25 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkiye'nin Avrupa Birliği Üyeliği?



-->
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğine karşı geliştirilen görüşler dini-kültürel, ekonomik, coğrafi, demografik ve siyasi üst başlıklarda sınıflandırılabilir. Tüm bu başlıklar teker teker incelenmesi gereken ve gerçeklik payı tartışmalı görüşlerdir. Türkiye’nin üyeliği karşıtı görüşlerin birçoğunun temelini oluşturan Medeniyetler Çatışması bizce ilk olarak incelenmesi gerekenler arasındadır.
Samuel Huntington’ın ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan “Uygarlıklar Çatışması Mı ? (The Clash of Civilizations ?)” isimli makalesi, George Kennan’ın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yayınladığı ve Soğuk Savaş dönemi Amerikan politikalarına şekil veren yayını Sources of Soviet Conduct’ta olduğu gibi büyük bir ilgi ve bir o kadar da tepkiyle karşılandı. Daha sonra “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order)” ismiyle kitaplaştırdığı makalesinde Huntington, temel olarak küresel politikanın yüzlerce yıllık birikimler sonucu oluşmuş kültürler çerçevesinde şekillendiğini ve kültürel olarak dünyada çeşitli blokların oluştuğunu savunur. Hatta ona göre bu kamplaşma Soğuk Savaş dönemi kapitalizm ve Marksizm ayrışmasından çok daha şiddetli ve tarihi temelleri olan bir çatışmadır[1]. Bunun sonucunda Huntington özellikle tarihi, ideolojik ve dini-kültürel sebeplerle birbirine düşmanlık güden medeniyetlerin çatışmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürer. Bu düşünceden hareketle Huntington, dünyayı sınırları kesin olarak belirlenmiş dokuz medeniyete (Batılı, İslam, Latin Amerikalı, Afrikalı, Çinli, Hindu, Ortodoks, Budist, Japon) ayırır. Dahası dünyanın geleceğine yön verecek olan en geniş coğrafyalara yayılmış iki medeniyet arasında Carl Schmitt’in friend-foe (dost-düşman) ayrışmasında olduğu gibi kaçınılmaz bir çatışma olacağını iddia eder. Gerçekten de yeni muhafazakarların (neo-con) izlediği politikalar, Cumhuriyetçi A.B.D. başkanı George W. Bush yönetiminin de bu iddialı tezi benimsediğini ve politikalarını ona göre ayarladığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Doğal olarak bu tez İslami ve Batılı unsurlar barındıran (Huntington’a göre “bölünmüş” ya da “bölünük ülke” yani ne batılı ne de İslam veya hem Batılı, hem İslam) Türkiye’nin hiç bir zaman batının tam üyesi olmayacağını öngörüyor[2] ve Türkiye’ye şimdilerde “Büyük Orta Doğu Projesi” ismiyle tanıdığımız bir ılımlı İslam cumhuriyeti modeliyle İslam dünyasının liderliğini öneriyordu[3].
Medeniyetler Çatışması tezinin eleştirilebilecek en önemli noktalarından biri kuşkusuz Huntington’ın çeşitli medeniyetler arasındaki tarih boyunca süregelen ilişkileri ve etkileşimleri küçümsemesi, hatta görmezden gelmesi, sınırları kesin olarak çizilmiş birbirinden tamamıyla bağımsız ve farklı medeniyetlerin sürekli bir çatışma içerisinde olduğunu iddia etmesidir. Huntington’a göre “Medeniyetler Savaşı, bizim (Batı’nın) Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, bugün ulaştığımız seküler noktaya ve bunların tüm dünya ölçeğinde yaygınlaşmasına karşı gösterilen akıldışı, ama hiç kuşkusuz yüzyıllardan bu yana süren eski bir rekabetin tarihi tepkisidir”[4]. Tüm Avrupa ve Yakın Doğu coğrafyasının tarihini bir İslam-Batı savaşı olarak nitelendiren Huntington, bu coğrafyada meydana gelen siyasi çekişmelerin ve tüm büyük savaşların sebebini de yine İslam-Batı arasındaki çekişmeye bağlamaktadır[5]. Ancak Huntington eserinde ne İngiltere ile Fransa arasında yüzlerce yıl devam eden çekişmeleri, ne bir yüz yıl boyunca Avrupa halklarının birbirini Hıristiyanlık adına öldürmelerini, ne Batılı devletlerin Dünya Savaşlarında birbirlerine düşman kesilmelerini, ne de tarih boyunca Müslüman ve Hıristiyan medeniyetler, devletler arasında zaman zaman kurulmuş dostça ilişkileri, kültürel paylaşımları açıklayamamıştır. Oysa Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında yine Batılılar tarafından öldürülen Batılıların (Hıristiyan-Musevi) sayısı, Haçlı Seferlerinde Müslümanlar tarafından öldürülen Batılılardan daha fazla değildir. Huntington’ın Batı medeniyeti dışında varsaydığı İslam’ın ise tarihte hiçbir zaman Batı medeniyetinden bu denli uzak, bu denli bağımsız olduğunu düşünmüyoruz.
Geçmişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında kalmış Doğu Avrupa ülkeleri bugün AB’ye tam üye olmuşlardır. Özellikle Türkleri kastederek belirtilen Müslüman kimliğin AB’de yerinin olmadığını savunmak (Giscard D’Estaing ve Romano Prodi’nin açıklamaları vs.) Osmanlı’nın Avrupa coğrafyasındaki fiili ve resmi varlığını da inkâr etmek olur. Bununla birlikte, Türklerin Avrupa kültüründe yerlerini olmadığını savunmak geçmişte Avrupa’nın tarihsel gelişiminde Avrupa’yı şekillendirmiş pek çok savaş, antlaşma ve diplomatik ilişkileri de yok saymak demektir. Gerek Avrupa kültürünün kilometre taşlarından olan Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında Hun Türklerinin etkisi (Hun kavimlerinin Avrupa’ya göçü bir çok Avrupa kavminin yer değiştirmesine, dolayısıyla ülkelerinin de farklı coğrafyalarda kök salmasına sebep olmuştur), gerekse çeşitli Avrupa krallıklarının Osmanlı’dan yardım talepleri (örneğin 1532 yılında, Osmanlı’nın, Macar Kralı Yanoş’a yardım etmek için Roma-Germen imparatorluğu üzerine Almanya seferini başlatması), Avrupa siyaseti ve kültüründe Türklerin ve Müslümanların etkisini gösteren ve onlarca benzerine rastlanabilecek iki basit örnektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletleriyle kurduğu yüzlerce yıllık diplomatik ve kültürel ilişkiler Huntington’ın tezinde göz ardı edilmiştir. Dahası Huntington tek bir Batı ve tek bir İslam olduğuna inanmakta, laik, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni dahi kökten dinci İslami rejimlerle ayrıştıramamaktır. Oysa Malezya’daki İslam ile İran’daki veya Libya’daki İslam birbirinden oldukça farklıdır. Batıya karşı birbirleri arasında işbirliği yapmaları veya kutuplaşmaya gitmeleri de muhtemel değildir. Aynı Batı’da Rum Ortodoksluğu ile Anglo-Sakson Protestanlığının farklı olduğu gibi tek bir Batı ya da tek bir Doğu’dan söz etmek imkansızdır. Huntington’ın saplantı derecesinde önem verdiği kültürlerin oluşmasında din kadar milliyetçilik (etnisite) ve siyasi ilişkiler de etkilidir. Benedict Anderson “Imagined Communities (Hayali Cemaatler)” isimli eserinde milliyetçiliğin nasıl hayali olarak yaratıldığı ancak bireyin kimliğini oluşturmasında ne denli etkin olduğundan bahseder. Bu nedenledir ki Türkiye’nin AB üyeliği sadece din ekseninde değerlendirilemez.
Bahsettiğimiz bu değerlendirmeyi yaparken Türk kimliğini, diğer Müslüman etnik kimlikler gibi, hem Osmanlı kimliğinden hem de Müslüman kimliğinden ayırmak gerekir. Tarih sürecinde Türkler diğer Müslüman uluslara göre çeşitli farklılıklar göstermişlerdir. Eğer Avrupa içerisinde Türkleri görmek istemiyorsa bu durumda Arapların, Perslerin, Endonezyalıların, Çerkezlerin, Boşnakların, Türklerin ve diğer istenmeyen ulusların Avrupa’da yeri yoktur diye tek tek belirtilmesi gerekir. Çünkü tüm bu uluslar kendi içlerinde pek çok alanda farklılaşırlar. Bu farklar Mostar Köprüsü örneğinde olduğu gibi bazen birleşik Avrupa hayalinde kendilerine yer bulurken, Kurban Bayramı gibi bazı ritüeller bu hayalle taban tabana zıttır. Kaldı ki her ne kadar Müslüman olsalar da Türklerin yaşadığı coğrafyaların görünümü her zaman diğer Müslüman uluslarınkinden farklı olmuştur. Osmanlı’nın veya Selçuklu İmparatorluğu’nun toprakları incelendiğinde bu fark mimariden hayat tarzına kadar her alanda görülecektir. Bu durumda İslam dininin ulaştığı tüm coğrafyaları tek bir kültürmüş gibi düşünmek yanıltıcı sonuçlara götürür. Huntington’ın din ekseninde takılıp kalarak, medeniyetler arası ilişkilere çok sınırlı bir bakış açısıyla yaklaştığını söylemek sanırız yanlış olmaz. Ayrıca gelişen teknoloji, iletişim imkanları ve küreselleşme sonucu kültürler arasında bu denli keskin çizgiler belirlemek Huntington’ın önemli bir yanlışıdır. Ancak Medeniyetler Çatışması fikrinde bütün bu tarihi çıkmazlar ve kısıtlı perspektiften daha önemli olan bir sorun yüzlerce yıldır Avrupa’da bulunan (sekizinci yüzyılda İber yarım adasında kurulan Endülüs devletinden başlayarak Avrupa’da yerleşmiş olan Müslüman nüfus) ve Avrupa kültürüne katkıda bulunmuş olan Müslüman nüfusun yok sayılmasıdır.
İngiltere’de kısa bir süre önce peş peşe düzenlenen bombalı terörist eylemleri gerçekleştiren İslamcı ekstremistlerin İngiliz vatandaşı çıkmaları bu noktada kanımca çok anlamlıdır. Aslında bu bütün Medeniyetler Çatışması tezinin ne kadar çürük ve dahası tehlikeli olduğunu acı bir şekilde herkese göstermiştir. Artık 19. yüzyıl dünyasında yaşamadığımız ve küreselleşmenin doğal sonucu olarak dünyayı Batılılar ve Doğulular ya da Müslümanlar diye keskin bir hatla ayırmadığımız düşünülürse Huntington’ın tezi oldukça zayıf kalmaktadır. Bugün İslam batıda Yahudilikten ve Hıristiyanlık dışındaki diğer tüm dinlerden, daha fazla inanana sahiptir ve İslam ile çatışmaya girecek olan Batı kaçınılmaz olarak kendi içindeki bu azımsanamayacak nüfusla da sorun yaşamak zorunda kalacaktır. Dahası bu sadece bir göçmen sorunu da değildir. Zira “yerel” Avrupalılar ya da Amerikan vatandaşları arasında da Müslüman nüfus azımsanamayacak boyuttadır. Dinsel kamplaşmanın tarihte en şiddetli biçimde yaşandığı Avrupa’nın böyle bir şeyi tekrar tecrübe etmeyi istemesi akıl dışıdır.
Avrupa’nın rahatsız olması gereken diğer bir önemli konu azımsanamayacak Müslüman nüfusunun Türkiye’nin olası reddi sonrası siyasi ya da en azından sosyo-psikolojik olarak azınlık statüsüne düşme ihtimalidir. Türkiye’de son otuz yıldır azınlık problemleri ile boğuşan bir ülke ve tecrübelerimiz bize herhangi bir topluluk dini ya da etnik olarak kendilerini farklı muameleye tutulmuş hissettiği zaman bunun artık çözümü çok zor bir problem halini aldığını gösteriyor. Örneğin uyum yasaları çevresinde azınlıklara kendi dillerinde eğitim ve tv yayını hakkı verildiğinde bazı azınlıklar mesela Boşnaklar bu haktan rahatsızlık duymuştu. Zira Boşnaklar Lozan Antlaşması çerçevesinde asli unsur kabul edildikleri ülkeleri Türkiye Cumhuriyeti’nde kendilerini azınlık olarak hissetmiyorlardı. Oysa çeşitli nedenlerle bir bölümünün kendini Türkiye Cumhuriyeti’nden soyutladığı Kürt nüfus, Cumhuriyet kurulurken ülkenin asli unsuru olarak düşünülmelerine ve sivil olarak tüm T.C. vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olmalarına rağmen bu hakkı bir bayram sevinci ile karşıladılar. Bu kültürel hakları demokratikleşme ve çoğulculuk açısından olumlu bulmakla beraber Türkiye’deki Kürt sorunu ve PKK terörizminin tüm şiddetiyle devam etmekte olduğunu belirtmeliyiz. Pek çok tecrübe (özellikle Türkiye’deki Kürt sorunu) gösteriyor ki eğer bir topluluk kendini azınlık ve dışlanmış hissetmeye başlarsa o ülke de kalıcı bir barış ve huzur ortamının tesis edilmesi gerçekten çok zordur. Türkiye’nin tüm kriterleri yerine getirmesi durumunda dahi şu veya bu sebepten AB üyeliğine kabul edilmemesi, Avrupa’da yaşayan bütün Müslümanlara, Asyalılara, Afrikalılara bir gerçeği öğretecektir: Bu insanlar mensubu oldukları din ve kültür nedeniyle aslen Avrupalı sayılmayacak ve yaşadıkları toplumda siyasal haklar bakımından olmasa dahi “öteki” olacaklar, azınlık durumuna düşeceklerdir. Saldırgan Amerikan ve El-Kaide söylemlerinin ve politikalarının da yarattığı güvensizlik ortamında, böyle bir kararla yabancılaşan Müslüman nüfusuyla Avrupa’yı çok çetin yılların beklediğini söylemek güç olmayacaktır.
Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmesi, Avrupa’daki Müslüman nüfus ve İslam coğrafyalarında yaşayan halklarda AB’nin güvenilirliğini arttıracaktır. Sosyal ve siyasi yaşama tam olarak dâhil edilmiş Müslüman nüfusuyla Avrupa’nın çok sesli, çok renkli sosyal hayatı ve çoğulcu demokrasisi ilerleyecektir. Kültürler arası paylaşım neticesinde ön yargılar, basmakalıp düşünceler yok olacak ve İslami ülkeler için ortaya bir hedef konacaktır. Dolayısıyla Medeniyetler Çatışması değil Medeniyetler Uzlaşması gerçekleşecektir. Bu yolda Avrupa Birliği’nin önündeki en önemli engellerden biri oryantalist (şarkiyatçı) düşünce sistemidir. Amerikalı ünlü akademisyen Edward Said ilk olarak 1979 yılında yayınladığı fırtınalar koparan makalesi “Orientalism”de Batı dünyasında yüzlerce yıllık düşünce ve fantezi birikimlerinin sonucu olarak oluşmuş ön yargılı düşünce sisteminden bahseder. Said’e göre Doğu, Batı’nın kendini tanımlamak için kullandığı bir araçtır. Batı kendisinden tamamen farklı (rasyonel olmayan, mistik, duygusal, barbar, geri kalmış) olarak tanımladığı Doğu sayesinde, hayali bir şekilde de olsa kendini tanımlamakta ve bu düşünce sistemi sayesinde emperyalist politikalarına zemin hazırlamaktadır. Bu düşünce sistemi, yüzlerce yıllık edebi, siyasi metinlerle ve politikalarla gerçek kılınmış (Batı batılaştırılırken, Doğu doğulaştırılmış) ve Batı dünyasının objektif bakış açısının önüne perde çekmiştir[6]. AB bu düşünceye paralel şekilde yaratılan ve uygulamaya konan Medeniyetler Çatışması tezini çürütmek için elinde önemli bir fırsat bulundurmaktadır. Türkiye’nin üyeliği bu nedenle hem AB, hem de dünya için çok önemli bir konudur.
Türkiye’nin AB üyeliğinin AB’ye sağlayacağı faydalar ekonomik alanda da oldukça zengindir. Bugün dünya 1998 Asya ekonomik krizinin ardından yaşanan küresel durgunluğun etkisini hala üzerinden atamamıştır. Bununla beraber liberal piyasa ekonomisinin tüm dünyada yapısal bir kriz içinde olduğundan söz edilebilir. Aşırı üretime karşı küresel işsizlik gibi sebeplerden kaynaklanan bu sürekli durgunluk hali, dünya ekonomilerini ve politika yapıcılarını, yeni “neo-liberal” reçeteler bulmaya itmektedir. Çin, Hindistan, Malezya gibi Asya’nın uyuyan devlerinin artık uyanmaya başlamaları ve tüm güçleriyle üretim yapmaya geçmeleri zaten kısıtlı olan pazarlara AB üreticilerinin girmesini daha da zor hale getirmektedir. Ürettikçe ürünlerini satacak yeni pazarlar aramakta olan bu ülkeler veya uluslarüstü firmalar, küresel rekabeti daha da kızıştıracak ve koşullarını da ağırlaştıracaktır. Bu durumda yeni ve gelişmekte olan pazarlara politik, kültürel ve coğrafi olarak yakın olan güçler kendi firmalarını bu pazarlarda daha rahat hareket ettirme fırsatına sahip olmaktadırlar. AB, bu üç etkene de bugün sahip değildir. Sözünü ettiğimiz Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın gelişmekte olan pazarları Türkiye, Rusya, Asya ve Amerikan ekonomilerine AB’den daha yakın gözükmektedirler. Gerek kültürel, gerekse coğrafi yakınlığı, Türkiye’nin ve Türkiye aracılığı ile diğer ülke ve siyasal birliklerin bu bölgelerle olan ticari faaliyetlerini kolaylaştırmasını beklememize neden olabilir. Gündüz Aktan’ın belirttiği üzere “AB tam üyeliğinin gerçekleşmesiyle, gerek coğrafi konumu, gerek tarihi bağları nedeniyle Türkiye, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’ya en yakın Birlik üyesi olarak AB’nin bölgede söz sahibi olmasında bir köprü görevi üstlenecektir”.
Bununla birlikte gelişmekte olan Asya ülkelerinin ekonomik kalkınmalarıyla doğru orantılı olarak artan ham madde ve enerji talepleri, fosil temelli yakıtlar ve su gibi başlıca enerji kaynaklarının fiyatlarını anormal olarak arttırmıştır. Artan enerji talebi, Azerbaycan örneğinde görüldüğü gibi enerji rezervlerine sahip ülkelerin jeo-stratejik önemlerini, savaşların ve tarihin bittiğini savunanlara bir kez daha hatırlatmaktadır. Dünyanın gelecekte süper olmaya aday tüm güçleri, çeşitli stratejik ve ekonomik antlaşmalar imzalayarak (Şanghay Beşlisi, NAFTA, EFTA, Gümrük Birliği, Rusya-İran ticaret antlaşması) işbirliği alanlarını geliştirirken, dünyanın mevcut tek süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri ise, daha saldırgan politikalar takip ederek, askeri müdahalede bulunduğu ülkelerin yeniden inşa edilmesi adı altında ekonomisini genişletmektedir. Türkiye’nin önemli ham madde ve enerji kaynaklarına sahip Orta Asya ülkeleri ile olan tarihi ve kültürel bağları AB’ye bu coğrafyada yeni kapılar açacaktır.
Serbest piyasa ekonomisinin zaten ağır olan rekabetçi düzeninin, bu yeni küresel düzene ayak uyduramayan tüm yerel ölçekli ekonomileri yutması muhtemeldir. AB üyesi gelişmiş ülkelerde giderek yükselen yaşam standartları ve sosyal haklar, artan iş gücü maliyetlerinin yanı sıra gönüllü işsizlik gibi konuları da beraberinde getirmiştir. Göreceli olarak düşük çalışma saatleri, her gün artmakta olan ve sosyal sigorta sistemlerini çökertme noktasına gelen emeklilik ve yaşlılık ödenekleri hükümetleri zor durumda bırakmaktadır. Sosyal güvenlik açıklarını karşılamak için konulan yeni vergiler toplumun büyük bölümünü rahatsız eder hale gelmiştir. AB Komisyonu Ekonomik ve Mali İşler Genel Müdürlüğünün 2001 yılı raporu, AB’nin sahip olduğu yaşlı nüfusun 2050 yılına kadar % 30 civarına çıkarken, genç işgücü oranının büyük miktarda düşeceğine dikkat çekilmektedir[7]. Tüm bu etkenler gelişmiş ülkelerin reel sektörlerinin kendi ülkelerinde üretim yapmalarını zorlaştırırken, Asya örneğinde olduğu gibi gelişmekte olan ülkeler sermayeyi kendi ülkelerine çekmiştir. Bu noktada Türkiye sahip olduğu kalifiye ve kalifiye olmayan genç iş gücü, pazarlara olan yakınlığı, zengin hammadde rezervleriyle AB’nin reel sektörü için bir üretim üssü konumuna gelebilir. Türkiye yabancı sermayeyi kendisine çekmekte şu ana kadar tam anlamıyla başarılı olamamışsa da, Türkiye’nin tam üyeliği durumunda meydana gelecek olan güven ortamının yabancı sermayeyi çekmesi olasıdır. Bunların yanı sıra AB Türkiye’nin üyeliği ile artan iş gücü talebini kendi iç sınırlarından temin etmiş olacak ve 1960’larda olduğu gibi tekrar işgücü ithal etmek zorunda kalmayacaktır. Ayrıca Türkiye’nin 75 milyonluk nüfusuyla başlı başına büyük bir pazar olduğu da göz ardı edilmemelidir. ABD Ticaret Bakanlığı’nın 28 Eylül 1995’te hazırladığı rapora göre Türkiye, yeryüzünde gelişmekte olan ilk on pazardan biridir. “Nüfusunun büyüdüğü belirtilen Türkiye’nin raporda, çok zengin bir üst sınıfı, gelişmekte olan bir orta sınıfı olduğu, büyüme potansiyeline sahip ve bölgesinde stratejik öneminin büyük olduğuna”[8] dikkat çekiliyor. Bu pazarın olanaklarından zaten Ankara Antlaşması ve onu takiben 1995 yılında kurulan Ortaklık Konseyi sonrası Gümrük Birliği çerçevesinde yararlanmaya başlayan Avrupalı üreticiler, Gümrük Birliği’ne tam AB üyesi olmuş son 10 ülkeden daha erken giren Türkiye’nin tek pazar sistemine erken uyum sağlamış olmasından daha etkin faydalanacaklardır. Bunun yanında Türkiye’nin on yıllık dış ticarette standardizasyon tecrübesi Polonya gibi bir çok yeni AB üyesi ülkeye kıyasla çok ileridedir. Tam üyeliğin reddedilmesi durumunda Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden ayrılması ihtimali de Avrupa burjuvazisini yüksek rekabet ortamında zor duruma sokacaktır.
Tarım konusunda ise Türkiye’nin üyeliğinin, AB ekonomisine kayda değer bir rahatlama sağlayacağı savunulabilir. T.C. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı verileri ve Avrupa Birliği’nin 1999 yılı tarım raporu incelendiğinde görüleceği üzere Türkiye, AB’nin tarım ticareti yaptığı ilk beş ülkenin içerisindedir. AB’nin dış ticaret açığı verdiği pek çok tarım ürününün de yine Türkiye’de üretilmekte olduğu bu raporlarda belirtilmektedir. Türkiye’nin birliğe katılımıyla, AB’nin fındık, sebze ve baharat gibi tarımsal ürünleri yine birlik içerisinden temin ederek dışa bağımlılığını önemli ölçüde azaltması muhtemeldir. Bir diğer önemli konuysa gerek tarım, gerekse sanayi alanlarında Türkiye’nin AB üyeliğinin AB içi rekabeti arttıracak ve Avrupalı tüketicinin işine yarayacak olmasıdır. Ekonomik alanda bahsedebileceğimiz bir diğer konuysa turizm sektörüdür. Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bakanlığı’nın resmi internet sitesinden alınan (http://www.turizm.gov.tr) verilere göre, Türkiye hızla artan turizm gelirleriyle bu alanda yapılabilecek yeni yatırımlara açıktır. Tablo 1’de görüldüğü üzere ülkemize gelen Avrupalı turist sayısı her geçen sene artmaktadır. Yine Turizm Bakanlığı sayfasında verilen istatistiklerde ülkemize gelen yabancı turist sayısının genel olarak da büyük artış gösterdiği görülmekte ve doğru yatırımların yapılması durumunda bu sayının her geçen sene katlanarak artacağı öngörülmektedir. Türkiye’deki turizm sektörü daha da büyümek ve güçlenmek için Avrupalı yatırımcıların ilgisini beklemektedir. Ayrıca Türkiye’nin AB üyesi olmasıyla beraber Avrupa halkları da Türkiye’nin tarihi ve turistik güzelliklerine daha kolay ulaşır hale gelecektir.
TABLO 1: 2003-2005 YILLARINDA ÜLKEMİZE GELEN YABANCILARIN MİLLİYETLERİNE GÖRE KARŞILAŞTIRILMASI ( OCAK-AĞUSTOS )
YILLAR
MİLLİYET PAYI (%)
% DEĞİŞİM ORANI
MİLLİYET
2003
2004
2005 (*)
2003
2004
2005
2004/03
2005/04
ALMANYA
2 054 522
2 551 312
2 844 192
22,63
21,60
19,48
24,18
11,48
AVUSTURYA
273 702
329 534
363 797
3,02
2,79
2,49
20,40
10,40
BELÇİKA
212 236
308 407
377 911
2,34
2,61
2,59
45,31
22,54
DANİMARKA
114 070
159 969
223 125
1,26
1,35
1,53
40,24
39,48
FİNLANDİYA
37 371
54 091
65 243
0,41
0,46
0,45
44,74
20,62
FRANSA
326 317
395 016
531 524
3,59
3,34
3,64
21,05
34,56
HOLLANDA
626 330
844 283
901 744
6,90
7,15
6,18
34,80
6,81
İNGİLTERE
733 576
953 218
1 228 936
8,08
8,07
8,42
29,94
28,92
İRLANDA
43 765
51 598
75 473
0,48
0,44
0,52
17,90
46,27
İSPANYA
57 400
75 341
134 428
0,63
0,64
0,92
31,26
78,43
İSVEÇ
138 390
201 824
284 619
1,52
1,71
1,95
45,84
41,02
İTALYA
157 180
221 499
296 396
1,73
1,88
2,03
40,92
33,81
LÜKSEMBURG
2 302
4 938
8 122
0,03
0,04
0,06
114,51
64,48
PORTEKİZ
8 189
10 629
14 914
0,09
0,09
0,10
29,80
40,31
YUNANİSTAN
243 674
300 184
407 982
2,68
2,54
2,79
23,19
35,91
AB TOPLULUĞU
5 029 024
6 461 843
7 758 406
55,40
54,71
53,15
28,49
20,06
Yabancıların Türkiye’de mülk edinmelerine dair engellerin de kaldırılmasıyla bu sektörde Avrupalı yatırımcıların ve bireylerin (household) önü açılacaktır. Kısaca bahsetmek istediğimiz bir diğer konuysa Türkiye’de henüz çok yeni gelişmekte olan mortgage (ipotekli konut) sistemidir. Eğer ileride Türkiye mortgage sistemini kendi ekonomisine ve onun öznel koşullarına uydurabilirse, Türkiye’de bu alanda çok büyük bir pazar doğacağı açıktır. Türkiye’nin 75 milyonluk nüfusu ve bu popülasyonun büyük konut ihtiyacı lokal firmaların henüz gelişmemiş olduğu da düşünüldüğünde, Avrupa’nın köklü mortgage firmalarına çok karlı bir ortam yaratmaktadır.
Türkiye-AB ilişkilerinde üstünde durulması gereken diğer bir konu da askeri ve stratejik ilişkilerdir. Bu bağlamda Türkiye, henüz 1999 yılında temelleri atışmış Avrupa Ordusu’na dolayısıyla Avrupa Birliği’ne bir çok alanda yarar getirebilir. İlk olarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında en kalabalık ordu sıralamasında üçüncü durumda bulunan Türkiye, (Amerika Birleşik Devletleri ve Çin’den sonra) Avrupa Ordusu’nda önemli görevler üstlenebilir. Zorunlu askerlik kavramının, Avrupa’nın birçok ülkesinde Türkiye’dekinden daha “liberal” gerçekleştiği bir ortamda, Türk askeri psikolojik olarak askerlikle ilgili konularda daha çok deneyim ve disiplin içindedir. Ayrıca PKK terörüyle yıllardır mücadele eden ve Afganistan, Bosna-Hersek, Somali tecrübeleri bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri dünyanın çeşitli coğrafyalarında görev yapabilecek bilgi ve deneyime sahiptir. Bu deneyim ve disiplin Avrupa Ordusu’nun gerek uluslararası operasyonlarda gerek terörle mücadelede işine yarayacaktır. İkincisi, Türkiye’yi içine aldıktan sonra AB’nin sınırlarını doğuya doğru genişletip demokrasinin yeni yeşerdiği veya henüz demokrasi tohumlarının serilemediği birkaç ülkeye komşu olacak olmasıdır. Avrupa kamuoyunun bir bölümü bu durumdan rahatsız olsa da, Türkiye hem komşu olma avantajını kullanarak AB’nin demokrasi anlayışını bu bölgelere “soft power (yumuşak güç)” kullanarak yayma imkanı sağlayacak, hem de Avrupa Birliği topraklarının Orta Doğu bölgesindeki koruyucusu olacaktır. Türkiye’nin bu alanda sağlayacağı stratejik katkı Amerikan politikalarına alternatif üretmek isteyen Avrupa için büyük bir şanstır. Üçüncü olarak, Avrupa Birliği’nin NATO’dan bağımsız bir askeri güç yaratma isteği ve Türkiye’nin bu planda oynayabileceği önemli rol görmezden gelinemez. Türkiye, eğer ABD’nin etkisini ve tepkisini orantılı bir şekilde eritebilirse, NATO’dan ayrı bir askeri güç kurmak isteyen Avrupa Birliği, Türkiye ile birlikte bunu daha kolay bir şekilde başaracaktır. Ayrıca Türkiye 60 bin kişilik bu birliğe önemli ölçüde lojistik destek sağlayacaktır. Bu destekle beraber eğer bir de Türk halkının desteğini arkasına alırsa, Avrupa Ordusu, yukarıda değinilen amaçlarını hem kendi topraklarında hem de Türkiye’nin bir köprü görevini gördüğü Ortadoğu ve Kafkaslar üzerinde gerçekleştirecektir. AB’nin kriz dönemlerinde Türkiye’nin sınır komşusu olan Orta Doğu ülkelerine direk müdahale yeteneği belirecek ve Türkiye tampon bir bölge olarak Avrupa sınırlarını güvence altına alacaktır.
. Batının doğulusu olarak da görebileceğimiz Türkiye, bu orduyla birlikte konumunu güçlendirecek ve yeni dünya düzeninde gerektiği yeri alacaktır. Böyle bir adımın atılmasıyla Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin ve Kıbrıs sorununun da AB normları doğrultusunda çözüleceğini ummaktayız. Mehmet Ali Birand da bu noktaya dikkat çekerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin AB Ordusuna dâhil edilmesinin bölgesel sorunları çözeceğini belirtmektedir[9]. Ayrıca aynı ekonomik alanda olduğu gibi, AB’nin sınırlarını genişletilerek, Ege’nin tamamıyla, Akdeniz ve Karadeniz’in büyük bölümünde AB kontrolü sağlanacak ve AB’nin barışçıl politikalarının yayılma ve çıkarlarının korunma şansı, AB’nin büyüyen stratejik önemiyle beraber artacaktır. Türkiye-Yunanistan sorunlarının aşıldığı bir ortamda, her iki ülkenin bu alanda yaptığı gereksiz harcamalar son bulacak ve bu yeni kaynakların Avrupa’nın başını oldukça ağrıtan deniz yoluyla kaçak mülteci akışına karşı kullanılması gündeme gelecektir. Bunların yanı sıra yine deniz yoluyla yapılan kaçak ekonomik faaliyetler ve kaçakçılık (uyuşturucu ve silah trafiği) önlenebilecektir. Henüz emekleme aşamasında olan Avrupa Ordusu’nun ve Türkiye’nin tüm bu amaçları gerçekleştirmesi sanıldığı kadar “ütopik” değildir. Bu konuda atılması gereken en önemli adım, her iki tarafın birbirleriyle olan güven bunalımını atlatmaları ve kendi içlerinde birtakım sosyo-politik sorunları çözerek küresel bir güç olma yolunda birleşmeleridir.
Stratejik ve ekonomik alanlarda yazdığımız faktörlerin hepsinin siyasi alanda da geçerli olduğunu görmekteyiz. Türkiye’nin AB tam üyeliğine kabul edilmesi, Avrupa demokrasi anlayışının daha geniş coğrafyalara yayılması ve gücünü hissettirmesi anlamına gelecektir. Müslümanları ve İslam dinini modern dünyadan soyutlamanın sadece köktencilerin işine yarayacağı açıktır. Bugün dünyanın pek çok ülkesinde; ekonomik veya ırksal farklılıklardan dolayı ezilmişlik, geri kalmışlık, pek çok insanı bazı diğer düşünce ve inanç sistemiyle olduğu kadar İslam diniyle de tanıştırmıştır. Her ne kadar İslam tüm bu sorunlara çözüm bulamasa da, bugün yalnız Avrupa’da değil tüm dünyada bulundukları ülkelerin vatandaşı pek çok Müslüman bulunmaktadır. Bu durumda Avrupa’nın kendine sorması gereken soru şudur: Kendi içimizde zaten var olan Müslümanları dışlayarak ne kazanacağız? Bu sorunun en net görülen cevabı ise, giderek derinleşecek suni bir kutuplaşma ve sonucunda da tüm dünyada gittikçe kötüleşen uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerdir. Bu durumun ardından da dünya coğrafyasında hükmü giderek azalacak olan bir Batı demokrasisi görmemiz beklenmelidir. Bunları da artan sayıdaki intihar bombacısı ve daha çok kanın takip etmesi muhtemeldir. Daha da güvensiz hale gelecek olan bir Avrupa ve paralelinde artacak olan askeri harcamalardan da söz etmeyi unutmamamız gerekir. Ayrıca, güvenlik tedbirlerinden dolayı kısıtlanacak olan kişisel özgürlükler ve demokrasiyi de bu listeye eklemeliyiz. Tüm bunlar hiç kuşkusuz birleşerek küresel arenada kuvvet kazanmayı tasarlayan AB’nin de işine gelmeyecektir. Aksi bir davranış olan Müslümanları dışlamamanın ve hiç yoktan yeni bir düşman yaratmamanın ise pek çok faydası vardır. Bu zincirleme reaksiyonu durdurmak bugün Avrupa Birliği’nin ve 25 üye ülkesinin elindedir. Her ne kadar Avrupa Komisyonu eski başkanlarından Jacques Santer AB kimliğinin özünün Yunanca, Latince ve Hıristiyanlıkta aranması gerektiğini[10] belirtmişse de yeraltı kaynakları ve özellikle petrol kaynakları bakımından dünyanın en zengin coğrafyalarından birine komşu olmak, AB’nin siyasi olarak da en karışık bu coğrafyada kendi ilkeleri doğrultusunda dünya barışına katkı yapmasına imkan verecektir. 1995 yılında “Barcelona Süreci” ile başlayan Euro-Med (Avrupa-Akdeniz Ortaklığı) projesi Türkiye’nin üye olmasıyla beraber hızlanacak ve Avrupa siyasetine yeni bir manevra alanı yaratacaktır.
Makro düzeyde yapılan bu incelemeler kadar Türkiye’nin AB üyeliğinin mikro düzeyde de Avrupa ülkeleri ve halklarına (bireylerine) büyük katkılar sağlayacağını düşünmekteyiz. Öncelikle coğrafi, tarihi, turistik ve kültürel zenginliği büyük Türkiye, Avrupa medeniyetinin dünya medeniyetine evrilmesinde kilit bir noktada durmaktadır. Kozmopolitan hoşgörü kültürünün yayılması, kültürlerin zenginleşmesi ve derinleşmesi söz etmek istediğimiz konulardan bazıları. Bireysel gelişimin ve yaratıcılığın toplumların ilerlemesinde önemli rol oynadığını düşünmekteyiz. Dolayısıyla, zaten yüzyıllardır sınırlı ölçüde de olsa etkileşim içinde olan Avrupa ve Türk-İslam (Doğu) medeniyetinin kaynaşması her alanda etkisini gösterecektir. Bu konu Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanı ve eski Başbakanı Abdullah Gül tarafından da ısrarla vurgulanmaktadır[11]. Gaydanın yanında tulumun, gitarın yanında bağlamanın çalındığı, Fransızca metinli gazellerin yazıldığı, Othello’nun Türk bakış açısıyla yeniden yorumlandığı, Anadolu kadınlarının empresyonist resimlerinin çizildiği, Kerem’in Juliet’e, Aslı’nın da Romeo’ya âşık olduğu zengin bir kültürel hayatın entelektüel ilerleme ve siyasi hoşgörünün yayılmasında önemli rol oynayacağını düşünmekteyiz. Böyle bir atmosferin Avrupa ve Anadolu’da adeta ikinci bir Rönesans etkisi yapacağı ve halkların kardeşliğini, demokrasi kültürünü ilerleteceğini iddia ediyoruz. Bu zengin ve özgün ortamda, uygarlıkların toplam kültürel zenginlikleri ve tecrübelerinden beslenecek olan bireylerin dünya sorunlarına çözüm getirebilecek kadar ilerleyebilecekleri ve bireysel olarak da daha mutlu ve özgür bir yaşam sürecekleri kanısındayım.
Türkiye’nin AB’ye katacakları konusunda en son üzerinde durmak istediğimiz nokta Türkiye’nin AB’nin demokratikleşmesine sağlayacağı faydalardır. Türkiye, AB ile ilişkileri süresince karşılaştığı tavsiyeler ve hatta dayatmalar neticesinde kırmızı çizgi olarak belirlediği bir çok konuda geri adım atmıştır. Belki de bu sayede ulusal çıkarları haricinde davranmak pahasına demokratikleşme yolunu seçmiştir. Özellikle son iki hükümetin AB yolunda öncekilere göre büyük bir heyecan ve kararlılıkla reform paketlerini geçirdiklerini ve bu reformların içselleştirilmesi için çalışmalara iç politikadan daha fazla zaman ayırdıklarını görmekteyiz. Belirtmeliyim ki Türkiye, iç ve dış politikada birçok kritik konuda (Kürt sorunu, Kuzey Irak, Ermeni meselesinin, akademik düzeyde özgürce tartışılması, Kıbrıs meselesi) AB tam üyeliği yolunda cesurca ve çözüme yönelik adımlar atmış ve kırmızı çizgilerini yeniden gözden geçirmiştir. Aynı şekilde Avrupa da, Türkiye’nin tam üyeliği sonrası Batı Trakya Türklerinin sorunları, Avrupa bilinçaltına yerleşmiş oryantalist bakış açısı, KKTC’ye uygulanan ekonomik izolasyonlar, Ermeni meselesi, Ege sorunu gibi tartışmalı konularda kendi kırmızı çizgilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Umuyorum ki Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği sonrası güçlenecek sosyo-kültürel, siyasi ve ekonomik ilişkiler ve Türkiye’nin karar mekanizmalarına tam olarak dahil edilmesi, AB’nin demokratikleşmesine katkıda bulunacak ve büyük bir medeniyet projesi olan AB’yi daha güçlü kılacaktır.
AB’nin fikir babaları olan Jean Monnet, David Mitrany ve Ernst Haas gibi isimlerin de belirttiği üzere ekonomik ve siyasi olarak birbirlerine bağımlılıkları karşılıklı olarak artan ülkeler, daha dostane ilişkiler kuracaktır (spill-over effect). Gelişen ekonomik ilişkiler, Avrupa’da yeni milliyetçilik dalgalarının önünü kesecek ve Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle bu projenin farklı coğrafyalara yayılmasını gündeme getirecektir. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB’ye üye olması yalnız bu iki taraf için değil, küresel politika ve tüm dünya devletleri için demokratikleşmenin anahtarı olacaktır. Dünyanın tek süper gücü konumunda bulunan ABD’nin saldırgan politikalarına alternatif üretmek için AB’nin bir süper güç olarak ortaya çıkması şarttır.
AB günümüzde milyonlarca insanın temel insani haklar ve gereksinimlerden yoksun olarak yaşadığı gelişmemiş ve henüz gelişmekte olan ülkeler için ortaya anlamlı bir proje koymaktadır. Bu proje, yüzyıllarca birbirleriyle savaşmış Avrupa devletleri ve halklarının karşılıklı çıkar esasına dayanarak birleşebildiklerini, düşmanlıklarını unutabildiklerini ve tüm sınıfların ve ülkelerin faydalanacağı şekilde gelişebildiklerini göstermektedir. Bu projenin teoride kalmaması için öncelikle Türkiye’nin tam üyeliği ve sonrasında AB’nin adım adım yakın coğrafyalara genişlemesi düşünülmeye başlanmalıdır. AB şu an ki potansiyelini kullanabilirse belki de bundan yıllar önce ünlü İngiliz sanatçı John Lennon’ın hayalini kurduğu “insanların özgür ve kardeşçe yaşadığı sınırları olmayan bir dünyayı” yaratabilecek tek güçtür. Bu Avrupa Birliği’nin Avrupa’nın emperyalist, kolonist geçmişinin de etkisini göz önünde bulundurursak insanlığa borçlu olduğu çok kritik ve insancıl bir görevdir. AB’nin Türkiye’ye üyelik daveti aynı zamanda insanlığın AB’ye bir davetidir.
KAYNAKÇA
- Huntington, Samuel, 2002, “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, İstanbul: Okuyan Us Yayın
- Medeniyetler Çatışması”, 2000, Derleyen: Murat Yılmaz, Ankara: Vadi Yayınları
- Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu”, 2003, Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği, Ankara
- Huntington, Samuel, “Uygarlıklar Savaşı Mı ?”, Çev: Yusuf Kaplan, İzlenim Dergisi, Ekim 1993
- İlhan, Attila, “Hangi Küreselleşme”, 2003, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- Said, Edward, 1979, “Orientalism”, New York: Vintage Books
-Anderson, Benedict, 1991, “Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism”, New York: Verso.
- Directorate General for Economic and Financial Affairs (2001), “The Economic Consequences of Ageing Populations: A Comparison of the EU, US and Japan
- T.C. Turizm Bakanlığı resmi internet sitesi (http://www.turizm.gov.tr)
- Birand, Mehmet Ali, “Avrupa Ordusu kavgası 12 mil için yapılıyor”, Milliyet, 12.05.2001
- Pettifer, J., 1997, “The Turkish Labyrinth: Ataturk and the New Islam
- Why Turkey”, (http://www.zaman.com)


[1] “Liberal demokrasi ve Marksist-Leninizm arasındaki 20. yüzyıl çatışması, İslam ve Hıristiyanlık arasında süren ve derinden derine çatışma eğilimli ilişkiye kıyasla sadece kısa ömürlü, yüzeysel bir tarihsel olgudur” (Huntington, Samuel, 2002, “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, İstanbul: Okuyan Us Yayın, sayfa 308).
[2] “Türkiye, tarihen, en derin biçimde bölünük ülkedir”, Huntington, Samuel, “Uygarlıklar Savaşı Mı ?”, Çev: Yusuf Kaplan, İzlenim Dergisi, Ekim 1993.
[3] “Ancak Türkiye, ekonomik gelişme seviyesi, stratejik konumu, kendine güvenen bürokrasisi, ordusu, Batı ve İslam karışımı kültürü ile İslam alemine önderlik bakımından eşsiz bir yere sahip”, Medeniyetler Çatışması, derleyen: Murat Yılmaz, “Samuel P. Huntington’la Mülakat, Türkiye İslam’ın Lideri Olmalı”, Alpay, Şahin,.
[4] Huntington, Samuel, “Uygarlıklar Savaşı Mı ?”, Çev: Yusuf Kaplan, İzlenim Dergisi, Ekim 1993.
[5] “Yüzyıllar boyunca iki dinin yazgısı bir yükselmeler, duraklamalar ve karşıt yükselmeler silsilesinde iniş çıkışlar göstermiştir” (Huntington, Samuel, 2002, “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, İstanbul: Okuyan Us Yayın, sayfa 309).
[6] “Moreover, so authoritative a position did Orientalism have that I believe no one writing, thinking, or acting on the Orient could do so without taking account of the limitations on thought and action imposed by Orientalism”, Edward Said, 1979, Orientalism, New York: Vintage Books.
[7] Directorate General for Economic and Financial Affairs (2001), The Economic Consequences of Ageing Populations: A Comparison of the EU, US and Japan.
[8] İlhan, Attila, “Hangi Küreselleşme”, 2003, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sayfa 350.
[9] Birand, Mehmet Ali, “Avrupa Ordusu kavgası 12 mil için yapılıyor”, Milliyet, 12.05.2001.
[10] Pettifer, J., 1997, “The Turkish Labyrinth: Ataturk and the New Islam”, sayfa 165.
[11] The Muslim identity of the Turkish population has not prevented it from interacting intensely with the West in general and Europe in particular, or from becoming an effective member of European institutions and organizations. Indeed, the successful conclusion of Turkey's accession process to the EU will represent the harmonization of a predominantly Moslem society with the peoples of Europe on the basis of common universal and democratic values. This will on the one hand facilitate the better integration of the millions of Muslims living in Europe within their host societies, and on the other hand, demonstrate to the Muslim world that Europe, by gathering around shared values, is serious about overcoming the prejudices that form time to time surface concerning Muslim societies”, Gül, Abdullah, “Why Turkey”, http://www.zaman.com


Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: