20 Eylül 2010 Pazartesi

Laiklik


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’in en önemli unsurlarından birisi ve İslam dünyasındaki tek modern demokratik devlet olan Türkiye’nin bu nispeten gelişmiş durumunu sağlayan en önemli olgu laikliktir. Günümüzde farkında olarak veya olmayarak laikliğin bize sağladığı pek çok imkândan yararlanıyoruz. Mesela egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğu genel kabul görüyorsa veya kadın-erkek eşitliği konusunda İslam dünyasındaki diğer ülkelere kıyasla Türkiye’de daha ileri bir duruma gelinmişse bunda laikliğin rolü büyüktür. Laiklik sözlük tanımı olarak kısaca, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, kamu işlerinin düzenleme ve yürütülmesini dini ilkeler dışında tutmak demektir. Laik kelimesi Yunanca “laos” kelimesinden gelen “laikos” kelimesinden alınmıştır. Laos, eski Grekler’de halk anlamına gelirdi. Laos’tan türeyen laikos ise Orta Çağ’da, rahip ve din adamı olmayan halk anlamında kullanılmıştır. Bugün Fransızca’da kullanılan “laicisme” tabiri karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan tabir ise, Latince “saecularis” kelimesinden alınmış olan ve “çağdaş, zamanla değişebilen, din gibi değişmez olmayan” anlamına gelen “secularism”dir. Niyazi Berkes sekülarizmi “çağdaşlaşma” olarak Türkçe’ye çevirmiştir ve bu çeviri akademik çevrelerce benimsenmiştir. Laiklik rejim için kullanıldığı zaman, genel olarak din ve devlet işlerinin ayrı olduğu bir sistem kastedilir. Bununla birlikte, laiklikle kastedilen şey sadece devlet içinde din ve dünya işleriyle ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değil, sosyal hayatın birçok cephesiyle din arasındaki ilişkinin çözülmesidir. Nitekim din-toplum ilişkisi hayatın birçok kesiminde karşımıza çıkmaktadır ve laikliğin tartışmalı boyutunu daha çok bu alan oluşturmaktadır.
Laikliğin tarihi, Hıristiyanlık dünyasında, Papalık makamı ile krallar ve imparatorlar arasında yani Kilise ile devlet arasında geçmiş olan mücadelenin tarihidir. Bu mücadelenin değişik safhaları vardır. Başlangıçta, Roma’daki Hıristiyanlar, imparatorlara Tanrı derecesinde saygı göstermeyi reddettikleri için sürekli baskı altında yaşamışlardır. I.Constantinus’un Kilise’ye resmen bir hukuki yetki vermesi ile Kilise özerklik kazanmış, fakat IV. yüzyıldan itibaren, imparator din işlerinde gittikçe daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Doğuda bu eğilim VI. yüzyılda imparator Justinianus’un hem devletin, hem de Kilise’nin başına gelmesi sonucunu vermiş, Bizans İmparatorluğu’ndaki Doğu Ortodoks Kilisesi devletin emrine girmiştir. İmparatorluğun ikiye bölünmeye başlaması ile beraber, devletin Kilise üzerindeki egemenliği de zayıfladı. Osmanlı İmparatorluğu ise, İstanbul patriğine, kendi kilisesine bağlı kişiler üzerinde siyasi haklar tanıdı. Bu olay, Hıristiyanlık tarihinde eşi görülmemiş bir olaydır çünkü Rusya’da bile Ortodoks Kilisesi tamamen devlet egemenliği altındaydı. 400 yılından sonra Batı’da merkezi bir imparatorluk yoktu; sadece Roma’da “Papalık Makamı” denilen ve başlangıçtan itibaren üstünlük iddia etmiş ve 300 yılından başlayarak Batı devletleri tarafından üstünlüğü kabul edilmiş bulunan, merkezi bir Kilise iktidarı vardı. Barbar istilaları ve bu istilaların yarattığı kaos ve anarşi Papalığın itibarını çok yükseltti. Sonraları Avrupa’da güçlü siyasi iktidarların hele Kutsal Roma İmparatorluğu ile Fransa Krallığı’nın ortaya çıkması, Papalarla hükümdarlar arasında uzun sürecek olan mücadeleyi başlattı. Bizzat Papa’nın aynı zamanda siyasi iktidar sahibi olması, bu mücadeleyi daha da karışık hale getiriyordu. Bazılarına göre imparatorlar ve krallar ülkelerini ilahi haklara dayanarak teokratik bir rejimle yönettikleri için Kilise’yi de kontrol edebilirlerdi. Bazıları ise Tanrı’nın yeryüzündeki vekili olan Papa’nın devleti denetlemesi gerektiğini düşünüyordu. Yüzyıllarca süren bu mücadelenin bazı kahramanları Papa VI.Gregorius-Almanya İmparatoru IV.Heinrich, Papa III.Innocentis-Almanya İmparatoru II.Heinrich ve Papa VIII.Bonifacius-Fransa Kralı IV.Philippe’ti. Aynı mücadele tüm Hıristiyan ülkelerinde sürüp gitti ve hatta bazılarında Kilise üstünlüğünü kabul ettirdi. Kiliseler, resmen devlet kilisesi sıfatını taşıdıkları zaman, devletin yönetiminde büyük söz sahibi oldular. Kiliselere bu gücü sağlayan bir etken de, onun ve ona bağlı tarikatların büyük mülk sahibi olmaları ve dolayısıyla, ekonomiyi büyük ölçüde etkilemeleriydi. Ancak Orta Çağ’ın sonlarına doğru, Kilise’nin ve feodal yapıda bulunan Avrupa’da büyük üstünlükleri olan soylu toprak sahiplerinin sömürdüğü halk hoşnutsuzluk ve isyan duyguları içinde zenginlik içinde bulunan kilisenin mallarının devlete verilmesini istemeye başladılar. Zaten İngiltere ve Fransa arasındaki “Yüzyıl Savaşı” süresince Fransa’nın tarafını destekleyen Papa’ya olan saygı azalmaktaydı. Ayrıca Rönesans ve Reform Avrupa’da yeni aydın bir düşüncenin doğmasını sağlamıştı. Laik diyebileceğimiz ilk düşünür olan Makyavel’in İtalya’da ortaya çıkması bunun bir örneğidir. XVIII. yüzyılda halk ve hükümet üzerine geliştirilen ve Fransız ansiklopedicileri tarafından yaygınlaştırılan yeni kuramlar, XIV. yüzyılın başında, “liberalizm” adını aldı. Liberalizm, kralların ilahi haklarını reddediyor ve siyasi iktidarın halkın oyuna dayandığını ve halka karşı sorumlu olduğunu düşünüyordu. Aynı dönemde ekonomik gelişmeler ve sömürgecilik sonucu ortaya çıkan “burjuva” sınıfı da halkı desteklemeye başladı. Daha çok para kazanmak için Kilise’nin baskısının azalmasını isteyen burjuva sınıfı ve halk kendi egemenliklerini ileri sürerek, bunun savaşımına girdi. ABD bağımsızlık hareketiyle başlayacak olan bu süreç, Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaştı. Devlet-Kilise ilişkileri problemi konusunda ilk köklü çözümü benimseyen ülke, Amerika Birleşik Devletleri oldu. Bu ülkenin federal anayasası devletin bir dine bağlanmasını veya vatandaşların medeni ve siyasi haklarını kullanırken dini sebeplerle farklı muamele görmelerini veya herhangi bir dini yasaklamayı öngören kanunlar çıkarılmasını yasakladı. Böylece din hürriyeti ve kanun karşısında bütün dinlerin eşitliği ilkesi devletçe kabul edilmiş, devletin Kilise ile olan çatışmaları sona erdirilmiş oldu. Hemen onu izleyen Fransız İhtilali, düşünce ve din hürriyetlerini ilan etmekle beraber, başlangıçta Katolik Kilisesi’ni reddetmeyerek onu yeniden örgütlemeyi denedi. Sonuç cesaret verici olmayınca, Jakobenler yozlaşmış Kilise’yi veya dini yok farz etmeyi uygun buldular. Napolyon’un Birinci Konsül olması üzerine, Katolik Kilisesi yeniden bir siyasi güç haline geldi. 1801’de Fransa Cumhuriyeti, Papalık ile yaptığı anlaşma (konkordatum) gereğince, eskiden monarşi yönetiminin sahip olduğu kilise üzerindeki kontrol hakkını kendine aldı ve ondan sonra da Katoliklik resmi devlet dini olarak eski yerini alamadı. İhtilalde el konmuş olan kilise malları, İhtilalde el konmuş olan ruhbanlık, imtiyaz ve muafiyetler iade edilmedi. Bu dönemden itibaren Avrupa’daki modern laik devletler, din hürriyeti ilkesi ve bu ilkenin gereklerini gelenekçi hukuk uygulamaları ile bağdaştırma yolunda adım adım ilerlediler. Fransa’da din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılması Aristide Briand’ın 1902’de hazırlayıp, 1905’te parlamentodan geçirmeyi başardığı bir kanunla mümkün oldu. Günümüzde Avrupa devletleri laik çizgilerini korumakta ve bunu yaparken çok büyük sorunlarla karşılaşmamaktadırlar.
Türk milletinin din-toplum ilişkisi ve laikliğe geçiş süreci Avrupa devletlerinden farklı bir çizgide gerçekleşmiştir. Türkler tarih boyunca hüküm sürdükleri ülkelerde daima din ve dolayısıyla vicdan hürriyetine saygı göstermişlerdir. Ne var ki Türklerin bu toleranslı tutumu, birtakım tarihi sebepler yüzünden hukuk alanında gerekli sonuçları verememiştir. Bu tarihi sebeplerin başlıcası hilafettir. Hilafetin sözlük anlamı; herhangi bir işte birinin yerine geçmek, ona vekâlet etmektir. Halife ise, herhangi bir işte birinin yerine geçen anlamına gelir. İslam anlayışına göre hilafet, devlet başkanlığında Hz. Muhammed’e vekâlet etme anlamında kullanılmakla birlikte bir din işi olmaktan çok, dünya işidir, dünyevi bir kurumdur. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim 1571’de Mısır’da Kölemen Sultanı Kansu Gavri’yi yenerek halifeliği almıştır. Hilafet kurumu ne yazık ki Türk devletlerinde dünyevi hukukun gelişmesine engel olmuş, devlet için resmi din olarak İslamiyet’i kabul etme zorunluluğu doğurmakla kalmamış, kamu hizmetlerinin de dini kurallara uygun bir şekilde yürütülmesine yol açmıştır. Çünkü İslamiyet, gerek özel hukuka, gerek kamu hukukuna girmesini gerektiren bazı kuralları barındırıyordu. Osmanlı Devleti için konuşmak gerekirse, ne ıslahatlar, ne Tanzimat hareketi, ne de Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemleri devleti yarı-teokratik olmaktan kurtaramadı. Ancak yine de Osmanlı Devleti akılcı yönetimsel pratikleri sayesinde tam anlamıyla bir din devleti haline dönüşmedi. Bu dönemlerde bazı kamu hizmetleri din etkisinden kurtarılmış olsa da, yargılama işleri ile eğitim ve öğretim hizmetleri dini niteliklerini korumuştur. Hilafet döneminde Halife tarafından seçilen bir Şeyhülislam kabineye girer ve kamu hizmetlerini dini bakımdan denetlerdi. Her ne kadar mahkemelerin bir kısmı laikleştirilmiş ve Maarif Nezareti kurularak bu nezarete bağlı okullar açılmış ise de, birtakım mahkemeler ve bütün medreseler Bab-ı Meşihat denilen Şeyhülislamlık makamına bağlı kalmakta devam ediyordu. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, 1924’ten itibaren çıkarılan Hilafetin İlgası, Tevhid-i Tedrisat, Şer’iye Vekaleti’nin ilgası ve tekke ile zaviyelerin kaldırılması kanunları ve bunları izleyen Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi Türkiye’de laiklik ilkesinin temellerini attı. 1924 Anayasası’nın ilk biçiminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğunun yazılması kimi zaman zihinleri karıştırır fakat zaten Türkiye’de laiklik, Cumhuriyet kurulmadan yaşama geçmiş bir ilkedir. Atatürk daha Anadolu’ya geçtiği gün, Hâkimiyet-i Milliye’yi yani milli iradeyi egemen kılma ilkesini ileri sürmüş ve kongreler düzenlemiştir. Zaten 1937 yılında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle ve 1961 anayasasının 2.maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu açıkça belirtilmiş, devletin bu niteliğini koruyan hükümler konulmuştur.
Laiklik maalesef ülkemizde bazı kesimler tarafından yanlış anlaşılmaktadır. Laiklik dinsiz olmak ya da Müslüman olmamak değildir. Laiklik hoşgörüdür, insanlara tanınan bir özgürlüktür, aydınlanmadır... Burada değerli aydınlarımızdan Toktamış Ateş’in laiklikle ilgili sözlerinden bir alıntı yapmak istiyorum; “Ben laiğim demek asla ben dinsizim demek değildir. Benim dinim sizi ilgilendirmez. Ben de sizin dininiz ve inançlarınızla ilgilenmiyorum demektir bu”. Laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması da demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Bugün bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça komik kaçmaktadır. Zira bu kişilerin savundukları şey halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle dini özgürlükler kadar akıl ve bilim ışığında özgür tercihler yapabilen çağdaş bireyin yaratılması da modern demokrasilerin bir gereğidir.
Laiklik karşıtı düşüncelerin bir diğer hedefi de sosyal adalettir. Zira kamusal alanda görev yapan kişilerin dini ve mezhepsel kimliklerini ortaya koyması devlet idaresindeki tarafsızlık ve eşitlikçi anlayışı gölgeleyecek ve çoğunlukta olanın azınlık üzerinde kesin bir hâkimiyet kurmasına yol açacaktır. İşte modern toplumun belli bir ölçüde de olsa sağlayabildiği sosyal adalet düzeni dini inançların kamusal alana taşınmasıyla beraber yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu gibi uygulamalar mezhepsel olarak büyük ölçüde monist bir yapıya sahip olan Türkiye gibi ülkelerde çoğunluğun tiranlığına yok açabildiği gibi, daha heterojen mezhepsel yapıları bulunan ülkelerde azınlık diktatoryası ile de sonuçlanabilir. İşte tüm bu nedenlerle laiklik demokrasi için, sosyal adalet için özenle korunmalı ancak bunun dine karşıt algılanmaması için de bireysel inançlara saygı gösterilmelidir.
Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: