Birlik Partisi ya da 1962’den sonraki adıyla Arap Sosyalist Birliği) siyasi sisteme dayalı yeni anayasayı yürürlüğe konması sonrası Haziran’da tek aday olarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Sosyalist ekonomik görüşlerinin altında ciddi bir Arap milliyetçisi olan Nasır; tüm diğer siyasal partileri kapattı ve kendisine muhalefet eden Müslüman Kardeşler’i sindirerek iktidarını pekiştirdi. Milliyetçi cereyan sayesinde büyük bir popülariteye kavuşan Abdülnasır, yine de halkın temsil edilebildiği bir siyasi yapı oluşturamadı. Nasır döneminde parlamento özgür bir tartışma ortamından ziyade yürütmenin kontrolünde bir aygıt oldu ve meşruiyet siyasal temellerden ziyade kendi kişisel karizmasına dayandı. İsrail’e ve Batı dünyasına diklenmesi sayesinde bir Arap kahramanı haline gelen Abdülnasır, Bandung Konferansı’na (1955) katılarak Yugoslavya devlet başkanı Josip Tito ve Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru ile birlikte Batı ve Doğu bloklarına alternatif üçüncü dünyacı Bağlantısızlar Hareketi’nin önderleri arasında yer aldı. Başlarda daha ılımlı bir dış politika izleyen Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı milleştirmeye çalışması sonrasında 1956 yılında Süveyş Krizi patlak verdi. İsrail, İngiltere ve Fransa ittifakına karşı Sovyet desteğiyle ayakta çalışan Nasır, Sovyetler Birliği’nin Londra ve Paris’e atom bombası atma tehdidi karşısında İngiltere ve Fransa’nın geri adım atmasıyla savaşı kaybetmesine rağmen zafere ulaştı, Süveyş Kanalı’nı denetimi altına aldı ve Arap dünyasındaki kahraman imajını perçinledi. Popülist-otoriter bir sistem inşa eden Nasır, bir yandan da ülkeyi ciddi anlamda modernleştirdi. 1958 yılında Nasır’ın liderliğinde Mısır ve Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti. Ancak bu birlik Suriye’nin çekilmesi nedeniyle yalnızca üç yıl yaşayacaktı. Batı’nın gösterdiği olumsuz tavır nedeniyle üçüncü dünyacılıktan giderek Sovyet yanlılığına kaymak zorunda kalan Abdülnasır, Sovyetler Birliği’nin teknik ve mali yardımıyla geniş çaplı bir kalkınma hamlesi başlattı. Sanayileşme hamlesi, baraj atılımı ve köylüleri topraklandırma projesi gibi başarıların yanı sıra kadınların haklarını genişletme ve eğitimi yaygınlaştırma gibi önemli adımlar attı. Sosyalist eğilimli politikaları nedeniyle kendi burjuvazisi ile ters düşen Nasır’ın modernleşmeci, millici ancak otoriter rejimi, Batı’nın da sürekli kendisini hedef alan politikaları sonucu zayıflamaya başladı. Nasır’ın aynı dönemde İsrail’e karşı militan derecede düşman bir tutum takınması, Mısır’ın Ortadoğu sorununa daha yakından karışmasına ve silahlanmaya geniş kaynaklar ayırmasına yol açtı. Bunların sonucu ise ekonomik sorunların yaygınlaşması ve Amerika Birleşik Devletleri’nin de tepkisini çekmekti. 1967 yılında Altı Gün Savaşı’nda Arap ve Müslüman dünyanın tüm desteğine rağmen İsrail karşısında büyük bir yenilgi alan Nasır, 1970 yılında kalp krizinden öldüğü güne kadar daha ılımlı bir dış politika izledi ancak yine de İsrail’i mümkün olduğunca yıpratmaya çalıştı.

Enver Sedat dönemi (1970-1981): 1970’te Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın ölümü üzerine 5 Kasım’da onun yerine geçen Sedat, gençliğinde Nasır’la beraber Hür Subaylar Hareketi’ne katılmış bir Arap milliyetçisiydi. 1960-1969 yılları arasında Mısır Meclis Başkanı olarak görev yapmış olan Sedat’ın, Nasır’ın ölümü sonrası Cumhurbaşkanı olması kimse için şaşırtıcı değildi. Nasır’dan ciddi dış politika, ekonomi ve sosyal krizleri olan bir ülke miras alan Sedat, yine de güçlü ve modern bir devlet mekanizmasının başına geçmişti. Sedat’ın ilk işi Nasır döneminde yönetime olan desteği azalan burjuvazinin yeniden desteğini kazanmak oldu. Popülist eğilimleri nedeniyle alt sınıflara yönelik politikalar üreten sosyalist eğilimli Nasır’ın aksine Sedat tek örgütlü sosyal güç olan burjuvaziyi önceleyen politikalar izledi. 1978’de yeni Mısır çizgisine uygun liberal ekonomi yanlısı Ulusal Demokratik Parti’yi kuran Sedat, 1979’da Abdülnasır’ın Arap Sosyalist Birliği’ni kapattı. Sedat’ın bu liberal ekonomik tercihi, dış politikadaki Batı yanlısı liberal açılımıyla da örtüşüyordu. Nitekim Sedat 1973 yılındaki Yom Kippur savaşının İsrail’e karşı kaybedilmesi sonrası 1975’te Sovyetler Birliği ile ilişkileri dondurmuş ve Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’le Kudüs’ü ziyaret ettiği 1977 yılından itibaren giderek daha iyi ilişkiler geliştirmiştir (Baker, 1978: 132). 17 Eylül 1978’de ise ABD’nin arabuluculuğunda İsrail’le masaya oturarak Camp David Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Bu antlaşma ile İsrail tarafından Altı Gün Savaşı’nda ele geçirilen Sina Yarımadası Mısır’a geri verilmiş ancak karşılığında İsrail Mısır tarafından tanınmıştır. Bu antlaşma sonrası Mısır Arap Birliği’nden ihraç edilmiştir. Bunun yanında Nasır dönemine kıyasla daha fazla siyasal özgürlükler tanınmış; mesela özel mülkiyeti kısıtlayan bazı kanunlar kaldırılmış, basındaki sansür azaltılmış ve 1977 yılında siyasal partilerin yeniden kurulmasına izin verilerek siyasal muhaliflere kısıtlı da olsa siyaset yapma hakkı tanınmıştır. Ancak devlet Nasır dönemindekine benzer şekilde kişisel meşruiyete dayalı ve büyük ölçüde bürokratik-otoriter yapısını korumuştur. Enver Sedat dönemindeki liberalleşme adımlarına karşın İsrail ve ABD ile geliştirilen iyi ilişkiler, Müslüman Kardeşler ve benzeri radikal grupların Sedat’ı hedef seçmesine neden olmuş ve Sedat 1981 yılında uğradığı suikast sonucu öldürülmüştür.

Hüsnü Mübarek dönemi (1981-): Enver Sedat’ın yerine geçen eski bir Hava Kuvvetleri mensubu ve savaş uçağı pilotu olan Hüsnü Mübarek'in iktidarı 30 yıllık göreceli istikrar tablosuna karşın siyasal liberalleşme açısından ciddi adımların atılamadığı bir dönem olmuştur. Hakikaten Mübarek iktidarı; Nasır veya Sedat dönemlerine kıyasla büyük savaşların ve çalkantıların olmadığı, parlamentoların daha uzun süre görevde kaldığı nispeten daha istikrarlı bir dönem olmuş, ancak Sovyetler Birliği ve Doğu bloğunun yıkıldığı ve dünyada demokrasi dalgasının güçlendiği bu 30 yıllık uzun dönemde Mısır’da bireysel özgürlükler konusunda çok az bir ilerleme kaydedilebilmiştir. Siyasal partilerin ve sivil toplum örgütlerinin sayılarında ve örgütlenme özgürlüklerinde biraz ilerleme kaydedilmiş, Nasır ve Sedat dönemindeki binlerce siyasal tutuklu serbest bırakılmış, yargının yürütmeyi denetleme yetkileri arttırılmış, basın ve ifade özgürlüğünde gelişme kaydedilmiş ancak demokratik dönüşüm bir türlü gerçekleşememiştir. Merkezi devletin aşkın gücü Mübarek döneminde de devam ettirilmiş ve özgürlükler daha ziyade siyasal olmayan bireysel özgürlükler alanında merkezi otoriteyi tehdit etmeyecek şekilde geliştirilmiştir. Dış politikada ise Mübarek döneminde de Sedat iktidarında ABD ve İsrail’le geliştirilen olumlu ilişkiler devam ettirilmiş ve İsrail-Filistin çatışmasının Mısır halkında yarattığı büyük tepkilere rağmen Nasır dönemindeki radikal söyleme dönülmemiştir. 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı’nda Kuveyt’i işgal eden Irak’a karşı ABD’ye destek veren Mübarek, karşılığında ülkesinde giderek artan ekonomik sorunları biraz olsun hafifletmesini sağlayan hibe ve kredilerle Batı tarafından ödüllendirilmiştir. Arap dünyasıyla da zaman içerisinde ilişkileri düzelten Mübarek, 1989’da Mısır’ın yeniden Arap Ligi’ne kabul edilmesini sağlamıştır. İslamcı Müslüman Kardeşler’in artan halk desteği ve radikal söylemlerini Batı nezdinde kendi merkezi otoritesini güçlendirmek adına bir destek unsuru olarak kullanan Mübarek, Mısır gibi güçlü bir ülkeyi demokratik olmayan seçim sistemine de yaslanarak 30 yıldır son günlerdeki ciddi gösterilere kadar fazla zorlanmadan yönetmiştir.

2011’in ilk haftalarında Tunus’ta yaşanan Yasemin Devrimi’nin ardından Mısır’da patlak veren büyük olaylar kimilerine göre Mübarek rejiminin miadını doldurduğunu göstermektedir. Mübarek yeni bir hükümet ilan ederek ve halka yönelik bazı vaatlerle koltuğunu korumaya çalışırken, Twitter, Facebook gibi sosyal medya siteleri üzerinden örgütlenen ve gençlerin yoğun katılımının gözlendiği kitlesel gösterilerde yüz binlerce insanın kararlı tutumu Mübarek’in çok yakın bir gelecekte koltuğunu bırakmak zorunda kalabileceğini göstermektedir. Mısır ordusunun da şu ana kadar halka yönelik dostane yaklaşımı ve şiddet kullanmaktan kaçınması, Mübarek rejiminin kendisini korumasının gösteriler devam ederse çok zor olacağını göstermektedir. Tüm bunlara ek olarak Batı’dan müttefiki olan Mübarek rejimine yönelik büyük bir desteğin gelmediğini görmek çıkan olaylarda Batı’nın da parmağı olabileceği düşüncesini birçoklarında uyandırmaktadır. 30 sene boyunca yerini fazla zorlanmadan koruyabilen Mübarek’in bu ani şoku yaşamasında Batı’nın kendisine verdiği desteği çekmesinin etkisi olduğu düşünülebilir. Mübarek sonrasına ilişkin uluslararası basında eski Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu başkanı ve Nobel Barış Ödülü sahibi Muhammed El Baradey’in sistemli bir şekilde parlatılması bu noktada komplo teorilerini güçlendirmektedir. Baradey liderliğe istekli bir görüntü çizerken, radikal İslamcı Müslüman Kardeşler’in de desteğini arkasına almıştır. Ancak Baradey uluslararası basına yaptığı açıklamalarda ılımlı İslami düşüncelere sahip olduğunu söylemektedir. İktidar değişikliği durumunda ülkedeki en önemli siyasal örgütlenme olan İslamcı Müslüman Kardeşler’in güç kazanması olasılığı Batı ve daha önemlisi İsrail için muhtemelen istenmeyecek bir senaryodur. Yeni WAFD, Liberal Parti ve Mısır Sosyalist İşçi Partisi gibi siyasal partiler ise Müslüman Kardeşler’e kıyasla çok daha kısıtlı bir kitlesel desteğe sahiptir. Bu nedenle Baradey Batı’da tanınan ve güvenilen daha ılımlı ve uzlaştırıcı bir isim olarak Batı’dan destek alabilir.

Son tahlilde Mısır’ın geleceği hakkında yorum yapmak için henüz oldukça erkendir. Zira bölgenin önemli aktörleri olan ABD, İsrail ve Türkiye kartlarını açık olarak oynamamış ve net bir pozisyon almamıştır. Tunus ve Mısır’da başlayan isyan ve devrim dalgasının önümüzdeki haftalarda İran’a sıçraması şaşırtıcı olmayabilir. Bu anlamda halk hareketlerinin Batı tarafından desteklendiği iddiası önümüzdeki haftalarda daha ciddi bir şekilde tartışılabilecektir. Bir diğer önemli husus; Orta Doğu’da cadı kazanının yeniden kaynamaya başlamasının sonucu olarak Amerika’da Çay Partisi Hareketi'nin desteğiyle Cumhuriyetçiler iktidara doğru ilerlerken, Batı karşıtı hareketlerin Tunus ve Mısır gibi ülkelerde işbaşı yapması durumunda ABD ve İsrail’in bölgeye askeri müdahale gerçekleştirme niyetlerinin artması ihtimalidir. Son yıllarda demokratik ilkelere dayalı aktif bir dış politika izlediği iddia edilen Türkiye’nin de İran’daki hileli seçimler sonrasında olduğu gibi Tunus ve Mısır krizlerinde de pasif ve çekimser bir görüntü çizmesi, Yeni Osmanlı fantezilerinin arkasında Türkiye’nin hala Batı karşısında ürkek ve Orta Doğu konusunda kararsız ve bilgisiz olduğunu göstermektedir.

BIBLIOGRAPHY
- Ayubi, Nazih N. 1989. “Government and the State in Egypt Today” in Charles Tripp and Roger Owen, eds., Egypt Under Mubarak. New York: Routledge.
- Ayubi, Nazih N. 1995. Over-Stating the Arab State: Politics and Society in the Middle East, London: I. B. Tauris.
- Baker, R. 1978. Egypt’s Uncertain Revolution Under Nasser and Sadat. Cambridge: Harvard University Press.
- Binder, Leonard. 1978. In a Momentum of Enthusiasm: Political Power and the Second Stratum in Egypt. Chicago: University of Chicago Press.
- Brownlee, Jason. 2002. “The Decline of Pluralism in Mubarak’s Egypt”, Journal of Democracy 13:4.
- Brumberg, Daniel. 2003. “Liberalization Versus Democracy: Understanding Arab Political Reform”, Carnegie Endowment Working Papers:37 (May 2003).
- Dilek, Bahadır Selim. 2011. “Diktatörlük mü, ılımlı İslam mı?”, Cumhuriyet, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=212980.
- Ekici, Birol. “Mısır Arap Cumhuriyeti Yönetim Sistemi”, http://www.arem.gov.tr/proje/yonetim/Dunyada_Kamu_yon/misir.pdf.
- Kienle, Eberhard. 2001. A Grand Delusion: Democracy and Economic Reform in Egypt. London: I.B. Tauris.
- Knickmeyer, Ellen. 2011. “Just Whose Side Are Arab Armies On, Anyway?”, Foreign Policy, http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/01/28/just_whose_side_are_arab_armies_on_anyway.
- Korany, Bahgat. 1994. “Arab Democratization: A Poor Cousin?”, PS: Political Science and Politics 27:511-513.
- Korany, Bahgat, Rex Brynen and Paul Noble. 1998. Political Liberalization and Democratization in the Arab World, Boulder and London: Lynne Rienner Publisher.
- Niblock, Tim and Emma Murphy, eds. 1992. Economic and Political Liberalization in the Middle East. London: British Academy Press.
- Rose, Richard and Doh C. Shin. 2001. “Democratization Backwards: The Problems of Third-Wave Democracies.” British Journal of Political Science 31: 331-354.
- Schlumberger, Oliver. 2000. “The Arab Middle East and the Question of Democratization: Some Critical Remarks.” Democratization 7:104-132.
- Schwedler, Jillian. ed. 1995. Toward Civil Society in the Middle East: A Primer, Boulder and London: Lynne Rienner.
- Owen, Roger. 1992. State, Power, and Politics in the Making of the Modern Middle East. New York: Routledge.
- Wickham, Carrie Rosefsky. 1994. “Beyond Democratization: Political Change in the Arab World.” PS: Political Science and Politics 27:507:509.


Ozan Örmeci

Alper Ersaydı'dan "Türklüğün Anadolu'dan Tasfiyesi"


Milli Mücadele azmi ve sonrasında kazanılan zaferle ortaya çıkan Cumhuriyet felsefesini anlamak için üzerinde ısrarla ve ön yargısız durulması gereken İttihat ve Terakki dönemi üzerine ilginç akademik çalışmalar yapılmaya devam ediyor. Uşak Üniversitesi Tarih bölümü araştırma görevlisi Alper Ersaydı'nın "Türklüğün Anadolu'dan Tasfiyesi - Alemdar Gazetesine Göre Mütareke Döneminde İttihatçılık" kitabı da bu konuda dikkati çeken özgün bir çalışma. Yazarla şahsi dostluğum sayesinde önceden okuma şansı elde ettiğim bu çalışma yakında piyasaya sürülecek. Kitapla ilgili bilgileri aşağıda bulabilirsiniz;

ARKA KAPAK YAZISI

"Türkler kültüre, sanata veya insanlığın ilerlemesi ile ilgili herhangi bir şeye bir katkı sunmuş mudur? Onlar yönetemedikleri topraklarda sürünerek can çekişen ve hayatlarının her parçasını çürüten bir kanser gibidir... Sonunda doğru ve yanlış arasında geçen bu koca savaşın içerisinde insanlığa karşı işlediği rezilliklerinden dolayı Türklerin hesabının kesilecek olması beni çok memnun ediyor... Sonlarının gelmesi nesiller boyunca onların zalim varlığı ile ezilen ve karanlıklara gömülen dünyaya memnuniyet, güvenlik ve barış getirecektir". (Britanya Ekonomi Bakanı Lloyd George, 10.11.1914)

"Bir Osmanlı için İttihat ve Terakki düşmanlığı farz-ı ayindir. Bunu bir milletin unutmaması için analar öksüz kalan kızlarını bu kin ile büyütmeli. Dullar hudut boyunda toprağa karışan kocalarının ruhuna ithaf eyleyecekleri dualara Çete'yi lanetlemeyi unutmamalı. Öksüzler, boyunlarını büken bu meşum kuvveti düşündükçe bir veba kadar nefret ve ürkme duymalı..." (Refi' Cevad, Alemdar Gazetesi, 13 Mart 1919)

Birinci Dünya Savaşı sonunda galip gelen Britanya İmparatorluğu Türklere Anadolu'da yaşam hakkı tanımak istemiyordu. İçerideki İttihat ve Terakki düşmanları ise güçlerini müstevlilerin emelleriyle birleştirerek İttihatçılardan intikam alma yolunu seçmişlerdi. Ancak ülkedeki tek örgütlü güç olan ve Türk Ordusuna dayanan İttihatçıların tasfiyesi Türklerin Anadolu'dan tasfiyesi anlamına geldiğini fark etmeyecek kadar gaflet içindeydiler.

UŞAK AKADEMİ KİTAP DAĞITIM PAZARLAMA

İSLİCE MAH. İSMETPAŞA CAD. MUZAFFER MERT PASAJI NO:117 UŞAK

TEL – FAX: 0276 227 20 54

GSM: 0533 921 20 10


30 Ocak 2011 Pazar

Nietzsche and the Feelings of Indebtedness



Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900) is a famous German philosopher known with his critique of religion, morality, culture, philosophy and science. “On the Genealogy of Morals” is one of the most famous works of Nietzsche which he wrote in 1887. The work is composed of three parts all of which question and critique the value of our moral judgments based on a genealogical method through which Nietzsche examines the origin and the meaning of different moral concepts. I will now summarize you the second essay of the book which is called “Guilt, Bad Conscience, and the like”.
In this part Nietzsche first makes it clear that human beings have a kind of guilty feeling of being in debt towards God and this feeling continued to exist in tribal life. This feeling of indebtedness continued to grow as the belief in God has spread. Nietzsche says “The advent of Christian God, as the maximum God attained so far, was therefore accompanied by the maximum feeling of indebtedness on earth” by which he means that with the evolution of Christianity, the feeling of indebtedness reached its maximum level. In his view, if the religiosity or the belief in Christian God declines, it would also lead to a fall in the level of guilty feeling. Again he thinks that if the atheism gains victory, humans would get rid of their guilty feeling of indebtedness which was caused from their belief in first sin (causa prima). He explains this by saying “Presuming we have gradually entered upon the reverse course, there is no small probability that with the irresistible decline of faith in the Christian God there is now also a considerable decline in mankind’s feeling of guilt, indeed, the prospect cannot be dismissed that the complete and definitive victory of atheism might free mankind of this whole feeling of guilty indebtedness toward its origin, its causa prima”. This means that the concept of first sin and the belief that human beings are born as sinners which take place in many religions is a distortion in Nietzsche’s view which forces humans to feel guilty about their existence.
Nietzsche later turns on to explain how this guilty feeling was constituted. In his view, these concepts were not the product of moral transgression and if they did not exist, our belief in God would have disappeared. He says that this has deliberately ignored the moralization of these concepts. He thus, turns back these concepts against the debtor in order to show that the belief that human beings are naturally sinners comes from the need that came with the development of society to inhibit our animal instincts for aggression and cruelty and to turn them inward upon ourselves.
Ozan Örmeci


29 Ocak 2011 Cumartesi

Kahire



Dünyanın mimarisi ve atmosferiyle belki de en güzel ancak aynı zamanda en pis ve karmaşık metropollerinden olan Mısır başkenti Kahire; 11 milyonu geçen nüfusu ve ülke için arz ettiği önem nedeniyle adeta Mısır’ın İstanbul’udur. Enteresan bir şekilde şehrin mimari değişiklikleri ve zaman içerisinde hakim olan farklı sosyal kentleşme politikaları Mısır’ın siyasal tarihine de ışık tutar niteliktedir. Dona J. Stewart’ın kaleme aldığı “Changing Cahiro: The Political Economy of Urban Form” makalesine göre Kahire mimarisini dört dönemde inceleyebiliriz.

Kahire’nin büyük değişim yaşadığı birinci periyod 969-1798 yılları arasında yaşanmış İslami dönemdir. Kahire, ya da Arapçasıyla “al Qahira”, zafer kazanan, fatih anlamına gelen bir kelimedir. Kahire şehri 969 yılında Fatimiler tarafından inşa edilmeye başlanmıştır. Bu döneme kadar büyük bir önemi bulunmayan ve dağınık yerleşim birimlerinden oluşan Kahire, Fatimi hanedanının şehri askeri, siyasi ve dini başkent yapma hevesleri sayesinde kısa sürede önem kazanmış ve nüfusu artmaya başlamıştır. Bu dönemde İslam mimarisinin ürünü olan bir çok önemli cami ve yapı inşa edilmiş ve bir kısmı günümüze dek korunmuştur. Meşhur El Ezher Camisi mesela Fatimiler dönemine ait önemli bir yapıdır. Ayrıca bu dönemde Mısır’ın ve özellikle Kahire’nin ticaret yolları üzerinde kurulu gelişmekte olan bir şehir olarak hızla zenginleştiğini söyleyebiliriz. Ancak Kahire’nin esas atılımını Selahaddin Eyyübi ve Eyyübiler döneminde gerçekleştirmiştir. Eyyübiler döneminde Kahire, klasik bir Arap şehri havasına bürünmüş ve hızla gelişmiştir. Avrupa, Asya ve kuzey Afrika yörüngesinde gelişen ticaret nedeniyle Kahire’de büyük hanlar, kervansaraylar (wikalas) yapılmış ve şehir bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Selahaddin Eyyübi şehrin surlarını genişletmiş, şehir göç almaya başlamış ve tüm bu gelişmeler neticesinde Kahire nüfusu yarım milyona ulaşmıştır. Yeni limanların açılması da Kahire’nin bir ticaret merkezine dönüşmesinde etkili olmuştur. Eyyübiler sonrası kontrolü ele alan Memlükler döneminde Kahire istikrarlı yükselişini devam ettirmiştir. 1517 yılında Ridaniye Savaşı ile Osmanlı hakimiyetine giren Mısır ve Kahire, Osmanlılar’ın Kahire’yi bir imparatorluk metropolünden ziyade bölgesel olarak önemli bir şehir olarak kabul etmeleri neticesinde Osmanlı döneminde şehrin ilerleyişi durmuştur. Ayrıca aynı dönemde batı dünyasında gelişen deniz ticareti ve merkantilizm neticesinde eski ticaret yollarının önemini kaybettiğini ve Amerika kıtasının Orta Doğu’dan daha büyük önem kazandığını görüyoruz. Kahire’nin bu düşüş süreci 1798 Napolyon Seferi ile son bulacak ve emperyal dönem başlayacaktır.

1798-1952 arasındaki periyod Mısır’da emperyal dönem olarak adlandırılabilir. Fransız işgali yalnızca üç sene sürmüş olmasına karşın, bıraktığı izler ve yaptığı etkiler nedeniyle 1950’lere kadar sürecek yeni bir dönem başlatmıştır. Bu dönemde Mısır ve özellikle Kahire Batı medeniyetiyle temas etmiş ve gördüklerinden fazlasıyla etkilenmiştir. Osmanlı’nın zayıflamasına ve Mısır valilerinin bağımsız olarak güçlenmelerine paralel olarak, Mısır idarecileri kendilerine Batı dünyasını örnek almaya başlamış ve Osmanlı etkisi zayıflamıştır. Osmanlı’da yarım asır sonra başlayacak Tanzimat dönemiyle bu etki tüm imparatorlukta daha da güçlenecektir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1805-1848) döneminde modern Avrupa mimarisi Kahire’de etkilerini göstermeye başlamış ve İslam mimarisiyle birlikte değişik bir sentez havası şehre hakim olmuştur. Bu Batıcı dönüşüm etkilerini şiddetlendirerek Said Paşa (1854-1863) ve İsmail Paşa (1863-1879) dönemlerinde de devam etmiş ve Kahire bir Avrupa şehri yapılmaya çalışılmıştır. İsmail Paşa’nın şu sözü o dönemin hakim mimari anlayışına neden olan mantaliteyi anlamak için önemlidir: “Ülkem artık Afrika’da değil, Avrupa’dadır”. Ancak emperyal dönemin etkileri yalnızca mimaride olmamış, doğal olarak Mısır’ın Batı ülkelerine ekonomik bağımlılığı hızla artmıştır. Batı’ya borçlanarak sanayileşme ve modernleşme yolunu seçen Mısır hanedanı neticesinde, Batı tarzı eğitim almış yeni genç bir kuşak oluşmuş ve baskıcı yönetime karşı ayaklanan bu nesil Orabi İsyanı sonrası önce monarşinin yetkilerini kısıtlamış ancak daha sonra İngiliz askeri yönetiminin kontrolü ele almasına karşı çıkamamıştır. İngiliz hegemonyası döneminde Mısır ve Kahire hızla endüstrileşmeye başlamış ve bu sayede köyden kente göç artmıştır. 1920’li yıllarda Mısır nüfusu 1 milyonu bulmuş ve hızla artmaya devam etmektedir. İsmail Paşa‘nın hanedan sarayı olarak yaptırdığı şimdi Marriot Oteli olarak bilinen görkemli yapı, bu dönemin bir ürünüdür. Mısır tarihine ve Kahire yaşamına etki eden çok önemli bir diğer dönem 1952 darbesi sonrası başlayacak olan Arap sosyalizmi periyodudur.

Cemal Abdül Nasır ve ordu ileri gelenlerinin 1952 yılında yaptıkları darbe ile İngiltere kuklası monarşiyi devirmeleri neticesinde Mısır’da kısa sürecek ancak çok önemli etkiler bırakacak olan Arap sosyalizmi dönemi başlamıştır. Siyasal alandaki gelişmelere paralel olarak Sovyetler Birliği ile yakınlaşan ve sosyal politikalara önem veren Cemal Abdül Nasır, Kahire’yi halka açık geniş parklar, sosyal tesisler ve çok katlı yapılarla süslemiştir. Endüstrileşme hamlesine ek olarak, Süveyş Kanalı millileştirilmiş ve Batılı devletlere karşı şüpheyle yaklaşılmıştır. Mısır’ın adeta silkindiği bu dönemde Sovyet minimalist mimarisi şehirde etkisini göstermiş ve gösterişsiz ancak işlevselliği yüksek büyük toplu konutlar inşa edilmiştir. Sosyal devlet anlayışına uygun olarak devlet sağlık, barınma, eğitim, kültür ve sosyal tesisler konusunda büyük bir sorumluluk yüklenmiş ve bunun neticesinde büyük bir kamu sektörü emekçisi grubu ortaya çıkmıştır. Kahire dışarısında halen etkili olan toprak sahiplerinin toprakları da toprak reformu ile kamulaştırılıp halka dağıtılmaya çalışılmış ancak küçük bir başarı elde edilebilmiştir. Bu dönemde Midan Tahrir gibi bir çok önemli devlet binası Sovyet mimarisine uygun şekilde yapılmıştır. Bu sayede klasik İslam ve Avrupa mimarisinin yanı sıra Sovyet sosyalist mimarisi de Kahire’ye girmiş ve şehir karmaşık bir bütün olmayı sürdürmüştür. Nasır sonrası başlayan Enver Sedat döneminde ise intifah politikalarıyla beraber Mısır Arap sosyalizmi etkisinden kurtulmuş ve ülkede kapitalist dönem başlamıştır.

Enver Sedat‘la beraber kapitalist dönemin başlamasına paralel olarak mimaride de Amerika ve kapitalist dünya etkisi hissedilir olmuştur. Kahire ve Mısır hızla dünya ekonomisine entegre olmuş ve Kahire sokakları Mc Donalds‘lar, Pizza Hut’lar ile çevrilmeye başlamıştır. Dünya Ticaret Merkezi benzeri büyük ticari yapılar şehrin zaten karmaşık olan mimari yapısını daha da karıştırmıştır. Kahire’nin mimari değişimi ülkenin siyasal hayatının, tarihinin bir aynası olarak halen etkilerini sergilemektedir. Şehirde bu dört farklı döneme ait birbirinden güzel yapıları görmek mümkündür. Ancak şehrin temel problemi bu farklı dönemlere ve mimari ekollere ait yapıların anlamlı bir bütün oluşturamamasıdır. Buna ek olarak liberalleşen devlet sonucu kamu sektörünün yeterince verimli çalışamaması ve küçülmesi neticesinde kirlilik, sosyal hizmetlerin aksaması, gelir dağılımı adaletsizliği ve işsizlik (yüzde 10’un üzerinde ciddi bir işsizlik oranı var Mısır’da) nedeniyle etkileri güçlenerek hissedilen gecekondulaşma ve yaygın suç işlenme oranı Hüsnü Mübarek döneminde Kahire’ye damgasını vuran olaylardandır. Medeniyetlerin buluştuğu bu capcanlı ama sorunlu şehri yalnızca kitaplardan okumamalı, gözlerimizle görmeli, hissetmeliyiz...

Ozan Örmeci