25 Ekim 2009 Pazar

Japon Mucizesi


-->
Japon mucizesi olarak da adlandırılan Japon modernleşmesi aslında iyi ayrı bölümde incelenebilir. Birinci dönem 1850’lerde başlayan, Meiji dönemi ile devam eden ve Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı öncesinde büyük bir emperyal güce, güneş imparatorluğuna dönüşmesine neden olan ancak sonu oldukça kötü bitecek olan dönemdir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde doruklarına ulaşan Japon militarizmi ve yayılmacılığı savaş sonunda ülkenin tam anlamıyla yıkılmasına yol açan büyük bir felakete dönüşmesine karşın, Japonya savaş sonrasında yeniden ayağa kalkmayı ve özellikle ekonomi alanında dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olmayı başarmıştır. Ben bu yazıda Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında başardığı mucizevi ekonomik kalkınmayı kısaca sizlere aktarmaya çalışacağım.
İkinci Dünya Savaşı’nda yenik, güçsüz, aşağılanmış, dışlanmış ve neredeyse taş üstünde taş kalmayacak ölçüde bombalanmış, yıkılmış bir şekilde çıkan Japonya, Batı Almanya ile beraber İkinci Dünya Savaşı sonrasında tarihin belki de en büyük geri gelişlerinden ve kalkınma mucizelerinden birine imzasını atmıştır. Bu inanılmaz olayın gerçekleşmesinde kuşkusuz birçok faktör etkili olmuştur. Öncelikle söylenmesi gereken tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin Japonya’ya yaptığı yardımlardır. ABD’nin 1948 yılında başlattığı Marshall Yardımı’ndan en fazla yararlanan ülke olan Japonya savaştan 8 yıl sonra henüz 1953 yılında savaş öncesi üretim miktarını yakalayabilmiştir. Bu durumda etkili olan faktörler ABD yönetiminin dünya kamuoyundaki eleştirilerin de etkisiyle atom bombası denemelerinden dolayı suçluluk ve Asya’da Çin Devrimi sonrası ABD’nin Truman Doktrini ve Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikası doğrultusunda komünizmin daha fazla yayılmasını engellemek için Japonya’ya yardımda ısrarcı olmasıdır. ABD bu yolla iyi de bir ticari ortak kazanmayı ve küresel kapitalizmi yaymayı hedeflemiştir. Japonya’nın şansını arttıran bir diğer faktör Kore’de iç savaşın çıkması ve Amerikalıların ancak delilerin destekleyebileceğini düşündüğü komünist ideolojinin ve Sovyet sempatisinin Asya’da da fazlasıyla şiddetli bir şekilde hissedilmesidir. Bu nedenle ABD Marshall Planı uyarınca Japonya’ya oldukça büyük yardımlarda ve hibelerde bulunmuş dahası Avrupa ülkelerini Japonya ile ticaret yapmak için teşvik etmiştir. Bu yolla İkinci Dünya Savaşı’nda büyük bir antipati toplayan Japonlar da dünya kamuoyundaki imajlarını düzeltebilmişler ve ABD ve Avrupa ülkeleri ile güçlü ilişkiler geliştirmişlerdir. Dahası ABD’nin Çin tehlikesine karşı Japonya’nın yeniden kendisine bağımlı güçlü bir ordu kurmasına olanak tanımış ve hatta destek olmuştur.
Japon ekonomik büyümesi 1950’lerdeki dikkat çekici oranlarından sonra 1960’larda % 11 gibi çok önemli bir orana ulaşmıştır. Şimdi bu noktada biraz detaya girerek bu büyümenin nedenleri üzerine kafa yoralım. Öncelikle ABD Soğuk Savaş döneminde Japonya’ya büyük yardım yapmakla kalmamış, normalde kabul etmediği ve bu nedenle bugün gelişmekte olan ülkelerin inanılmaz ölçüde canlarını yakan serbest piyasa ekonomisi kurallarının Japonya tarafından tam anlamıyla uygulanmamasına izin vermiştir. Bu şekilde Japonya korumacı ekonomi politikaları, yüksek gümrük vergileri sayesinde kendi ekonomisi ve üreticisini korumayı başarmıştır. İngiltere, Fransa gibi ülkelerde savaş nedeniyle tahribat Japonya ve Almanya’ya göre göreceli olarak çok düşük düzeyde kaldığı için bu ülkelerde endüstriyel üretim eski tip fabrikalarda devam ederken, Japonya ve Batı Almanya’da son teknolojiyle yeni fabrikalar kurulmuş, Amerika’dan yeni makineler getirilmiştir. Bir diğer çok önemli faktör Japonya’da serbest piyasa ekonomisinden çok devlet ve özel sektörün uzlaşarak uyguladığı planlı bir milli ekonomi anlayışının uygulanıyor olmasıdır. Japon Ticaret ve Endüstri Bakanlığı ülkenin ihtiyacı olan sektörlere yönelik uzun vadeli bir kalkına planını uygulamaya sokmuş ve bu milli karma ekonomi anlayışı büyük bir harmoni içerisinde yürütülmüştür. Çok önemli bir diğer etken Japonya’da fabrika patronları ve işçiler arasındaki ilişkinin alışılmış kapitalist modelin ötesine çıkarak adeta bir baba-oğul ilişkisi içerisinde yürümesi ve zaten oldukça çalışkan ve disiplinli olan Japon toplumunun İkinci Dünya Savaşı nedeniyle duydukları suçluluğun da etkisiyle çalışmayı bir ibadet haline getirmesidir. Dahası Japon işçi sınıfı devletin özel sektöre baskı yaparak sağladığı yüksek sayılabilecek maaş oranları ve yaşam standartları nedeniyle rejime büyük bir bağlılık göstermişlerdir. Erdal Güven’in anıları da bu tezleri güçlendirmektedir. Güven’e göre Japonlar dünyada bir eşleri bulunmayacak ölçüde çalışkan ve üretken bir toplumdur. Henüz ilkokuldan başlayarak uzun çalışma saatlerine alışkın olan Japonlar ayrıca eğitim için yurtdışına en fazla öğrenci yollayan toplumlardan birisidir. Japonların özellikle mühendislik alanında mükemmel bir eğitim sistemine sahip olması kuşkusuz bu mucizevi kalkınmada çok etkili olmuştur. Ayrıca patronların yarı-Tanrı hüviyetinde bir prestijlerinin bulunması ve işçilerinden büyük saygı görmeleri Güven’in aktardığı konular arasındadır.
Bir diğer önemli etken Japonların para harcamaktan çok biriktirmeye, saklamaya gayret eden bir toplum olmasıdır. Bu sayede Japonya’da çok güçlü bir finans sistemi gelişmiş ve yeni yatırımlar için uygun bir finans düzeni kurulmuştur. Japonya doğal kaynakları son derece sınırlı ve ekonomik olarak dış alıma bağımlı bir ülke olmasına karşın tüm bu etkenlerin bir araya gelmesiyle inanılmaz bir ekonomik büyüme oranı yakalamıştır. Japonya’nın bir diğer başarısı ürünlerini yurtdışında çok iyi pazarlayabilmesi ve modernleşmeyi ve serbest piyasa düzenini kendi geleneklerinden kopmadan başarılı bir şekilde kültürüne entegre edebilmesinde yatmaktadır. Japon kültüründe zaten var olan çalışkanlık, disiplin ve kolektif başarı motivasyonu gibi unsurlar Japon firmalarında başarıyla kapitalist düzene uyumlu hale getirilmiştir. Bu yolla Batı toplumlarında ortaya çıkan meta fetişizmi, tüketim kültürü ve toplumu gibi zararlı kapitalist eğilimler ve olgular Japonya’da düşük oranda ortaya çıkmıştır. Bir anlamda Japonya Batı’nın yalnızca üretim modelini örnek almış ve tüketim toplumu batağına saplanmamıştır. Japon ekonomisi 1974 yılındaki Opec Petrol Krizi’nden kötü etkilense bile kısa sürede toparlanmayı başarmış ve 1980’li yıllara yine çok güçlü bir şekilde girmiştir. Tabii ki bu gelişmeler neticesinde Avrupa ülkeleri ve ABD Japonya’ya karşı büyük dış ticaret açıkları vermeye başlamış ve bu ülkelerde sosyal devletin emperyalizmin dağılmasıyla beraber zar zor ayakta durabilir olması ve işsizliğin tavana vurması gibi faktörler nedeniyle Japonya Batı dünyasında büyük tepki çekmeye başlamıştır. Kalitesi ve düşük fiyatıyla tercih edilen teknolojik Japon mallarının Batı dünyası pazarlarını ele geçirmesi üzerine Amerika ve Avrupa’da Japonya’ya yönelik eleştiriler sertleşmiş ve Japonya yeniden Pearl Harbor baskını dönemindeki bir imajla yansıtılmaya başlanmıştır. Japon yöneticiler ise bu durumdan Batılı ekonomistleri sorumlu tutmuş ve Batı dünyasının tüm ısrarlarına karşın korumacı ekonomik politikalar uygulamaktan vazgeçmemiştir.
Japonya’nın mucizevi geri dönüşünün, ekonomik kalkınmasının biraz olsun yavaşlaması Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla gerçekleşmiştir. ABD ve Avrupa ülkeleri artık Japonya’ya daha yüksek bir seste korumacı politikalardan vazgeçmesini belirtmektedir. Üstelik Çin ve Asya kaplanlarının ekonomileri de Japonya’ya önemli bir rakip olarak ortaya çıkmışlardır. Bu nedenle Japonlar korumacı ekonomiden biraz olsun taviz vermek ve gümrük vergilerini düşürmek durumunda kalmışlardır. Ancak Japonya her şeye rağmen İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir disiplin ve özveriyle uyguladığı 20-25 yıllık korumacı milli iktisadiyatın etkisiyle bugün hala dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden birisidir. Asya finansal krizini de fazla yara almadan atlatmayı başaran Japonya, günümüzde dünya siyasetinde söz sahibi olmak için ekonomik başarının kaçınılmaz olduğu gerçeğini ortaya koyan bir örnektir. Japonya tecrübesinden çıkarılabilecek en büyük ders İMF ve Batı dünyasının bugün ülkemiz de dâhil olmak üzere gelişmekte olan birçok ülkeye dayattığı ve korumacı uygulamaları engelleyen serbest piyasa modelinin kalkınmakta olan ülkelerde başarıya ulaşmasının güç olduğudur. Japonya’nın başarısında kilit faktör siyasal konjonktürü çok iyi kullanarak kendi milli ekonomisini inşa edebilmesi ve planlamacılıktan asla vazgeçmemesinde yatmaktadır. Bugün AKP hükümetiyle Türkiye’nin tüm önemli kuruluşları özelleştirilirken, Türkiye ekonomik olarak artık tam anlamıyla bir sömürge haline getirilirken Japonya mucizesinden önemli dersler çıkarmak Türk iktisatçılarının önemli bir görevidir. Ancak Japonya’nın tüm ekonomik-teknolojik başarılarına karşın, II. Dünya Savaşı sonrası ABD’ye bağımlı dış politikası nedeniyle bağımsız bir uluslararası politika aktörü olmaktan uzak pozisyonu bu ülkenin ekonomik gücünü gölgelemektedir. Dahası son küresel ekonomik krizden fazlasıyla etkilenen Japonya’da 50 yıllık Liberal Demokrat Parti iktidarının sona ermesi ve yeni bir dönemin başlaması yakın bir gelecekte bu ülkede yaşanabilecek köklü değişimleri işaret etmektedir.
KAYNAKLAR
- Güven, Erdal, “Samuray Sam Amca'nın Tahtını İstiyor”, 1999, İstanbul: Bilgi Yayınevi
- McWilliams, Wayne C. & Piotrowski, Harry, “The World Since 1845”, 2001, Colorado: Lynne Rienner Publishers İnc.
Ozan Örmeci
Değerli arkadaşım Masamichi Iwasaka'ya sevgilerimle...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Güney Afrika


-->
Diğer Afrika ülkeleri halklarına kıyasla çok daha uygun iklim koşullarında ve ekonomik refah seviyesinde yaşamalarına karşın Güney Afrika nüfusunun önemli bir bölümü 1949-1994 yılları arasında bugün bir utanç hadisesi olarak hatırladığımız apartheid rejimiyle yönetilmiş ve büyük haksızlıklara maruz kalmışlardır. Bu yazıda Güney Afrika Cumhuriyeti’nin siyasal geçmişini ve apartheid rejiminin özelliklerini mercek altına alacağım.
Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri kabul edilen Güney Afrika’nın yazılı tarihi Portekizli ünlü conquistador Bartolomeu Dias’ın burada bir koloni kurmasıyla başlar. Güney Afrika 17. yüzyıl ortalarından itibaren ise Portekiz etkisinden çıkarak Hollandalıların kontrolüne girmiştir. Buranın kontrolü için İngilizlerle uzun yıllar mücadele eden Boer ya da Afrikaner olarak bilinen Hollandalı koloniciler; yine de 1795 yılında ülkenin İngiliz kontrolüne geçmesine engel olamamışlardır. İngiliz medeniyetinin (!) de gerisinde olan Boerler ,İngiltere’nin 1833 yılında çıkardığı köleliği yasaklayan kanununa da karşı çıkmışlardır. Elmas ve altının bulunmasıyla Avrupa’dan yoğun göçe sahne olan Güney Afrika, siyasi olarak İngiliz kontrolünde olmasına karşın demografik ve toplumsal hayat olarak Boerlerin etkisinde kalmıştır. Ülkenin zengin kaynakları nedeniyle İngilizler ve Hollandalılar arasındaki mücadele 1880–1881 yılları arasında Birinci Boerler Savaşı’na, 1899–1902 yılları arasında ise İkinci Boerler Savaşı’na neden olmuştur. Kanlı geçen bu savaşlarda büyük sıkıntılar çeken Boerler adeta bunun acısını çıkarmak istercesine İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere destek vermiş ve savaş sonrasında ülkede İngiliz kontrolünün azalmasını fırsat bilerek, yapılan seçimlerde iktidarı ele geçirmiş ve apartheid rejimini kurmuşlardır.
Apartheid “ayrımcılık” anlamına gelen ve Boer kökenli azınlık beyaz nüfusun 1949-1994 yılları arasında Güney Afrika’da uyguladığı sistemdir. Apartheid; siyasal, toplumsal, hukuki ve ekonomik olarak Güney Afrika’daki azınlık beyaz nüfusun kollanmasına ve her bireyin mensubu bulunduğu etnik köken çerçevesinde değerlendirilmesine dayalı hayatın her alanını kapsayan insanlık dışı bir sistemdir. Apartheid sistemi doğrultusunda Güney Afrikalılar; beyazlar, zenci Bantular, Asyalılar (çoğu Hintlidir) ve melezler olmak üzere dört gruba ayrılmıştır. 1949 yılında çıkarılan ilk apartheid kanunuyla farklı gruplara mensup kişilerin evlenmelerine ya da beraber yaşamalarına yasak getirilmiştir. Ancak ayrımcılık bununla sınırlı kalacak değildir. Okullar, işler, maaşlar, girilebilecek parklar-kafeler-restoranlar kısa sürede her şey ve her yer apartheid sistemi doğrultusunda işler hale gelmiştir. Beyaz olmayanların siyasal faaliyetlerde bulunmaları yasaklanmış, beyazlar ve diğer grupların mezarlıkları dahi birbirinden ayrılmıştır. Etnikçiliğe, ırkçılığa dayalı bu insanlık dışı sistem buna benzer 300 kadar yasa çıkarmış ve tepkilere karşı ülkede sıkı bir polis denetimi sağlamıştır.
Beyazlara her anlamda büyük üstünlük sağlayan ve ırksal olarak saflıklarını korumalarına dayalı apartheid sistemi tüm insanlık dışı özelliklerinin yanı sıra Güney Afrika’nın demografik yapısına da uygun değildir. 1980 yılında yapılan nüfus sayımında da görüldüğü üzere, ülkede 18 milyon Bantu, 6 milyon beyaz, 3 milyon melez ve 1 milyon Asyalı yaşamaktadır. Ancak Bantuların üçte biri kadar beyazlar her anlamda ülkedeki en etkili gruptur. Diğer etnik grupların beyazlarla karışmaması için Güney Afrika hükümeti laager adı verilen farklı yerleşim yerleri oluşturmuştur. Apartheid sistemi yalnızca etnik ayrımcılıkla sınırlı değildir. Yakından bakıldığında bu sistemin sınıfsal bir temelinin de olduğu görülecektir. Zira beyaz olmayanlar sermaye sahibi değillerdir ve genellikle kol gücü gerektiren düşük maaşlı işlerde çalışmakta, emekleriyle zor koşullarda yaşamaktadırlar. Dahası beyaz işçilerin yaşam koşulları da farklı etnik kökene mensup işçilerden çok daha yüksek düzeydedir. 1980 yılında Güney Afrika’daki inşaat sektöründe yapılan bir araştırmaya göre; beyaz nüfus Asyalıların iki katı, melezlerin üç katı ve Bantuların beş batı civarında maaşlarla çalışmaktadırlar. Apartheid sisteminin yerleşmesi için Güney Afrika hükümeti 1959 yılında Bantular için ülke topraklarının yüzde 13’ü oranında özel yerleşim köyleri, kasabaları hatta şehirleri oluşturmuştur. Apartheid sisteminin kesin bir şekilde uygulamaya konulması Nelson Mandela’nın liderliğini yaptığı Afrika Milli Kongresi’nin de (African National Congress) mücadele stratejisini değiştirmesine yol açacaktır.
Kurulduğu 1912 yılından itibaren daima ırk ayrımına dayalı olmayan demokratik bir rejim için mücadele veren Afrika Milli Kongresi; apartheid sistemi karşısında hiçbir şey yapamadığını görerek 1960’lı yılların başından itibaren silahlı mücadele fikrine yakınlaşmış ve bu amaçla Umkhonto We Sizwe (Halkın Zıpkını, Halkın Mızrağı) adlı kendi silahlı mücadele örgütünü kurmuştur. Afrika Milli Kongresi’nin lideri Nelson Mandela Umkhonto ordusunu kurmalarının gerekçesi olarak “50 yıllık demokratik mücadelelerinin Afrika halklarına bir şey kazandırmadığı gibi haklarının gün geçtikçe kısıtlanmasına neden olduğu”nu belirtmiştir. 16 Aralık 1961’de başlayan Umkhonto eylemlerinin ses getirmesi nedeniyle kısa sürede ülkedeki tüm muhalif siyasal hareketler Afrika Milli Kongresi çatısı altında toplanmaya başlamıştır. Komünistler, liberaller, sosyal demokratlar, milliyetçiler hepsi apartheid rejimini devirmek için Afrika Milli Kongresi ve Umkhonto’yu sahiplenmektedir. Nelson Mandela da Afrika Milli Kongresi’nin lideri olarak Güney Afrika’daki bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin sembolü haline gelmiştir. Bu yıllarda Afrika Milli Kongresi’ne destek veren ülkeler ne Amerika Birleşik Devletleri, ne de Avrupalı devletlerdir. ANC’ye maddi ve silah desteği bir tek Sovyetler Birliği’nden gelmiştir. Ancak bu Sovyetler bağına rağmen Afrika Milli Kongresi asla Marksist ekonomiyi savunan bir parti olmamış, daha çok anti-emperyalist, apartheid karşıtı ve karma ekonomi yanlısı Avrupa tipi sosyalist bir çizgide politika izlemiştir. Apartheid rejimi yıldızı parlayan Mandela’yı durdurabilmek için 1964 yılında kendisini ömür boyu hapse mahkum etmiştir.
1970’li yıllarda tüm dünyada yükselen anti-emperyalist ve özgürlükçü sol hareketler Afrika halklarını da etkilemiş ve ABD’de başlayan zenci hareketlerinin devamı niteliğinde Güney Afrika’da da Steve Biko liderliğinde bir zenci uyanış hareketi başlamıştır. Zencilerin de beyazlarla eşit derecede insan olduğunu söylemekten başka bir şey yapmayan Biko tabii ki Apartheid rejimi ve ABD için tehlikeli bir isimdir ve bu nedenle 1977 yılında polis gözetimindeyken öldürülür. Biko yalnızca kendi ülkesindeki Afrikalılar için değil, tüm dünyada ikinci sınıf insan muamelesi gören Afrikalılar için çaba göstermiş ve apartheid rejimini lanetlemiş önemli bir liderdir. Ve onun düşünceleri, yaptıkları ve ardında bıraktığı mirası Afrika’da bağımsızlık hareketlerinin gelişmesinde çok etkili olacaktır. Biko’nun öldürülmesi sonrası zenci hareketleri radikalleşmiş ve Afrika Milli Kongresi’nin ırk ayrımına dayalı olmayan demokrasi fikri güç kaybetmeye başlamıştır. Ilımlı ve hümanist bir lider olan Nelson Mandela’nın hapiste olması da bu radikalleşmede etkili olmuştur. Ayrıca Mangosuthu Buthelezi liderliğinde örgütlenen Zulu kabilesi mensubu Güney Afrikalı Bantular da siyasal arenada etkili olmaya başlamış ve sokaklar savaş yerine dönmüştür. 1985 yılında olayların tırmanması sonrası azınlık beyazların kontrolündeki Güney Afrika hükümeti Mandela ile temaslara başlamıştır. Hükümet Mandela’ya özgürlüğünün verilmesi karşılığında Umkhonto’nun silahlı mücadeleyi bırakmasını şart koşmuş ancak Mandela bunun siyasi bir tuzak olduğunu görerek anlaşmaya yanaşmamıştır. Bu dönemde Güney Afrika hükümeti içinde de tartışmalar başlamış ve reformistlerle muhafazakârlar arasında sert bir siyasal mücadele ortamı oluşmuştur. Sovyetler Birliği’nin gücünün azalması sonrası etki alanını genişletmek isteyen Batı dünyasının eleştirilerini de dikkate alan Güney Afrika apartheid hükümetinde yenilikçilerin giderek ağır basması sonucu başkan P.W.Botha reform sürecini istemeye istemeye başlatmak zorunda kalmıştır.
1988-1994 yılları arasında yapılan reformlarla apartheid rejimi hafifletilmiş ve demokrasiye geçiş için uygun bir ortam yaratılmıştır. Bundan Nelson Mandela kadar payı olan bir diğer isim de P.W.Botha’nın yerine geçen Frederik W.De Klerk’tir. 1990 yılında Klerk’in çabalarıyla Mandela ve Afrika Milli Kongresi’nin önemli liderleri serbest bırakılır. 1993 yılında Klerk ve Mandela beraber Nobel Barış Ödülü’nü alırlar. 1994 yılında yapılan genel seçimlerde ise oyların % 62’sini alan Afrika Milli Kongresi iktidar olurken, Nelson Mandela da yarım asırlık mücadelesinin sonunda Güney Afrika devlet başkanı olur. Mandela döneminde apartheid rejiminin tüm izleri yok edilerek Batı tipi kapitalist bir demokrasinin hâkim kılındığı bir ülke yaratılır. Oldukça yaşlanmış olan Mandela 1998 Aralık’ında yerini Thabo Mbeki’ye bırakır.
KAYNAKLAR
- Mandela, Nelson, “The Struggle İs My Life”, New York: Pathfinder Pres, 1986
- Thompson, Leonard, “The Political Mythology of Apartheid”, New Haven, Conn.: Yale University Press, 1985

Ozan Örmeci

1 Ekim 2009 Perşembe

Marksizm Nedir, Ne Değildir?


-->
Dünya felsefe, iktisat, sosyoloji ve politika bilimleri tarihinin hakkında en çok konuşulan, en fazla referans yapılan, siyasal anlamda en büyük etkileri yaratmış ve doğal olarak en tartışmalı ismi olan Karl Heinrich Marks (1818-1883) dünya komünist hareketinin öncü kuramcısı ve Marksizm ideolojisi ile tarihsel materyalizm metodunun yaratıcısıdır. Bu yazıda 21. yüzyılın ilk yıllarında küresel kapitalizmin yaşadığı sıkıntılar nedeniyle adeta yeniden keşfedilen Karl Marks’ın önemli teori ve düşüncelerini sizlere olabildiğince özgün ancak basit bir yorumla sunmaya çalışacağım.
Birbiriyle çelişmeyen bir bütünsellik içerisinde pek çok farklı alanda fikirleri olmasına karşın Karl Marks’ın günümüzde de üzerinde en fazla durulan ve bilim dünyasına en büyük katkısı kabul edilen düşüncesi insanlık tarihini sınıf savaşları tarihi olarak ele almasıdır. En yakın arkadaşı ve yoldaşı Friedrich Engels’le beraber kaleme aldığı sol düşüncenin sembol eseri Komünist Manifesto’nun henüz ilk sayfalarında Marks “Gelmiş geçmiş bütün toplumun tarihi sınıf savaşımları tarihidir” demektedir (Marks & Engels, “Komünist Manifesto”, sf 69). Ancak Marks’a göre her toplumsal eşitsizlik sınıf eşitsizliği değildir. Sınıf eşitsizliği “köklerini iktisadi hayatın yapısında ve normal işlemesinde bulan ve çağın toplumsal ve hukuki kurumlarıyla muhafaza edilerek keskinleştirilen” bir toplumsal eşitsizlik türüdür (Mandel, “Marksizme Giriş”, sf 14). Marksist teoride; ilkel toplumlardan başlayarak tarihin tüm dönemlerinde üretim araçları üzerinde hak sahibi olanlar ve bu haktan yoksun olup emeğiyle geçinenler arasında bir sınıf savaşı olduğu kabul edilerek sınıfsal eşitsizliklerin temelinde üretim araçlarının mülkiyet hakkı olduğu iddia edilir. Antik Yunan ve Roma döneminde yaşanan köle isyanlarından, Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu Doğu imparatorluklarında çıkan ilk ayaklanmalara kadar tüm toplumsal hareketlilik ve süreçler sınıf çatışmaları bağlamında ele alınır. Marksistlere göre insanların bir kabile-klan ortamında avcılık-toplayıcılık faaliyetleriyle yaşamlarını idame ettirdikleri en ilkel toplumlarda; üretim araçlarının ve bireyselliğin-bireyciliğin gelişememesi nedeniyle sosyal sınıflar ve sınıfsal eşitsizlikler oluşmamış ve bu nedenle insanlık “ilkel komünizm-kabile komünizmi” dönemini tecrübe etmiştir. Ancak Neolitik devrim sonucunda toprağın işlenmeye, çanakçılık ve dokuma faaliyetlerinin gelişmeye başlamasıyla beraber ortaya çıkan yeni toplum düzeninde ilkel toplumların eski dengesi bozulmuş ve sınıfsal eşitsizlikler kurumsal olarak oluşmaya ve kökleşmeye başlamıştır. Üretim araçlarının kontrolü ve bu araçları kullananların işlerinde uzmanlaşmaları üretim artışına ve bunun sonucunda yiyecek stoklarının oluşmasına neden olmuştur. Stoklar nedeniyle bazı üyelerin kendi yiyeceklerini üretme zorunluluğundan kurtulmaları, değiş-tokuş esasının yerini paranın alması, ticaretin yaygınlaşması ve uzmanlaşmayı teşvik eden iş bölümü düzeni sayesinde eski toplumların eşitlikçi-paylaşımcı yapısı bozularak sosyal sınıflar oluşmuştur. İlk aşamada sosyal sınıflaşma ve eşitsizlik kendini şehir devletler içerisinde oluşan köleci toplumlar olarak göstermiş ve özel mülkiyetin yaygınlaştığı ve aristokrasinin hüküm sürdüğü şehir devletlerinde temel çelişki yönetici sınıflar ve köleler arasında oluşmuştur. Antik Yunan literatüründe özellikle Eflatun’un yazdıkları dikkatle incelendiğinde köleci ve sınıflara ayrılmış toplumlara felsefi ve siyasal olarak da meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı görülecektir. Özgür yurttaş kabul edilmeyen kölelerin yanı sıra kadınlar da Antik Yunan medeniyeti ile simgeselleştirilen şehir devletleri döneminde toplumda ikinci sınıf rollere bürünmüşlerdir. Marksistler kadınların toplumdaki ikincil rollerinin de iş bölümü ve eşitsizliğe dayalı yeni toplum düzeniyle oluştuğunu iddia ederek biyolojik farklılıkları geçerli bir neden olarak kabul etmezler. Marksist teoride “sosyal sınıfların ortaya çıkışı aynı zamanda mevcut sosyal şartları yani sosyal eşitsizliği muhafaza etmek için başlıca kurum olan devlete de hayat verir” (Mandel, “Marksizme Giriş”, sf 23). Devletin kurulması; Marksist literatürde üretim araçlarının kontrolünü sağlayan egemen sınıfların imtiyazlarını korumak ve kökleştirmek amacıyla şiddet tekelinin ve toplum idaresinin insanlardan oluşan özel bir aygıta bırakılması olayıdır. Devlet örgütlenmesinde temel unsurlar; düzeni iç ve dış tehditlere karşı koruyan ordu, düzenin kurallarına aykırı hareket edenleri yargılayacak olan yargıçlar, geçici süreyle seçilen ve toplum idaresinden sorumlu olan temsilciler ve toplumun diğer kesimlerini bu düzenin devamı için eğiten-örgütleyen ideolojik unsurlardan (öğretmen, din adamları, devlet memurları-bürokrasi) oluşmaktadır (Mandel, “Marksizme Giriş”, sf 29-30). Toplumsal sözleşme teorilerini reddeden Marksistler, devleti her dönem üretim araçlarını elinde bulunduran sosyal sınıfların örgütleyip oluşturduklarını ve bu eşitsizlik yapısının şekil değiştirerek tarih boyunca devam ettiğini ileri sürerler.
Şehir devletlerin tarih sahnesini terk etmesi sonrasında en önemli üretim aracı olan toprağın mülkiyetinin bireylerde toplanmaya başlamasıyla beraber sınıfsal eşitsizliklerin yeni bir şekle büründüğü feodal Orta Çağ dönemi başlamıştır. Soylu toprak sahipleri kendi toprakları üzerinde siyasi-ekonomik bir hakimiyet sağlamış (vergi toplama, para basma vs.) ve kendi ordularını oluşturmuş ancak kendi aralarında da yaşanan hiyerarşik düzenin barış içerisinde sürmesi için kendi üstlerinde dine dayalı meşruiyeti olan Kilise, imparatorlar, krallar gibi güçlerin bulunmasını kabullenmişlerdir (Mandel, “Marksizme Giriş”, sf 31-32). İmparatorluk, Kilise ve krallar aslında toprak sahibi soyluların imtiyazlı konumunu korumalarını sağlayan düzenin devlet kurumlarıdır. Yani aslında feodal dönemin sınıf savaşları; toprak sahibi derebeyleriyle onların ağır baskıları altında ezilen köylü serfler arasındadır. Karanlık Orta Çağ’ın bir vazgeçilmezi olan din-tarım imparatorlukları; Rönesans ve Reform süreçleriyle baskıcı Kilise’nin gücünün kırılması ve Keşifler Çağı ve Merkantalist dönem sayesinde ticaretle uğraşan yeni bir kentsoylu (burjuvazi) sınıfının oluşmasıyla yerini yavaş yavaş kapitalist topluma bırakmaya başlamıştır. Kolonicilik ve emperyalizm sayesinde ucuz ham madde ve kaynaklara ulaşan Avrupalı tüccarlar sermaye birikimlerini fabrikalar kurarak, yeni ve modern üretim araçları oluşturarak değerlendirmekte ve bu sayede Avrupa’da büyük kentler oluşmaktadır. Elbette bu kurulan fabrikalarda çalışması için bir işçi sınıfına gereksinim doğmaktadır ve işte bu nedenle kapitalist dönüşüm fabrikaların inşa edilmeye ve köylü serflerin kentlere göçüp işçi olarak çalışmaya başlamalarıyla mümkün olabilmiştir. Önceden toplumda varolan zanaatkârlara dayalı küçük meta üretimi yerini sermayedarların kontrolünde gelişen ve işçilere, makinelere dayalı toplu üretime bırakmıştır. Yeni oluşmaya başlayan kapitalist toplumda temel çelişki üretim araçlarını kontrol eden sermayedar kentsoylu burjuvazi ile emek gücüyle yaşayan işçi sınıfı (proletarya) arasındadır. Dolayısıyla oluşmaya başlayan bu yeni düzen reformlar ya da devrimler (örneğin Fransız Devrimi) yoluyla kendine uygun bir devlet düzenini kurmaya başlamıştır. Toprak sahibi aristokrasinin gücü azalırken onun yerini kentsoylu burjuvalar almakta ve burjuvazi siyasal alandaki gücünü hızla arttırmaktadır. Artık yasalar ve devlet kurumları aristokrasinin değil burjuvazinin yararına olacak şekilde düzenlenmekte ve burjuvazi kendi sınıfsal özlemlerini gerçekleştirecek yeni bir düzen (burjuva demokratik sistemi) kurmak arayışındadır. Feodalizmden kapitalist topluma geçiş tüm Marksistlerin kabul ettiği şekilde demokrasi ve insan hakları açısından bazı kazanımlar sağlamış (mesela Kilise etkisinin kırılarak laik bir toplum ve devlet düzeninin benimsenmesi, Cumhuriyetçilik yani halkın kendi kendini temsilciler aracılığıyla yönetmesi fikrinin doğması - parlamentarizm, sermayenin de desteğiyle bilim-sanat-kültür alanlarında gelişmeler vs.) ancak toplumda yer alan sınıfsal eşitsizlikler yeni bir hal alarak devam etmiştir. Karl Marks işte bu çelişkilerin yani vahşi kapitalizmin doruk noktasına ulaştığı 19. yüzyılda yaşamış ve işçi sınıfının sorunlarını yakından gözlemleyerek nasıl burjuvazi geçmişte aristokrasinin yerini aldıysa, proletaryanın da gelecekte burjuvazinin yerini alacağını ve sosyalist yönetimlerin kurulacağını öngörmüştür. Marks’a göre Avrupa’da dolaşmaya başlayan “komünizm hortlağı-hayaleti" işte bu gidişin bir öncü sinyalidir (Marks & Engels, “Komünist Manifesto”, sf 67).
Karl Marks serbest piyasanın “görünmez el” mantığını doğru kabul etmesi nedeniyle sürekli kendi iç çelişkilerini (arz-talep, enflasyon-deflasyon, işsizlik, sosyal sorunlar) yaratan kapitalist sistemin kendiliğinden (Bu noktada Marksist “kendiliğindencilik” düşüncesi, Praksis yani düşünce ve kuramın eylemden soyutlanamayacağı felsefesiyle çelişmeyen bir yapıdadır. Zaten “Feuerbach Üzerine Tezler” adlı çalışmasının meşhur 11. tezinde “Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” diyen Marks’ın Praksis’i reddetmesi mümkün gözükmemektedir. Bu konuda yanlış anlaşılmalar dünyada kimi bazı sosyalist partilerin reel politik düzlemde kapitalizmin yıkılması adına liberal-sağcı partilere verdikleri desteklerden kaynaklanmaktadır.) ve kaçınılmaz olarak (Marks’ın ardından gelen Marksistler tarafından kapitalizmin başarısı üzerine reddedilen tarihsel kaçınılmazlık iddiası) yerini proletarya diktatörlüğüne dayalı sosyalist bir idareye bırakacağını ve üretim araçlarının kişilerden alınarak toplum adına devlet tarafından yönetileceği sosyalist idarenin sınıf çatışmalarını ortadan kaldırarak eşit, hür bir proleter toplum yaratacağını düşünmüştür. Karl Marks sosyalizmi de komünizme geçiş için bir ara rejim olarak düşünmüş ve sosyalist bilincin tüm topluma ve dünyaya yayılmasıyla sınırların hatta devletlerin ortadan kalkacağını (wither away) öngörmüştür. Yani sosyalist dönem sonrası gerçekleşecek komünizm rejiminde devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplum yaratılacak ve sosyal sınıflaşmanın önüne geçilerek insanoğlu makûs talihinden kurtulacak ve özgürlüğüne kavuşacaktır (emancipation).
Marks’ın “sınıf savaşımları” olarak bilinen bu temel teorisini oluştururken kullandığı metot “tarihsel materyalizm”dir. Tarihsel materyalizm yöntemi de yine Marks ve Engels tarafından geliştirilen “diyalektik materyalizm” yönteminin doğadan topluma doğru geliştirilerek tarihsel süreçlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır. Marks Diyalektik materyalizm metodunu oluştururken ünlü Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’den (1770-1831) fazlasıyla etkilenmiştir. İlk olarak Antik Yunan düşünürü Herakleitos’un gündeme getirdiği diyalektik mantığının, yani kavramlar arasındaki karşıtlık ilişkisinden yola çıkarak bunu doğruya varan süreçlerin açığa çıkarılmasında bir ilke olarak kullanan düşünme ve araştırma yolunun, Hegel tarafından varlığın tez, anti-tez ve sentez süreçleriyle ilerlediği tezine dönüştürülmesi bu noktada Marks’ın kendi metodunu oluşturmasında kilit bir rol oynamıştır. Hegel bu yöntemi kullanarak toplumlarda hakim olan düşünce ve inanış sistemlerinin maddeye ve o toplumlara şekil ve yön verdiğini savunmuş ve “diyalektik idealizm” metodunu oluşturmuştur. Yani üstyapıda bulunan düşünce ve inanış sistemleri arasındaki ilişki ve çelişkiler, o toplumların altyapısal durumlarını da şekillendirmekte ve yeni doğacak sentezi belirlemektedir. Gençliğinde ateşli bir sol-Hegel’ci olan Karl Marks ise, Hegel’in bu teorisini ters düz ederek teorinin temeline üstyapı değil altyapı faktörlerini öne alan ve Feuerbach etkisinde kavramsallaştırdığı maddeciliği (ekonomizm-materyalizm) koymuş ve diyalektik materyalizmi oluşturmuştur. Yani bir toplumun materyalist düzlemde oluşan ilişki ve çelişkileri o toplumun geleceğini ve bunlardan doğacak yeni sentezi belirlemektedir. Marks diyalektik materyalizm yöntemini ünlü eseri Kapital’in ön sözünde şöyle tanımlar; “Benim diyalektik materyalizm yöntemim, Hegel’ci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci -Hegel bunu “Fikir (idea)” adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “Fikir”in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir” (Kapital, Almanca ikinci baskıya yazılmış Önsöz’den). Yani Feuerbach etkisinde oluşturduğu materyalizm düşüncesini, Hegel’den alarak ters çevirdiği diyalektik felsefesiyle birleştiren ve diyalektik materyalizm metodunu oluşturan Marks, daha sonra bu yasaları toplumların tarihsel süreç içerisindeki değişimlerini incelemek için kullanmış ve tarihsel materyalizm metodunu oluşturmuştur. Marks’ın bu yöntemi ve ideolojisi kimilerine göre bilimsel bir metot, kimilerine göre ise başlı başına bir bilimdir.
Marksist literatürde karşımıza çıkan en önemli kavramlardan birisi de artı değer (artık değer) teorisidir. Artı değer kavramı aslında Karl Marks’tan önce keşfedilmiş ve Adam Smith ve David Ricardo gibi ekonomistler tarafından kullanılmış olan bir kavramdır. Genel anlamda gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamına gelen artı değer (surplus value), esas anlamını ise Marks’ta bulacaktır. Marks’a göre kapitalist ekonominin temel düzenleyici ilkesi emek-değer kuramıdır (labor theory of value); yani toplumun temelini oluşturan öğenin canlı emek gücü olmasıdır. Marks’a göre kapitalizm öncesi dönemde başka toplumların ve sınıfların gelirlerini sömürerek (aldatma, yağma, kölelik, korsanlık, kolonicilik vs.) artık değer elde edebilen egemen sınıflar, kapitalist düzende ise işçilerin emekleriyle üretilen artık değerlere de sahip olabilmektedir (Mandel, “Marksizme Giriş”, sf 44-47). Artı eğer burada, başkaları (üretim araçları sahipleri) tarafından el konulmak üzere emek gücünün gerekli-zorunlu olan üretimin, ürünün ötesinde belirli bir ücret ile satın alınarak fazladan üretim yapmasıdır. İşçi, belli bir ücret karşılığında emek gücünü satabiliyor olmak için, artı ürün ya da artı değer üretmek durumundadır. İşçiye yalnızca yaşaması (çünkü ertesi gün yine çalışacak birine ihtiyaç vardır) için gerekli olan ürün verilir, artı değere ise el konulur. Bu nedenle artı değerin nasıl, ne oranda üretildiği, bu değere kimler tarafından nasıl el konulduğu ve sonra neye dönüştüğü meselesi bir anlamda o toplumun niteliğini belirler. Kapitalizmin geliştiği, vahşileştiği toplumlarda bu artı değere çok yüksek oranda ve burjuvazi ve onun kontrolündeki devlet tarafından düşük maaş ve vergiler yoluyla el konulmakta ve artı değer patronların kârına dönüşmektedir.
Marksist literatürde bir diğer çok önemli kavram olan “yabancılaşma” ise Marks’ın erken dönem ürünlerinden yani bir nevi ısınma egzersizlerinden olan ve henüz 26 yaşındayken yazdığı 1844 El Yazmaları isimli eserinde anlamını bulmaktadır. Bu eserde Marks yabancılaşmanın (alienation-estrangement-dehumanization) dört aşamada gerçekleştiğini söylemektedir. Bu aşamalar kısaca şunlardır;
1-) Kapitalist üretim biçiminde emek bireyden bağımsız ve hatta ona düşman bir maddeye dönüşmekte, işçi kendisi için değil sahip olamayacağı obje için çalışır duruma düşmektedir. İşçinin emeği kendisine düşman ve kendinden bağımsız bir materyal olmaktadır. Bu nedenle işçi ürettiği maddeden, kendi emeğinden yabancılaşmaktadır.
2-) İşçi üretim aşamasında kendisi için değil patronu için çalışmakta, artı değer üretmektedir. Bu da işçinin işinden yabancılaşmasına neden olmaktadır.
3-) İşçi kapitalist sistemde kendi doğasına, insanlığına yabancılaşmaktadır. Marksist insan doğası anlayışında, insan hayvandan farklı olarak sadece doğal ihtiyaçları için değil sosyal, entelektüel ve daha bir çok sofistike ihtiyacı için yaşayan sosyal-komünal bir varlıktır. Ancak kapitalist sistem, işçileri sadece yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ücrete uzun saatler çalışmaya zorlamakta ve bir anlamda proletaryanın insani sosyal ihtiyaçlarını giderebilecekleri zamanlarını çalmaktadır.
4-) Kapitalist sistem insanları da birbirinden yabancılaştırmaktadır. Patron-işçi arasındaki kaçınılmaz gerginliğe ek olarak, sistem nedeniyle insanlıklarını kaybeden patronlar ve işçiler kendi aralarında da sorunlar yaşar ve giderek bireyselleşir, yalnızlaşırlar. İşte bu dört temel yabancılaşma türü kapitalizmin insan doğasına verdiği zararlar olarak Marks tarafından 1844 El Yazmaları eserinde açıklanmıştır.
Elbette üzerine yüz binlerce sayfa kitaplar, makaleler yazılan Marksist teorinin birkaç sayfa içerisinde açıklanması beklenemez. Ancak Marksizm’in özünü oluşturan temel kavram ve düşünceleri bu yazıda elimden geldiğince tanıtmaya ve bilmeyenler için bir giriş metni oluşturmaya çalıştım.
KAYNAKLAR
- Mandel, Ernest, “Marksizme Giriş”, 1999, İstanbul: Yazın Yayıncılık
- Marks, Karl, “The Portable Karl Marks”, 1993, London: Penguin Books
- Marks, Karl & Engels, Friedrich, “Komünist Manifesto”, 2003, İstanbul: İthaki Yayınları
-->
Bu makale Ozan Örmeci'nin Ozan Yayıncılık tarafından 2009 Ekim ayında piyasaya sürülen "Solda Teoriler ve Tarihsel Tartışmalar" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için Idefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.