25 Ekim 2010 Pazartesi

Türkiye'de Sivil-Ordu İlişkileri



Türk siyasal hayatının en önemli aktörlerinden biri kuşkusuz Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca sivil siyasete dört defa darbe olarak nitelendirilen müdahalelerde bulunmuş (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997), dahası her zaman Türk siyasal hayatını şekillendiren çok önemli bir kurum olmuştur. Günümüzde birçok akademisyen ve düşünür tarafından ordunun siyasetteki etkin konumu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel olarak nitelendirilmektedir. Ancak aynı zamanda 1980’den bu yana ordunun siyasetteki yerinin ülkenin demokratik gelişimine paralel şekilde normal bir seviyeye doğru ilerlemesi de bir vakadır. Bu yazımda değişik yazarların fikirleri doğrultusunda TSK’nin Türkiye Cumhuriyeti siyasal hayatındaki yerini saptamaya ve sahip olduğu istisnai etkili konumun nedenlerini ve kökenini araştırmaya çalışacağım.
TSK’nin Cumhuriyet tarihindeki yerini anlamak için öncelikle Osmanlı Devleti’ni ve özellikle Tanzimat sonrası dönemi mercek altına almalıyız. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde merkez (center) – çevre (periphery) arasındaki büyük mesafe ve örgütsüz toplumun siyaseti etkileyebilecek demokratik kanallar bulamamasının da etkisiyle Türk devrim geleneği ve ilk modernizasyon hareketleri Tanzimat Dönemi sonrası askeriye-bürokrasi kökenli aydınlar tarafından şekillendirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Profesör Metin Heper’in de belirttiği üzere dünyadaki sayılı güçlü devlet geleneklerinden birinin hâkim olduğu Türkiye, Jakoben özellikleri bulunan Kemalist Devrim’in de etkisiyle sivil toplumculuğun gelişmesi ve askeriyenin siyasetteki yerinin arka planda kaldığı liberal bir demokrasinin inşa edilmesi açısından bugüne kadar tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Ama bu yetersizliğinin önemli bir nedeni de Osmanlı Devleti’nden alınan siyasal mirastır. Osmanlı döneminde Devlet-i Ali’nin çevresel aktörlerden bağımsız, güçlü ve merkezi konumu bunun ilk önemli nedenidir. Ayrıca Batı ülkeleri modernleşme tarihlerinde gördüğümüz gibi ekonomik gücü bulunan burjuvazinin devleti zorlaması ve yaptığı baskılar sonucu monarşik ve feodal düzeni yerle bir ederek siyasal güç elde etmesinin aksine, Osmanlı’da siyasal güç ekonomik güce açılan kapı olmuştur. Güçlü bir ticari sınıfın (burjuvazinin) bulunmaması ve devletin gölgesinde yetişen tüccarların tarihsel ilerici rollerinin bulunmayışı Osmanlı’da sivil toplumculuğun gelişememesindeki önemli etkenlerdir. Ticaretle uğraşan ve ekonomik gücü bulunan gayrimüslimlerin siyasal güçlerinin bulunmayışı ve Avrupalı devletlerin müdahaleleri sonucu sınırlı da olsa ortaya çıkan siyasal güçlerini ülkenin genel anlamda demokratikleşmesinden çok kendilerine çıkar sağlayacak konular için kullanmaları Osmanlı’da demokratikleşmeyi imkânsız kılan bir faktör olmuştur. Ayrıca tımar sistemi ve miri toprak düzeni nedeniyle Osmanlı’da güçlü bir feodal toprak düzeni de gelişememiştir. 1960’ların ATÜT’çü sol tartışmalarında bu durum sömürüyü engelleyen olumlu bir özellik olarak algılanmasına karşın Milkova ve benzeri birçok Marksist bu durumun Anadolu’daki sınıfsal gelişmeyi yavaşlattığını ileri sürmüştür. Klasik Osmanlı sisteminde sipahi bir derebeyi değil tımar sahibi bir sınıf atlı askerdir. Askeri sınıfla tebaa ya da reaya arasındaki büyük uçurum ve bu mesafenin Türk devlet geleneği paralelinde uzun yüzyıllar boyunca insanlar tarafından içselleştirilmesi sivil toplumculuğun gelişememesinin ve ordunun bir kurtarıcı olarak görülmesinin belki de en önemli nedenidir.
Tanzimat Dönemi’nden başlayarak ülkede Batı tipi eğitim verilen askeri okulların açılması ve askeri öğrencilerin kültürel alışverişin giderek arttığı Avrupa’daki fikir akımlarından etkilenmesinin sonucunda ordu mensupları önceki koruyucu konumlarını terk ederek örgütlenmeye ve çağdışı Osmanlı rejiminin demokratikleştirilmesi için aktif olarak mücadele etmeye başlamışlardır. Orduda ortaya çıkan bu devrimci ve öncü niteliğin kanıtları Jön Türkler, İttihad ve Terakki gibi cemiyetler, Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemi ve tabii ki 1908 Devrimi ile 31 Mart Vakası’dır. Ordu kökenli Enver Paşa gibi isimler siyasette etkin konuma gelmiş ve ilk modernleşme girişimleri bu dönemde yapılmıştır. Osmanlı’dan miras kalan ordunun bu devrimci aktivist ve demokratikleşmedeki öncü niteliğinin Cumhuriyet’e zarar vermesinden oldukça çekinen Mustafa Kemal, kendisi ve en yakın çalışma arkadaşı İsmet İnönü de ordu kökenli olmalarına karşın, büyük yetki ve karizmasını kullanarak Cumhuriyet’in ilanından sonra askeri siyasetten uzak tutmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal hem eski İttihatçılara yönelik sert tutumu, hem de ordu mensuplarını siyasetten uzak tutmak için yaptıklarıyla bu durumu bir nebze olsun düzeltebilmiş ancak çok-partili rejime geçilmesinden sonra ordu geleneğinde bulunan devrimci aktivizm tüm şiddetiyle yeniden karşımıza çıkmaya başlamıştır. Mustafa Kemal döneminde oy verme hakları dahi ellerinden alınmış olan TSK mensupları, tek partili dönemden kalma 1924 Anayasası’nın yardımıyla ülkede adeta bir diktatörlük kuran ve Kemalist devrimleri oy uğruna riske eden Demokrat Parti yönetimine büyük tepki duymaya başlamış ve 27 Mayıs 1960 tarihinde “albaylar darbesi” olarak bilinen ilk darbe gerçekleşmiştir. 27 Mayıs sonuçları itibariyle son derece ilerici bir harekettir zira 1961 Anayasası yürürlüğe girmiş ve Türkiye çağdışı 1924 Anayasası’nı müthiş demokratik bir anayasa ile değiştirmiştir. Dahası Demokrat Parti baskılarından bıkmış halkın büyük bölümü 27 Mayıs’ı bir bayram gibi kutlamış, desteklemiştir. Ancak sonuçları ne olursa olsun 27 Mayıs TSK’nde sivil siyasete müdahale geleneğini de yeniden başlatmış oluyordu. 27 Mayıs sonrası Albay Talat Aydemir’in tam bağımsız bir Türkiye kurmak için yaptığı askeri diktatörlük yanlısı iki darbe girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. TSK 27 Mayıs ile güçler ayrılığının keskinleştiği daha demokratik bir anayasayı yürürlüğe sokarken, yürütmenin sınırsız gücünün denetlenmesi açısından Milli Güvenlik Kurulu ve Cumhuriyet Senatosu gibi kurumları da empoze ediyordu. Ancak bu kurumlar da sivil siyasetin ağırlığı olacak şekilde ayarlanmış ve ordunun demokrasinin işleyebileceği güvenli bir ortam yaratmasından sonra siyasetten daimi olarak çekilmesi planlamıştır.
İttihad ve Terakki’den 27 Mayıs’a hatta Talat Aydemir’e uzanan süreçte TSK’nin demokratikleşmedeki öncü geleneğini koruduğu ve ilerici bir yaklaşımının bulunduğu iddia edilebilir. Ancak 27 Mayıs sonrası NATO çatısı altında bağımsızlıkçı Kemalist tavrından uzaklaşan TSK’nin özellikle üst düzey mensupları, gelişmekte olan sendikal-siyasal hareketlerin önünde demokratikleşmeye engel olarak karşımıza çıkmaya başlamıştır. Her ne kadar Yön Dergisi’nin yayınları sonucu TSK içerisinde bir grubun 9 Mart 1971’de yapmayı düşündüğü sosyalist darbe son anda önlendiyse de, 27 Mayıs’tan bu yana yapılmış tasfiyelerin de etkisiyle 12 Mart’ta TSK anayasal özgürlükleri kısıtlayarak rejimi istediği doğrultuya yönlendirmek istemiş ancak yapılanların yetersiz kalması ve silahlı çatışmaların artması, sivil siyasetin cumhurbaşkanı seçemeyecek kadar aciz duruma düşmesini de bahane ederek 12 Eylül 1980’de siyasete önceki müdahalelerin aksine tam anlamıyla el koymuştur. 12 Eylül öncesi Kenan Evren’in Genelkurmay Başkanı olması için yapılan beklenmedik atamalar ve darbe sonrası ortaya çıkan “our boys in Ankara did it” rivayetleri bu hareketin dış destekli ve önceden planlanmış olduğunun ispatı niteliğindedir. Sol hareketin tek bir çatı altında buluşamaması ve demokratik hak arayışından ziyade kendini aventürist öncü savaş teorilerine ve sokak savaşlarına kaptırmış olması da, kuşkusuz bu darbenin gerçekleşmesinin bahanesi olmuştur. 12 Eylül diktası, tüm ideolojik kanalları kendi istediği doğrultuda yeniden yapılandırırken ordunun eğitim sistemini de baştan aşağı değiştiriyordu. Ordu mensuplarının toplumdan soyutlandırıldığı ve halkçılık ve devletçiliğin dışlandığı yeni muhafazakâr bir Kemalist endoktrinasyona tabi tutulduğu bu döneme rağmen belki de tasfiye edilen Kemalizm’in orduda kısmen de kalmasına izin verilen ayaklarından olan laiklik ise siyasetin yeniden sivilleşmesi sonrası yükselen siyasal İslam tehlikesine karşı yapılan 28 Şubat 1997 tarihli post-modern ve kısıtlı müdahalenin gerekçesi oluyordu.
Ordunun Türkiye’deki konumu incelendiğinde Batı tipi demokrasilere uygun anlamda rejimi korumaya yönelik muhafız rolünden daha fazlasının olduğu ve zaman zaman karar alıcı, sisteme yön verici rol oynadığı ancak Güney Amerika’daki bazı ülkelerde geçmişte görüldüğü gibi de askeri diktatörlük yanlısı olmadığı anlaşılmaktadır. Zira TSK her müdahalesi sonrası rejime yön verdikten sonra bir şekilde sahneden çekilmeyi kendisine ilke edinmiştir. En şiddetli ve acımasız darbe olan 12 Eylül’ün etkileri bile günümüzde yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. Ancak TSK bunu yaparken çeşitli önlemler de almıştır. Mesela 27 Mayıs sonrası kurulan ve 12 Mart ve 12 Eylül sonrası kademeli olarak yetkisi arttırılan Milli Güvenlik Kurulu ordunun demokrasiye geçiş sonrası kullandığı himayeci güçlere iyi bir örnektir. Ya da 12 Eylül sonrası kurulmuş Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM’ler) ordunun siyasetteki etkisini korumaya yöneliktir. Yine 12 Eylül sonrası getirilen inanılmaz ölçekteki siyasal yasaklar, anti-demokratik 1982 anayasasının kabulü ve Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olması konusundaki referandumun reddedilmesi durumunda askeri diktatörlüğe yol veren bir seçim olması ordunun siyasetteki etkisini koruduğuna ve tamamen sivil demokratik bir rejime izin vermediğine açık kanıtlardır. 1983 genel seçimlerine de yalnızca TSK’nin izin verdiği üç parti katılabilmiştir. Mehmet Ali Birant’ın da anlattığı üzere TSK özellikle 12 Eylül sonrası askeri toplumdan ve gerçek Kemalizm’den izole edici farklı bir siyaset anlayışı benimsemiştir. Bunun kökenleri ordunun NATO süreciyle beraber giderek bağımsızlıkçı-Kemalist tavrından uzaklaşması ve kapitalist batı ülkeleri ile yakınlaşmasıyla yakından ilgilidir. Bu ülkelerle özellikle askeri alandaki yakınlığımız ve Kemalizm’in sosyalizme yol veren ilerici-devrimci nitelikleri askeriyeyi 12 Eylül sonrası yeni bir Kemalizm yorumu yapmaya zorlamıştır. Ordu eğitimi hep doktriner olmuştur ancak 12 Eylül sonrası ordu eğitimi daha muhafazakâr ve özellikle devrimcilik ve sosyalizm karşıtı olmuştur. 12 Eylül sonrası TSK üniversitelere de el atarak YÖK'ü kurmuş ve üniversitelerde özgür ve farklı düşüncenin önünü kesmişlerdir. 12 Eylül'ün yarattığı Özal döneminde de dinin siyasi emeller için kullanılması, fırsatçılık, ahlaksızlık ve yolsuzluk kurumsallaşmış ve hukuk devletinin temelleri yıkılarak, siyaset-ticaret-mafya-medya bağlantıları kurulmuştur. Ancak biten Soğuk Savaş sonrası değişen dünya koşullarında artık komünizmi değil irticayı bir tehlike olarak algılayan TSK, 12 Eylül sonrası kendisinin en büyük destekçisi olan İslami kesimle 28 Şubat'ta karşı karşıya gelmiştir.
Son tahlilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasi sicilinin başarılı olduğunu söylemek zordur. Ancak adil davranmak gerekirse 1950-1990 döneminde dünyada Soğuk Savaş koşullarının gereksinimi olarak bir NATO üyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nde güvenlik odaklı bir siyasal yapının bulunduğu ve bu yapının dışarıdan yönlendirmelere açık olduğu düşünülürse, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni geçmişteki müdahaleler nedeniyle suçlamak büyük tabloyu görememek anlamına gelecektir. Bu çok etkili dış boyutun dışında ülke içerisinde de sivil siyasetin günümüzde de örneklerini gördüğümüz kutuplaştırıcı, uzlaşmayı bilmeyen yapısının Türkiye’yi askeri müdahalelere sürüklediği bir gerçektir. Dahası tarihsel ve kültürel olarak Türk devrim ve devlet geleneklerinde de ordunun öncü rolü ortadadır. Dolayısıyla evrensel değerleri göz ardı etmesek dahi, Türk siyasal hayatı incelenirken bu topraklardaki siyasal gelenek ve siyasal kültürde ordunun rolü Batı’nın kalıplaşmış demokrasi modellerinden farklı bir biçimde ele alınmak zorundadır. Bu anlamda demokratikleşme adımlarının kurumları yıpratmadan ve halkı kutuplaştırmadan yapılması ve ülkemize yerleştirilmesi düşünülen füze kalkan sistemiyle sinyali verilen yeni Soğuk Savaş koşullarına uygun bir demokratik siyasal yapının inşa edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.
KAYNAKLAR
- Hale, William, “Turkish Politics and The Military”, (1994), London: Routledge
- Birand, Mehmet Ali, “Shirts of Steel: An Anatomy of the Turkish Armed Forces”, (1991), New York: I. B. Tauris and Co Ltd.
- Harris, George S., “The Role of the Military in Turkey in the 1980's: Guardians or Decision-Makers ?”, “State, Democracy and the Military: Turkey in the 1980’s” kitabından, sayfa 177-200, (1988), Berlin & New York: Walter de Gruyter
- Özbudun, Ergun, “Contemporary Turkish Politics: Challenges to Democratic Consolidation”, (2000), Boulder, CO: Lynne Rienneri
- Narlı, Nilüfer, “Civil-Military Relations in Turkey”, Turkish Studies (London), vol. 1, no. 1 (Spring 2000): 107-127
- Cizre, Ümit, “The Military and Politics: A Turkish Dilemma”, “Middle Eastern Armies: Politics and Strategy”, (2002), Barry Rubin & Thomas Keaney, London: Frank Cass, sayfa 189-205

Ozan Örmeci


Hiç yorum yok: