13 Ocak 2010 Çarşamba

Profesör Jeremy Salt'un büyük başarısı



Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve Türk aydınları uyuyadursun ve hatta bir kısmı menfaatleri uğruna sessiz kalsın, bilimsel ahlak sahibi yabancı akademisyenler ve aydınlar Türkiye'nin üzerine tamamen siyasi sebeplerle atılmak istenen Ermeni soykırımı suçu aleyhinde yeni keşifler yapmaya devam ediyorlar. Profesör Justin Mc Carthy, Profesör Stanford Shaw, Profesör Jean-Michel Thibaux ve Profesör Norman Stone gibi değerli akademisyenlerin geçmişte yaptıkları önemli katkılardan sonra, Ermeni belge düzmeciliğine dair yeni bir katkı Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde hocalığımı yapmış olan Avustralyalı Profesör Jeremy Salt'tan geldi.


Donald Bloxham'ın 2005 yılında Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından piyasaya sürülen ve büyük ses getiren çalışması "The Great Game of Genocide (Büyük Soykırım Oyunu)" adlı kitabını okurken kitapta yer alan tek taraflı tezlerden rahatsız olan ve bu nedenle kitabı daha yakın bir incelemeye tabi tutan Profesör Salt, fotoğraf laboratuarında yaptırdığı çeşitli analizler sonucunda Ermenilerin bugün dünyanın dört bir yanında sözde soykırıma kanıt olarak kullandıkları ve bu kitapta da yer alan bir fotoğrafın fotomontajla hazırlandığını ispat etti. Olayı "tiksindirici bir sahtekarlık" olarak nitelendiren Profesör Salt, derhal Oxford Üniversitesi Yayınları Tarih editörü Christopher Wheeler'la temasa geçerek bu yanlışlığın düzeltilmesi için istekte bulundu. Salt'un ısrarlı takibi sonucu hatasını kabul etmek zorunda kalan Wheeler yine de konuyu fazla ses çıkarmadan halletmeye çalışacağını belli etti. Bugün dünyanın her yerinde satılan ve tüm kütüphanelere giren bu kitap, eğer harekete geçilmezse yakında çeşitli makale ve akademik tezlerde aynı "The Blue Book (Mavi Kitap)" gibi Türkiye aleyhine bir delilmiş gibi kullanılmaya başlanacak.


Bu gelişmeler yaşanırken, bilimsel ahlak sahibi ve objektif bir tarihçi olan Profesör Salt'un bu çabalarına karşın, ülkemizde sözde Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk halkının menfaati adına görev üstlenen siyasetçi, diplomat, akademisyenlerin, özellikle de Ermeni meselesi konusunda kurulmuş kimi platformların hiçbir faaliyet göstermemesi gerçekten ülkemizin özellikle son yıllarda içinde bulunduğu siyasal ve entelektüel acziyetin en güzel ifadesidir. Türk halkı tüm eksikliklerine karşın bu denli kötü yönetilmeyi hak etmemektedir. Koltuk sahipleri o koltukların hakkını vermezlerse, elbette ki bu koltukların hakkını vermek adına Türk gençliği ve aydınları harekete geçecektir.

Ozan Örmeci


7 Ocak 2010 Perşembe

Küba Füze Krizi

--> -->
-->
Soğuk Savaş dönemi çekişmelerinin fazlasıyla ısındığı ve bir anlamda yeryüzünün nükleer bir felaketin eşiğinden döndüğü Küba Füze Krizi, kuşkusuz dünya siyasal tarihinin yakın dönemdeki en önemli olaylarından birisidir. Bu yazıda Küba Füze Krizi öncesinde yaşanan gelişmeleri, bu gergin dönemde ABD ve SSCB’nin izlediği stratejileri ve bu olayın sonuçlarını kısaca incelemeye çalışacağım.



Öncelikle Küba Füze Krizi döneminde dünyanın büyük bir felaketin eşiğinden dönmesine neden olan nükleer silah çılgınlığı nasıl başlamış onu hatırlayalım. Bilindiği üzere Manhattan Projesi ile dünyada ilk nükleer silah geliştiren ülke olan ABD, bu silahı Japonya’da iki kez denemekten çekinmemiş ve büyük bir faciaya yol açmıştır. 6 Ağustos’ta Hiroşima'ya, 9 Ağustos’ta Nagazaki'ye atılan bombalar sonucu 250.000 civarında insan hayatını kaybederken, bu bölgelerde etkileri on yıllar boyunca silinmeyecek kimyasal-biyolojik zararlar da oluşmuştur. ABD’nin atom bombası riskini göze almasının temel sebepleri Japonya’nın işgalini kolaylaştırmak ve esas olarak o sıralarda Japonya’ya hala savaş açmamış olan Sovyetler Birliği’ne bu cani silahla dünya liderliğinin kendisinde olduğu mesajını vermek istemesidir. Nitekim savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin tüm nükleer silah ve atom bombalarının dünya çapında yok edilmesi konusunda yaptığı teklif ABD tarafından reddedilecek ve bu nedenle Sovyetler Birliği de kendi güvenlik stratejisini geliştirerek nükleer programını 4 yıl içerisinde başarıyla uygulamaya sokacaktır. Bugün hala insanlık için çok ciddi bir tehdit olan atom bombalarının tamamen yok edilmemesi o dönemde ABD’nin dünya liderliğini bırakmama isteğinden kaynaklanmıştır.





ABD ve SSCB arasındaki Soğuk Savaş’ın giderek ısındığı 1950’li yıllarda her iki ülke de etki alanları içerisindeki coğrafyalarda kendi ideolojileri doğrultusunda askeri, ekonomik ve siyasal birlikler oluşturmuş ve dünya çift-kutuplu bir hale gelmiştir. ABD özellikle Çin’de Mao liderliğindeki komünistlerin hâkimiyeti sağlaması ve Kore’de komünist bir devletin kurulması sonrası Asya’da komünizmin daha fazla yayılmasından oldukça çekinmeye başlamıştır. Dahası Doğu Avrupa’yı Berlin’e kadar Nazilerin elinden kurtaran ve böylelikle İkinci Dünya Savaşı’nın kahramanı olan Kızıl Ordu sayesinde Stalin elindeki avantajlı konumu kullanarak Yalta Konferansı’nda tüm Doğu Avrupa’yı Sovyetler Birliği’nin etki alanı altına alabilmiş ve buradaki ülkelerde yapılan seçimlerde SSCB yanlısı komünist partiler iktidara gelmişlerdir. İngiliz başbakanı Winston Churchill’in deyimiyle “Doğu Avrupa’nın üzerine demir bir perde (iron curtain) çekilmiştir”. Ancak ABD’nin tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen hiç beklemediği şey burnunun dibinde yeni bir sosyalist devrimin olması ve yeni bir sosyalist ülkenin ortaya çıkmasıdır.





ABD’li işadamlarının ve çok önemli yatırımlarının bulunduğu, o dönemlerde kumar, seks ve mafya cenneti olarak bilinen, Fulgencio Batista’nın başkanı olduğu Küba’da gerçekleşen devrim; başlarda devrimin lideri Fidel Castro’nun ideolojik çizgisi net olmasa da, daha sonra giderek artan anti-emperyalist ve sosyalist uygulamaları nedeniyle Amerika’yı endişelendirmeye başlamıştır. Fidel Castro, Che Guevara ve devrimci arkadaşlarının 26 Temmuz 1953 tarihinde Moncada Kışlası’na yaptıkları başarısız baskınla (Moncada Baskını) başlayan hareketleri, 28 Mayıs 1957’de Uvero’da bir garnizona yapılan başarılı saldırıyla hızlanmış ve 1 Ocak 1959’da halkın kutlamaları arasında Havana’ya giren Castro ve yalnızca 300 kadar gerilla arkadaşı diktatör Batista’yı devirerek Küba Devrimi’ni gerçekleştirmişlerdir. Castro devrimi yaparken ideolojik çizgisi net değildir. Hatta cebinde Das Capital falan değil, Jean Jacques Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme adlı kitabı vardır. Devrimi yapan ekipten Fidel’in kardeşi Raul Castro ve Che Guevara komünisttir ancak Fidel Castro’nun nasıl bir politika belirleyeceği hala net değildir. Ancak ulusal çıkarlarını korumaya gayret gösteren Castro bu konuda ABD’nin kendisine düşmanlık gütmeye devam etmesi üzerine gittikçe Sovyetler Birliği’ne ve komünist bir rejime doğru yönelecektir. Küba’da hızlı bir kamulaştırma hamlesi başlatan Castro, ambargo tehditlerine rağmen Amerikan şirketlerini ülkesinden kovmakta sakınca görmüyordu. Dahası Castro Küba’daki Amerikan mallarının hepsine el koymuştu ve Amerikan yönetimi; kendi vatandaşı olan işadamlarına ait milyon dolarlık malları, mülkiyet hakkının yılmaz savunucusu olarak geri alamadığı için dünya basınında sürekli itibar kaybediyordu. Bunların neticesinde önce başkan Eisenhower daha sonra başkan John Kennedy dönemlerinde CİA başkanı Allen Welsh Dulles Castro’ya yapılacak değişik suikast planları üzerinde çalışmaya başladı. Ancak bu girişimler hep başarısız olacak ve Amerikalıların deyimiyle “The Beard (Sakallı)” hep bir şekilde kendini kurtaracaktır. Aynı yıllarda Castro’nun yolundan giden Guatemalalı ulusalcı lider Jacobo Arbenz de Dulles kardeşlerin (John Foster Dulles-Allen Welsh Dulles) organize ettiği bir CİA darbesiyle yerinden ediliyordu. ABD’nin hedefinde ilk olarak artık Küba ve onun sakallı lideri vardı…





Giderek daha sosyalist bir çizgiye kayan, Küba Devrimi’ni Amerikan karşıtı Latin Amerika devrimlerine öncü olacak bir model olarak dünyaya tanıtan ve Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini güçlendiren Castro tüm bu ambargo, suikast ve savaş tehditlerine karşı ayakta kalabilmek için Sovyetlerden daha çok destek istiyordu. Castro’nun o dönemdeki zayıflığından faydalanmak isteyen Kennedy yönetimi ve CİA ilginç bir karşı-devrim planı ile Castro’yu devirmek istedi. Devrim sonrası Küba’dan kaçmış ve sürülmüş Kübalı anti-komünistleri birkaç aylık silah ve propaganda eğitimi sonrası ellerine silah vererek teknelerle yeniden Küba’ya yollayan ABD yönetimi, bu kişilerin başlatacağı isyanın kısa sürede Küba yönetimini yıkacağına inanıyordu. Zira Amerikalılara göre komünizm bir baskı rejimiydi ve hiçbir insan özgür iradesiyle böyle bir yönetimi destekleyemezdi! Domuzlar Körfezi Çıkartması olarak bilinen bu olayda 17 Nisan 1961 tarihinde isyan başlatan 1500 kadar Amerikan Kübalısı, Küba Ordusu ve devrime sahip çıkan halk tarafından kolaylıkla yok ediliyordu. ABD küçücük bir ülke karşısında rezil olmuştu. Castro zaferden aldığı hızla Amerika’ya açık açık meydan okuyor ve dünya kamuoyunun sempatisini kazanıyordu. Başkan Kennedy de Castro ve Küba’ya artık kafasını tam olarak takmıştı. İşte bu dönemde Küba’nın er veya geç düşeceğini düşünen Sovyet lideri Nikita Kruşçev ani ve fazla düşünmeden aldığı bir kararla Küba’ya Sovyet nükleer silahlarının yerleştirilmesi için emir veriyordu. Operasyon gizli yapılacak ve dünyaya duyurulmayacaktı. Kruşçev’e göre böylelikle Sovyetler Birliği de sayıca Amerika’dan daha az nükleer başlığı bulunmasına karşın yakın mesafeli bir üs elde etmesi sebebiyle nükleer yarışta Amerika’dan daha avantajlı bir konuma geçecekti. Ancak Amerikan casus uçakları Sovyet nükleer tesislerini hemen fark ediyordu. Amerikan yönetimi bir karar almak zorundaydı…





Küba’da Sovyetler Birliği’ne ait nükleer yapılanmanın fark edilmesinden sonra Amerikan yönetiminde nasıl bir strateji izleneceği konusunda hararetli tartışmalar yapıldı. Stanley Kubrick’in Dr. Strangelove filminde hicvedilen Amerika Hava Kuvvetleri komutanı General Curtis LeMay ve stratejist Thomas Power Küba’ya ve Moskova’ya nükleer bir saldırı yapılmasını talep ederken başkan Kennedy bu isimlere oldukça sinirleniyor ve genç savunma bakanı Robert Strange McNamara’nın önerisini daha mantıklı buluyordu. McNamara’ya göre Amerika’nın iki seçeneği vardı. Birinci seçenek Küba’nın işgal edilmesi ve nükleer başlıklara el konulmasıydı. İkinci ve daha makul gözüken seçenek ise Sovyetler Birliği gemilerini Küba’ya yanaştırmamak için Küba’nın deniz yoluyla bloke edilmesi ve bu avantajlı karantina durumundan faydalanılarak Sovyetler Birliği ile pazarlığa başlanmasıydı. Amerikan gemileri blokaj işlemini başarıyla yerine getirdi ve nükleer başlıkları taşıyan Sovyet gemileri Küba’ya yanaşamadan geri dönmek zorunda kaldılar. Kruşçev ve Kennedy arasında ikili temaslar da başlamıştı. Kruşçev ABD ile direk bir savaşı göze alamadığı ve nükleer savaşın dünyayı bir felakete sürükleyeceğini bildiği için Küba’daki silahları çekmesinin karşılığında (quid pro quo) ABD’nin de daha önceden Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini çekmesini ve Küba’yı işgal etmeyeceği konusunda bir açıklama yapmasını istiyordu. Kruşçev’in ürkek ve bir anlamda sorumlu tavrından cesaret alan Kennedy ise Türkiye’deki füzelerin zaten belli bir süre sonra kaldırılacağını ancak bunu basına açıkça söyleyemeyeceğini ve Küba’daki nükleer başlıkların derhal geri çekilmesini istiyordu. Kennedy’e göre ABD’nin zaten Küba’yı işgal etme gibi bir düşüncesi hiç olmamıştı. Dünyanın nükleer bir felaketin eşiğine geldiği bu gergin saat ve günlerin sonucunda Kruşçev Kennedy’nin teklifine olumlu yaklaşıyor ve Küba’daki Sovyet silahları geri çekiliyordu.





Küba Füze Krizi sonucu itibariyle ABD’nin dünya kamuoyundaki prestijini arttırıyor ve Kruşçev liderliğindeki Sovyetler Birliği gizli planını başarıya ulaştıramadığı için süper güç olma yarışında ikinci plana düşüyordu. Kruşçev’in fazla düşünmeden uygulamaya koyduğu Küba’ya nükleer başlıkların yerleştirilmesi düşüncesi yarıda kalmış ve Sovyet gemileri Amerikan gemilerinin tacizlerine karşılık verememişti. Kennedy bu olaydan güçlenmiş, Kruşçev ise yıpranmış olarak çıkıyordu. Bu olay ayrıca Soğuk Savaş döneminde Amerika’da ortaya çıkan anti-komünizm çılgınlığını da göstermesi açısından önemlidir. Büyük bir propaganda mekanizmasıyla yaratılan SSCB ve komünizm düşmanlığı; ABD’yi demokratik olarak seçilmiş birçok sol rejimi CİA’in finanse ve organize ettiği darbelerle yerinden eden baskıcı politikalara yönlendiriyordu. Böylelikle Amerika Birleşik Devletleri demokratik imajından uzaklaşmasına karşın gücün asıl ölçüt olduğu dünya politikasında en büyük güç olarak ortaya çıkıyor ve düşmanlarına yine gözdağı veriyordu.

Ozan Örmeci

2 Ocak 2010 Cumartesi

Genç Kalemler


-->
1908 Devrimi sonrası İttihat ve Terakki’nin ve Türkçülük düşüncesinin giderek güçlenmeye başladığı 1910’lı yıllarda ilk olarak Hüsn-ü Şiir adıyla çıkarılan Genç Kalemler dergisi İttihat ve Terakki döneminin Osmanlıcılık ve Türk milliyetçiliği (Türkçülük) arasındaki bocalama dönemine ışık tutar niteliğinde çok önemli bir yayındır. Bu yazıda kısaca Genç Kalemler dergisini ve derginin önemli yazarlarını size tanıtmaya çalışacağım.

1908 Devrimi sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden biri olan Doktor Nazım’ın iki yeğeni tarafından Manastır’da çıkarılmaya başlayan Hüsn-ü Şiir dergisinin en önemli ismi ve derginin çizgisine yön veren isim Ali Canip Yöntem’dir. 1897 İstanbul doğumlu olan Ali Canip, daha önce Fecr-i Ati akımına dahi olmasına karşın giderek milli edebiyat çizgisine kaymaya başlamıştır. 1910 yılında çıkmaya başlayan Hüsn-ü Şiir dergisinde başyazarlık yapan Yöntem, dergideki yazılarında Türk edebiyatının geleceği konusundaki görüşlerine yer veriyor ve dilde sadeleşmeyi, Türkçeleştirmeyi ve Anadolu insanının sorunlarını dile getiren daha toplumcu, Batı edebiyatı taklidi olmayan yerel temaların işlenmesini savunuyordu. Derginin imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü Nesimi Sarım, başyazarı ise Ali Canip Yöntem’di. Dergi entellektüel çevrelerde kısa sürede dikkat çekti ve birçok genç ve yetenekli kalemi etrafında topladı. Bu isimlerden en önemlisi hiç kuşkusuz Ömer Seyfettin’dir.

1884 Gönen doğumlu olan ve sade bir Türkçe ile yazdığı muhteşem öyküleriyle günümüzde de hala Türk edebiyatının yüz aklarından biri kabul edilen Ömer Seyfettin, 31 Mart Vakası olarak bilinen gerici isyanı bastırmak için Selanik’ten İstanbul’a gönderilen Mustafa Kemal’in komutanlık yaptığı Hareket Ordusu’nda yer alan genç ve entellektüel bir subay, ateşli bir bağımsızlıkçı ve milliyetçidir. 8 sayısı çıktıktan sonra Genç Kalemler adını alan derginin ekibine ilk 8 sayı sonrası katılan Seyfettin, Bahar ve Kelebekler, Pamuk İpliği, İrtica Haberi, Bomba gibi büyük beğeni kazanan hikâyelerinin yanı sıra derginin siyasal çizgisine de yön veren isimlerden biridir. Ali Canip dilde sadeleşmeyi ve Türkçeleştirmeyi o dönemde sadece halka daha yakın olmak ve Batı taklitçiliğinden kurtulmak için isterken, Ziya Gökalp’la beraber Ömer Seyfettin’in yazılarında milli veya ulusal edebiyat adı verilen yeni edebiyat akımını ve genel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açacak ve Balkan Savaşları sonrası dozu giderek yükselecek ilerici ve Batı tipi bir ulus-devlet kurulmasını sağlayacak Türkçü düşüncenin izlerini bulmak mümkündür. Mesela Seyfettin “?” imzasıyla yayınladığı ve derginin Genç Kalemler adını almasından sonraki ilk sayısında yer alan “Yeni Lisan” isimli makalesinde Osmanlı Devleti halkının büyük çoğunlukta konuştuğu Türkçe dilinin halk tarafından yaygın kabul görmüş kelimeler dışında Arapça, Farsça ve Batı dilleri etkisinden kurtulmasını istemiş ve yaptığı sert çıkış edebiyat çevrelerinde büyük ses getirmiştir. Genç Kalemler Ziya Gökalp’in de hareket katılmasıyla beraber daha da etkili olacaktır.


Genç Kalemler dergisinin Ali Canip ve Ömer Seyfettin dışındaki diğer çok önemli ismi Ziya Gökalp’tır. Genel anlamıyla Genç Kalemler bir edebiyat dergisi olmasına rağmen Gökalp dergide önemli sosyolojik ve siyasi değerlendirmelere yer vermiş ve derginin vatansever, Türkçü çizgisi İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden de büyük manevi destek görmüştür. Bilindiği üzere Gökalp o dönemlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti merkez yönetim kurulu üyelerinden birisidir. Nesimi Sarım da cemiyetin önemli üyelerinden biridir. Gökalp ayrıca Alfred Fouillée’den yaptığı çevirilerle modern toplumun gerekliliklerini pozitivist ve solidarist bir çizgide açıklamaya çalışmıştır. Derginin diğer önem isimleri arasında Mustafa Nermi, Kazım Nami Duru, Aka Gündüz (ya da Enis Avni), Mehmet Ali Tevfik ve Suphi Ethem vardır. Şimdi derginin üzerinde durduğu konulara yakından göz atalım.

Daha önce de belirttiğim üzere derginin üzerinde en fazla durduğu konu dilde sadeleşme ve milli edebiyat akımının yaratılmasıdır. Dergi yazarları avam olarak nitelendirilen halkın Tanzimat sonrası Türk edebiyatında ortaya çıkan Batı edebiyatı taklitçiliği ve dildeki yabancı kelimeler nedeniyle edebiyattan soğuduğunu ve Osmanlı halkının esas dilinin Türkçe olduğunu vurgulamışlardır. “Toplum için sanat” anlayışının görüldüğü bu düşünceye paralel olarak Genç Kalemler yazılarında öz Türkçe ve halkın benimsediği kelimeleri, temaları kullanmaya özen göstermişlerdir. Dergi Gökalp ve Seyfettin’in katılmasıyla beraber daha milliyetçi bir çizgi benimsemiş ve Gökalp’ın “Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan” dizeleriyle hatırlanabilecek Turan şiiri ilk olarak burada yayınlanmıştır. “Yeni Lisan Müdafii” adıyla yayınlanan makaleler derginin çizgisini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu makalelerde Türkçe karşılıkları bulunmayan teknik terimler dışında Türkçe’nin Arapça ve Farsça etkisinden kurtulması gerektiğinin, İstanbul diyalektinin Türkçe için ideal olduğunun ve tema seçiminde İstanbulin çevrelerden ziyade Anadolu halkına yönelmenin gerekli olduğunun altı kalınca çizilmiştir. Gökalp Turan’dan bahsetmesine karşın Seyfettin yazılarında Türkiye dışında yaşayan Türklerden ziyade Türk-Kürt-Çerkez ayırt etmeden Anadolu halkını temel almış ve bu anlamıyla Cumhuriyet’in ilanı sonrası hiçbir etnik unsuru dışlamayacak olan sivil Türk milliyetçiliğinin temellerini atmıştır. Bu görüşe ulaşmasında kuşkusuz bir diğer önemli etken aynı İttihat ve Terakki liderleri gibi o dönemde aydınlarının Türkçülük ve Osmanlıcılık arasında gidip gelmeleri ve Osmanlı Devleti’ni kurtarmak amacıyla dışlayıcı etnik milliyetçiliğe prim tanımamaya gayret etmeleridir.

Ömer Seyfettin; dili ve edebiyatı devleti kurtarmak için en az kılıç kadar önemli bir silah olarak görmüş ve Osmanlı Devleti’nin Türk kimliğini yok etmeye, bastırmaya yönelik yüzlerce yıllık birikimine rağmen Anadolu halkının büyük çoğunluğu Türkçe konuştuğuna göre, sadeleşmiş bir Türkçe ile dışlayıcı olmayan Türk milliyetçiliğinin devleti ayakta ve Anadolu halkını bir arada tutabilecek tek çare olduğuna inanmıştır. Türk milliyetçiliği temel olmasına karşına İslamcılık ve Osmanlıcılık anlayışları da dışlanmak istememiş ve parçalanmakta olan devleti ayakta tutabilmek düşüncesiyle dergi yazarları Sultan’a “Osmanlıların hükümdarı, Müslümanların Halifesi ve Türklerin Kağan’ı” şeklinde hitap etmişlerdir.

Dergi yazarları daha sonra Türk Yurdu ve Yeni Mecmua’da beraber yazacakları Fuat Köprülü ile de kalem kavgasına girmişlerdir. Türkoloji’ye merakıyla bilinen Köprülü Türk sözünü daha etnik bir temelde alarak bir ırk olarak kabul ettiği için Genç Kalemler’in sivil milliyetçiliğe yorulabilecek diğer etnik unsurları kapsayıcı Türkçülüklerinden hoşnut değildir. Bu nedenle Türk Yurdu’nda Genç Kalemler’e sert eleştiriler getirir. Ayrıca Köprülü’ye göre giderek enternasyonalleşen dünyada milli bir edebiyat yaratmak için uygun koşullar yoktur.

Kanımca Genç Kalemler’in en önemli özelliği aynı İttihat ve Terakki Cemiyeti daha sonra da Partisi gibi Türkçülük – Osmanlıcılık arasındaki bocalamaları çok iyi yansıtan ürünler vermeleri ve Mustafa Kemal’den önce sivil temelde olacak ve hiçbir etnik unsuru dışlamayacak olan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmış olmalarıdır. Dahası Tanzimat taklitçiliğinin sert bir şekilde eleştirilmesi ve sıradan halkın sorunlarına değinilmesi Genç Kalemler’in toplumcu tavrına iyi bir örnektir.

KAYNAKLAR
- Arai, Masami, “Turkish Nationalism in the Young Turk Era”, Leiden: E.J. Brill, (1990)
- Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Gen%C3%A7_Kalemler
- Öykülü Geceler, http://www.oykulugeceler.net/icy_content.asp?upsale_id=20&t=%C3%96mer%20Seyfettin

Ozan Örmeci