27 Aralık 2009 Pazar

Why there is no such thing as Armenian Genocide? Professor Stanford Shaw's short explanation




"First of all, you cannot have ex pos facto law. The definition made in 1948 does not, of course, apply, to what happened before that time. You cannot blame the Turkish Republic for the actions of the Ottoman government in the same way that one does not blame the government of Russia for the large scale Russian massacres of Jews during the 19th century.

Secondly, the Ottoman government never had the intention to massacre anyone; there is absolutely no evidence at all that the intention was to destroy the Armenian population. There were large scale Armenian revolts in eastern Anatolia, attacking the Ottoman army, and in particular cutting its supply lines, including an open revolt in Van which slaughtered most of the Turkish population. The intention of the deportations was to end the attacks which the Armenians were making on the Ottoman army that was fighting against a Russian invasion that had been invited by the Armenians, centered at Van, to get them out of the way while the fighting was going on. Muslims and Jews were deported in the same way.

Thirdly, it is very doubtful that more than 300,000 Armenians died in the Ottoman Empire during and after World War I, at the same time that almost 4 million Muslims died as the result of massacre and starvation. The Hamidiye guard employed under Abdulhamid II was established to restore order and security in the eastern provinces after violent Armenian revolts had killed thousands of Turks; the only government-sponsored intentional killing that took place at this time, aside of course from military activities, was the Brtitish naval blockade of the Ottoman Empire during and after World War I, which was intended to starve the Ottoman population to death and caused the deaths of 40 percent of the population, Muslim and Christian alike."

23 Aralık 2009 Çarşamba

Mahatma Gandhi


-->
2 Ekim 1869 ve 30 Ocak 1948 tarihleri arasında yaşamış olan Mohandas Karamchand Gandhi ya da daha yaygın bilinen ismiyle Mahatma Gandhi, 1948 yılında yediği hain bir kurşunla ölmüş olmasına karşın, öncü siyasal-toplumsal tavrı ve barış temalı mesajları günümüze miras kalmış ve bugüne dek yaşamıştır. Fazlasıyla rasyonel bir özü bulunan Batı ideopolitik düşüncesi günümüze dek Gandhi’nin ruhani yönünü ön plana çıkararak, oryantalist bir bakış açısıyla onu kendi siyasal dünyasında olmayan mistisizm perspektifinden yansıtmaya çalışmasına karşın, Gandhi aslında mesajını 21. yüzyıla dek taşıyabilmiş önemli bir anti-emperyalist siyasal lider ve ulusal kahramandır. Bu yazımda diğer sivil itaatsizlik hareketlerine örnek olmuş Satyagraha hareketinin kurucusu ve Hindistan’ın bağımsızlığının mimarı olan Mahatma Gandhi’nin hayatını, 1982 tarihli Richard Attenborough’nun yönettiği Gandhi filmine de esin kaynağı olan Louis Fischer’in “Gandhi His Life and Message for the World” kitabından hareketle anlatmaya çalışacağım.

Mohandas Karamchand Gandhi 1869 yılında Hindistan’da Porbandar, Gujarat’ta doğmuştur. Porbandar’da önemli bir siyasi konumu bulunan Karamchand Gandhi’nin oğlu olarak dünyaya gelen Mohandas, Hindu felsefesini özümsemiş olan annesinin etkisiyle küçük yaşlardan itibaren vejetaryen olmuş, tüm canlılara dostça yaklaşmak ve hoşgörülü olmak gerektiğine inanmıştır. Kast sisteminin üst sıralarında yer alan Vaishya sınıfına dahil olan Gandhi ailesi, ekonomik ve sosyal statü olarak iyi bir konumdadırlar. 1883 yılında Gandhi henüz 14 yaşındayken mahalleden arkadaşı olan yaşıtı Kasturba Makhanji ile evlenmiştir. Ömür boyu evli kalacak çiftin 4 oğulları olacaktır (1888 doğumlu Harilal Gandhi, 1892 doğumlu Manilal Gandhi, 1897 doğumlu Ramdas Gandhi ve 1900 doğumlu Devdas Gandhi). Gençliğinde vasat bir öğrenci olan Mohandas Gandhi, Bombay Üniversitesi’nde de oldukça başarısız başlayan hukuk eğitimine İngiltere’de University College London’da devam etmeye karar verir ve 18 yaşında karısıyla beraber İngiltere’nin yolunu tutar. İngiliz edebiyatına, uygar şehir yaşamına ve adetlerine hayranlık besleyen ve kısa sürede buraya uyum sağlayan Gandhi, yine de vejetaryenliğinden vazgeçmemiş ve İngiliz Vejetaryenler Derneği’nde yönetici dahi olmuştur. İngiltere’de eğitimini başarıyla tamamlayan Gandhi, buradaki yıllarında yalnızca Batı felsefesi ve politik düşüncesiyle tanışmakla kalmamış ve Hinduizm başta olmak üzere tüm dinleri geniş çapta araştırmıştır. Galler ve İngiltere barosuna kabul edildikten sonra Hindistan’a dönen Gandhi, ülkesinde avukat olarak çalışmaya başlamış ancak kast sistemi başta olmak üzere ülkesine özgü farklılıklar ve gerilikler nedeniyle mesleğinden istediği hazzı alamadığı için daha sonra okul öğretmenliği yapmaya başlamıştır. 1893 senesinde Güney Afrika’da bulunan bir Hint firmasından hukuk danışmanlığı teklifi alan Gandhi, teklifi kabul ederek Güney Afrika’da Natal’a gitmiştir. Güney Afrika tecrübesi Gandhi’nin hayatını değiştiren çok önemli bir olaydır…

Güney Afrika’ya gidene dek siyasal konularda oldukça çekingen ve muğlak bir tavrı bulunan Mohandas Gandhi, burada apartheid sistemini ve zencilere yönelik baskıları görünce; zaten Hinduizm etkisiyle küçük yaştan beri merak saldığı barış ve hoşgörü yanlısı düşüncelerini netleştirmiş ve siyasal bir düzleme oturtmaya başlamıştır. Güney Afrika’da bir seyahati sırasında birinci sınıf vagona oturmasına izin vermeyen tren görevlileri ve polislerle kavga etmesi onun ilk siyasal eylemi olacak ve Gandhi kendisini trenden atılmış olarak yerde bulacaktır. Güney Afrika’da Hint komünitesinin yaşadığı Durban’da Hintlilere oy hakkı verilmemesine ilişkin bir yasanın geçmesi nedeniyle Gandhi Hindistan’a dönüş planlarını erteleyerek, Güney Afrika’da siyasal aktivizme başlamıştır. Buradaki Hintlileri örgütleyen ve tek siyasal güç olan Natal Hint Kongresi’ni kuran Gandhi, yaptığı yayınlarla ayrımcı İngiliz politikalarını dünya kamuoyuna duyurmuş ve İngilizleri oldukça endişelendirmiştir. Hintlilerin tam vatandaşlık haklarının verilmesi için Boer-İngiliz Savaşları süresince İngilizlere cephe gerisinde yardımda bulunmak üzere bir 1000 kişilik bir Hintli ekibi kurduran Gandhi, savaş sonrası İngilizlerin hakları konusunda bir şey yapmaması üzerine büyük bir hayal kırıklığına uğramış ve İngilizlere duyduğu güven sarsılmıştır. Bir sivil itaatsizlik tekniği olan Satyagraha stratejisini bu yıllarda geliştiren Gandhi, 1906 yılından başlayarak Güney Afrika’daki Hintlileri tam vatandaşlık haklarının olmadığını belirten nüfus cüzdanlarını polislerin gözü önünde toplu olarak yırtmaya, çöpe atmaya ve yakmaya yönelik eylemler düzenlemiş ve bu gösteriler nedeniyle birçok kez gözaltına alınmış ve dayak yemiştir. Hintlilerin bu pasif ancak etkili direnişleri nedeniyle İngiliz otoriteleri sonunda Gandhi ile anlaşmak zorunda kalacak ve Gandhi ilk zaferini elde edecektir. 1915 yılında Güney Afrika’da yaşayan bazı Hintlilerin katıldığı bir ashram kuran Gandhi, kast sistemi ve ten rengine dayalı ayrımcılığı yok sayan komünal yaşam alanı sayesinde bir kez daha medyanın gündemine gelmiştir. Gandhi mücadelesine devam etmek için ülkesine döner ve ülkesindeki önemli siyasal liderlerle görüşmelere başlar. Artık amaç Hindistan’ın bağımsızlığıdır…


Birinci Dünya Savaşı’nda tam vatandaşlık haklarının elde edilmesi için Hintlileri İngilizlerin yanında savaşmaya davet eden Gandhi, savaş sonrası İngilizlerin tutumu değişmeyince İngilizlere asla güvenilmeyeceğine kesin olarak kanaat getirmiştir. Champaran ve Kheda’da yaktığı bağımsızlık ateşiyle geniş kitlelerden destek gören Gandhi, 13 nisan 1919 tarihinde yaşanan Amritsar Katliamı’na rağmen barış yanlısı pasifist mücadele stratejisinden vazgeçmemiştir. 13 Nisan 1919 tarihinde Mohandas Gandhi öncülüğünde örgütlenen Hindistan'ın bağımsızlığı yanlısı bir sivil itaatsizlik eylemi nedeniyle İngiliz askerlerinin meydanda toplanmış halka acımasızca ateş açmasıyla vuku bulan bu olay nedeniyle İngiliz generali Reginald Dyer ve İngiltere hükümeti dünya kamuoyunda lanetlenecek ve Hindistan bağımsızlık hareketi güçlenecektir. Bu olay sonrası kurulma sürecine giren Hindistan Kongre Partisi’nde bir grup silahlı mücadeleyi savunurken Gandhi ağırlığını koyarak savaşın sivil itaatsizlik yoluyla devam etmesini sağlamıştır. Swadeshi politikasıyla İngiliz malları başta olmak üzere yabancı malların satın alınmamasını sağlayan Gandhi, düzenlediği tuz yürüyüşleriyle de tüm ulusun desteğini sağlamış ve Hint halkının gözünde bir öncü ve önder haline gelmiştir. Bu eylemler neticesinde İngiliz hükümetini Hindistan’da temsil eden Lord Edward İrwin Gandhi ile 1931 yılında bir anlaşma yapıyor ve bu anlaşmayla barış eylemlerine katılan tüm siyasal suçlular serbest bırakılıyordu. Ayrıca Gandhi Londra’da İngiliz parlamentosuna davet ediliyordu. Gandhi Londra’ya son bir umutla gidiyor ancak görüşmelerde Hindistan’ın bağımsızlığına yönelik bir karşı tavır olduğunu fark ederek ülkesine geri dönüyordu. Lord İrwin’in yerine göreve gelen Lord Willingdon ise bağımsızlıkçıları silah zoruyla bastırabileceğine inanıyordu. Ancak İngilizler silahlarına davrandıkça Hintliler daha da büyük bir azimle bağımsızlıkları için pasif direnişlerine devam ediyorlardı. Bu dönemde Gandhi’nin cılız vücudu Hint ulusunun sembolü haline geliyor ve Gandhi’nin hükümetin sert politikalarına karşı başlattığı açlık grevleri sonucu Gandhi’nin ölmesi durumunda bir iç savaş yaşanacağından korkan İngilizler her seferinde onun sözünü dinlemek zorunda kalıyorlardı. Ancak bu dönemde fanatik Hindu milliyetçileri de türemeye başlıyor ve Gandhi’nin hayatına yönelik üç başarısız saldırı yapılıyordu.


Artık Hindistan Kongre Partisi sosyalist ekonomiye dayalı, Müslümanlarla Hinduların ayrılacağı federatif bir devlet kurma planları yapmaktadır. Ancak Gandhi Müslüman ve Hinduların ayrılmadan bir arada yaşayabileceğine inandığı için partiye büyük tepki gösterir. Bu tartışmalar alevlenmeye başlamışken çıkan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Hindistan’da savaşta izlenecek strateji tartışmaları ön plana çıkar. Kongre Partisi’nde bir grup İngilizler yanında savaşa girilmesini desteklerken Gandhi, özgürlük adına savaştığını iddia edenlerin Hindistan’da özgürlüğe izin vermediklerini söyleyerek savaşta tarafsız kalmayı tercih eder. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı süresince Hindistan’ın bağımsızlığına yönelik propagandanın dozu arttırılır. İngilizlerin Hintli protestoculara ateşle karşılık verdiği büyük eylemler sonrası Hintli bağımsızlık savaşçıları yüzlerce İngiliz asker ve polisi öldürür. Gandhi bu anarşinin durdurulması için yaşlı ve yorgun vücuduna rağmen yeni bir açlık grevine başlar. Bu grev nedeniyle ortalık biraz olsun yatışır ancak Gandhi’yi karısının ölümü nedeniyle yine üzücü günler beklemektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Hindistan’a bağımsızlığının verileceğinin belli olması sonrası Müslüman ve Hindu liderleri arasında görüşmeler ve pazarlıklar başlamıştır. Gandhi görüşmeler boyunca tek birleşik bir Hindu ve Müslüman Hindistan’ında diretmesine karşın, sokaklarda her iki tarafın fanatikleri birbirini acımasızca öldürmektedir. Gandhi’nin kansız devrim ve demokrasi stratejisi tam da başarıya ulaşmak üzereyken maalesef binlerce kişi kadın-çocuk demeden sokaklarda katledilmektedir. Gandhi’nin son açlık grevi nedeniyle çatışmalar yatışır ancak birleşik bir Hindistan’ın kurulması artık çok zordur. Gandhi’nin birleşik Hindistan düşleri aslında Müslümanlardan da destek bulmasına karşın, artan iç çatışma ve Muhammed Ali Cinnah’ın ayrılma yanlısı güçlü liderliği nedeniyle bağımsız Hindistan henüz kurulma aşamasında Hindistan ve Pakistan olmak üzere ikiye ayrılır. Gandhi bu durumda hoşnut değildir ve Hindistan’ın kurulmasını kendi başına keder içinde izlemektedir. Pakistan’la birleşme olabilmesi için Cinnah’la yapacağı temaslar ve verdiği barış mesajları onu Hindu milliyetçilerinin hedefi haline getirir. Ve sonuçta 1948 yılında bir Hindu fanatiği tarafından öldürülür. Ancak o cılız bedenin yaptıkları yaşadığı dönemle sınırlı kalmayacak kadar önemli ve etkilidir...

Mahatma yani “yüce ruh” lakabı uygun görülen Gandhi gerçekten de hayatı boyunca yüce bir ruh sahibi olduğunu ispatlarcasına haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı barışçı yollarla mücadele etmiş ve farklılıkların bir arada yaşama engel olmadığını savunmuştur. Dünya siyasetine bıraktığı en önemli miras da bu hoşgörülü ancak azimli mücadele tavrıdır. Bugün bazı sivil toplum kuruluşlarının benimsediği bu barışçıl strateji maalesef ki gelinen noktada azgın emperyalist güçler tarafından şiddetli tepkilerin önlenebilmesi açısından destek görmektedir. Oysa şu unutulmamalıdır; Gandhi aynı Mustafa Kemal Atatürk gibi emperyalizmin suratına tokat atmış güçlü bir ulusal ve anti-emperyalist liderdir. Benimsediği yöntem günümüz dünyasında geçerliliğini kaybetmiş olabilir ancak hoşgörüsü, gerçeği arama isteği, basitliği ve sıradan halkı yücelten siyasi tavrı, inatçılığı ve sabrı günümüzün haklı kavgalarına da çok önemli püf noktaları sunmaktadır. Gandhi sonuçta bir insandır ve hayatı boyunca birçok hata da yapmıştır. Ancak onu yücelten ve ruhani lider olmasını sağlayan onun davasına olan bağlılığı ve sınırsız inancıdır. Çok yaşa yüce ruh !
KAYNAKLAR
-Fischer, Louis, “Gandhi His Life and Message for the World”, 1982, New York: New American Library
-Wikipedia.org, http://www.wikipedia.org/
- Mahatma Gandhi web site, http://www.mkgandhi.org/

Ozan Örmeci

20 Aralık 2009 Pazar

Bülent Ecevit




Türk siyasal hayatının en önemli ve renkli isimlerinden biri olan Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Doktor Fahri Ecevit Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve 1943-1950 yılları arasında CHP milletvekilliği yapacak önemli bir siyaset adamı, annesi Nazlı Ecevit ise tanınmış bir ressamdır. Ecevit ailesi Kastamonu kökenli olup, Ecevit soyadını da Kastamonu ile İnebolu arasındaki kasabalarından almışlardır. Ecevit ailesi anne Nazlı Ecevit’in büyük teyzesi Ferhande Okday vasıtasıyla Osmanlı sarayına da akraba bir ailedir. Zira Ferhande Hanım son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday’ın 2. eşidir. Böylelikle Bülent Ecevit de Sultan Vahdettin’in üvey kuzeni olmaktadır. Ecevit’in dedesi Müderris Mustafa Şükrü Efendi ise Osmanlı ulemasındandır. Ayrıca Ecevit ailesinin Aydın Boysan, Billur Kalkavan ve Alp Yalman gibi ünlülerle de çeşitli derecelerde akrabalık ilişkileri bulunmaktadır. Böylesine elit bir çevrede yetişen ve hayatı boyunca pek ekonomik zorluk çekmeyen Bülent Ecevit’in halkın Karaoğlan’ı ve sol hareketin, emekçilerin en büyük umudu olmasının hikayesi bu nedenle oldukça ilginçtir.


İlkokula Ankara’da başlayan küçük Bülent, 1936 yılında ilkokulu bitirip Ankara Erkek Lisesi’ne başlamıştır. Ancak ailesinin İstanbul’a dönmesi sonrası Robert Kolej’e yazılan Ecevit ortaokul ve lise yılları boyunca dersleri vasatın üzerine çıkmayan daha çok sanatla ve özellikle şiirle ilgilenen yalnız ve göze batmayan bir çocuktur. Yalnızca İngilizce’si diğer arkadaşlarından biraz daha iyidir ve bu ona İngiliz edebiyatını yakından tanıma fırsatı sağlar. Okulun edebiyat dergisinde çeşitli şiirleri ve şiir tercümeleri yayınlanır. 16 yaşında Rabindranath Tagore’nin Gitanjali isimli şiirini Türkçe’ye çevirerek edebiyat çevrelerinde dikkat çeker. Daha sonraları Adam Olmak ismiyle yapacağı Rudyard Kipling çevirisi de edebiyat çevrelerinden tam not alacaktır. Robert Kolej’den 1944 yılında mezun olan Bülent Ecevit, lise yıllarında tanıştığı Rahşan Aral’la aşk yaşamaya başlar ve çift 1946 yılında evlenir. Rahşan hanım hayatı boyunca Bülent Ecevit’in mücadelesine ortak olacaktır. Babası gibi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne giren Ecevit aradığı ortamı bulamaz ve buradan ayrılarak Ankara'da Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nde İngilizce çevirmeni olarak işe başlar. 1946-1950 yıllarında ise Londra'da Türk Basın ataşeliğinde çalışır. Bu sürede İngiliz demokrasisini yakından gözlemleme fırsatı bulur. Bir gazeteci olarak da yıldızı gün geçtikçe parlamaktadır. Babasının parlamenterliğinin sona erdiği ve Demokrat Parti’nin iş başı yaptığı 1950 yılında Ecevit’e babasının da etkisiyle CHP’nin yayın organı Ulus’ta çalışması için cazip bir teklif yapılır. Babası gibi siyasete meraklı ve ateşli bir Cumhuriyetçi olan Ecevit fırsatı kaçırmak istemez ve karısıyla beraber ülkeye dönüş yaparlar. Ulus gazetesinde sanat eleştirmeni ve yazı işleri müdürü gibi görevlerde bulunan Ecevit, 1954 yılında Kuzey Carolina’da Winston Salem Journal’dan gelen teklif üzerine bir sene ABD’de misafir gazetecilik yapar. Avrupa’dan sonra Amerikan demokrasisini de yakından tanıma fırsatı bulmuştur. 1956 yılında ise Amerika’ya ikinci kez, bu sefer Rockefeller bursuyla Henry Kissenger’dan siyaset ve uluslararası ilişkiler seminerleri almaya gider. Ulus gazetesinin kapatılması sonrası Yeni Ulus ve Halkçı gibi CHP yayın organlarında çalışır. 1957 yılında yine bir sebepten Amerika’da bulunduğu sırada aldığı telgraf ise hayatını tamamen değiştirecek niteliktedir. Telgrafta Ecevit’in isminin yakında yapılacak olan genel seçimlerde milletvekili adayları arasında alındığı bildirilmektedir. Demokrat Parti’nin anti-demokratik uygulamaları nedeniyle hapse atılmış İsmet Paşa’nın damadı ve kendisinin yakın dostu Metin Toker’le bu durumu değerlendiren Ecevit, siyasete girme kararı alır ve Türkiye’ye kesin dönüş yapar.


Kendisi gibi bir Robert Kolej mezunu olan CHP genel sekreteri Kasım Gülek, CHP’ye bir gençlik aşısı yapma gayretindedir ve bu iş için partinin yayın organlarında yazılarıyla sivrilmiş, babası da eski bir CHP milletvekili olan başarılı gazeteci Bülent Ecevit’ten daha uygun bir isim yoktur. 1957 yılında henüz 32 yaşında parlamentoya İstanbul milletvekili olarak giren Ecevit, ilk yıllarında pek ön planda değildir. Zaten Demokrat Parti’nin tek partili dönemden kalma 1924 Anayasası’nın da desteğiyle yaptığı akıl almaz uygulamalar parlamentoyu CHP’liler için cehenneme çevirmektedir. 27 Mayıs’ı askerin siyasete karışması konusunda çok net fikirleri olmasına karşın, DP’nin CHP’yi kapatmayı gündeme alması ve tahkikat komisyonlarıyla bağımsız yargının önüne geçen bir diktatörlük kurması nedeniyle toplumun önemli bir kesimi gibi memnuniyetle karşılayan Ecevit, 1960-61'de Kurucu Meclis üyeliği, 1961-1965 yılları arasında da Çalışma Bakanlığı yapar. Genç yaşında Türkiye’de siyasetin işleyiş mekanizmalarını öğrenmiş, kısa sürede önemli bir pozisyona gelmiştir. 1961 Anayasası’nın hazırlayan komisyonda da aktif olarak çalışmıştır. Çalışma Bakanı olması sebebiyle Türkiye’de emekçi kesimin sorunlarını ve potansiyelini de yakından görme fırsatı bulmuştur. 1961 Anayasası’nı hazırlayan komisyonun üyesi ve Çalışma Bakanı olarak yaptıkları yani toplu sözleşme, toplu gösteri ve grev hakkı gibi demokratik hakları emekçilere sağlaması nedeniyle emekçiler arasında büyük bir popülariteye ulaşır. Zaten ithal ikamesi politikası doğrultusunda sanayileşmeye, kalkınmaya, demokratikleşmeye başlayan Türkiye 1960’larda her alanda en verimli çağlarını yaşamaktadır. Entellektüel kesimde de bu verim geçerlidir zira üniversitelerde her gün yeni fikir kulüpleri açılmakta, yeni sivil toplum kuruluşları ve sendikalar kurulmakta, çeşitli yazar ve düşünürler çıkardıkları dergi, gazete ve kitaplarla Türkiye’nin kalkınma stratejisinde alternatif yollar üzerine düşünmektedirler. Yön Hareketi ve Türkiye İşçi Partisi işte bu verimli entellektüel ortamda halkın ülkeyi yönetme yetisinin kendisinde olduğunu öğrenmeye başladığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ortaya çıkan özgürlük ortamında artık sol rüzgarları esmektedir…


1965 yılında genel başkan İsmet İnönü’nün ağzından solculuğunu ilk kez açıklayan ve merkezden ortanın soluna doğru bir hamle yapan CHP’de bu dönemde merkeziyetçiler ve ortanın solcuları arasında bir iktidar kavgası başlamıştır. Partinin hızla yükselen dinamik ismi Bülent Ecevit solcuların başını çekerken, Turhan Feyzioğlu, Ferit Melen ve Emin Paksüt gibi isimler muhafazakar kanadı oluşturuyordu. İsmet İnönü ise tarafsız gözükmeye çalışmasına karşın bu yıllarda ortanın solcularına daha yakın durmaktadır. 1965 genel seçimleri ve 1966 Cumhuriyet Senatosu kısmi yenileme seçimlerindeki başarısızlıklara (% 29,6) rağmen, İnönü liderliğindeki CHP ortanın solundan vazgeçmemiştir. 1966 yılındaki partinin 18. kurultayında genel başkanlık yarışında İsmet İnönü, Kasım Gülek'e karşı net bir zafer kazanırken, parti meclisi genel olarak Ecevitçi’lerden oluşuyor ve Ecevit Kemal Satır'ı geçerek genel sekreterliğe geliyordu. Ecevit ve ekibinin partide baskın konuma geçmesi bir çok muhafazakar CHP'liyi rahatsız ediyor Turan Feyzioğlu önderliğinde partiden ayrılan geniş bir grup Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni kuruyordu. Ecevit'in bu dönemde partinin alt kadrolarından büyük destek gördüğü ve bu nedenle İsmet Paşa'nın istemeyerek ve çekinerek de olsa solcu Ecevit'e katlanmak zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Partide merkeziyetçi, muhafazakar kanadın yavaş yavaş tasfiye edilmesi sonrası artık CHP'de sosyal demokrasinin, demokratik solun hüküm süreceği yıllar başlamıştı.


Bülent Ecevit’in temel amacı CHP’yi elit kimliğinden kurtararak halkın özellikle de emekçi ve köylü kesimin partisi haline getirmekti. Bu nedenle il ve ilçe örgütlenmeleriyle bizzat ilgilenen Ecevit, İsmet İnönü’nün yaşlı olmasının da etkisiyle partide ipleri kısa sürede eline alır. Böylece CHP muhafazakarların bir bir partiyi terk etmesiyle gerçekten sosyal demokrat bir parti görünümüne bürünüyor ve bu yönde politikalar izleyeceğini belli ediyordu. Öğrenci eylemlerinin arttığı 1968 yılında Ecevit'in "öğrenciler demokratik haklarını kullanıyorlar" benzeri açıklamaları CHP'nin Adalet Partisi tarafından komünistlikle suçlanmasına bile neden olmuştu. CHP üç sene gibi kısa bir süre içerisinde ortanın solundan, aşırı solla anılır olmuştu. Bülent Ecevit basın açıklamalarında kooperatifçilikten ve halk sektöründen söz ediyor, CHP artık tüm solcuların, sosyalistlerin ilgisini çekiyordu. 18 Ekim 1968'deki partinin 19. kurultayı Türkiye'de sol hareketin gelişmesi açısından çok önemli olmuştur. Bu kongrede değişime ayak direyen muhafazakarlar son defa Ecevit'e karşı kozlarını oynamışlardır. Ancak bu grubun parti meclisi ve merkez yürütme kuruluna Ecevitçi adayları sokmamak için gösterdikleri büyük gayretlere ve hazırladıkları kara listelere rağmen Ecevit yaptığı müthiş konuşmayla partililerin desteğini alıyor ve istediği adayları seçtiriyordu. Bu dönemde Ecevit'in ABD aleyhinde sözleri genel başkan İsmet İnönü ile arasını açıyor ve CHP bir yol ayrımına daha geliyordu. Bülent Ecevit'in hazırlattığı 1969 seçimleri bildirgesinde sık sık Mustafa Kemal'in “devrimcilik” ilkesine vurgu yapılması ve "devrim" sözünün kullanılması İnönü'yü rahatsız ediyor, sonuçta CHP yalnızca yüzde 27,3 oyda kalıyordu. Görülüyordu ki halk ve emekçi kitleler CHP'nin samimiyetinden emin değildi ve sol görüş yeterince yaygınlaşmamıştı. 8 Ocak 1970'de Batı Berlin'de Ecevit'in söylediği "bana sosyalist derseniz teşekkür ederim" sözü de medyada olay oluyor ve 12 Mart muhtırasından sonra İnönü'nün askere yakın tutumu nedeniyle Ecevit 1966'dan bu yana koruduğu koltuğunu ani bir kararla 21 Mart 1971'de bırakıyordu. Ecevit, CHP'li Nihat Erim başkanlığında kurulan teknokrat hükümetine karşı sesini yükseltiyor ve Erim'i CHP'yi bölmeye çalışmakla suçluyordu. Ecevit’in 12 Mart müdahalesine tutumu da oldukça sertti. 7 Mayıs 1972'deki kurultayda Ecevit ve İnönü ilk kez birbirlerini açıkça eleştiriyor, İnönü Ecevit'i "hizipçilik" ve uyumsuzlukla suçlarken, Ecevit de artık bir örgüt ve kitle partisi haline gelen CHP'yi tek adam olarak yönetmenin imkansız olduğunu vurguluyordu. Bu konuşmasıyla büyük alkış toplayan Ecevit'in parti meclisi listesi seçimi kazanıyor ve bu duruma tepki gösteren İsmet İnönü partiden ve genel başkanlıktan istifa ediyordu. 14 Mayıs 1972'deki genel başkanlık seçimlerinde ise Bülent Ecevit, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'den sonra CHP'nin üçüncü genel başkanı seçiliyordu. Ecevit yıllar içerisinde örgütle bağını güçlendirmesinin semeresini alıyor ve İsmet Paşa gibi gerçek bir efsaneyi ardında bırakarak CHP’nin yeni lideri oluyordu.


Genel başkan seçilir seçilmez yaptığı konuşmada Ecevit CHP'nin devrimci bir parti olduğunu yineliyor, ancak ideolojisini Marksizm ya da diğer yabancı doktrinlerden değil, Türk toplumunun gerçeklerinden aldığını ifade ediyordu. 1973 genel seçimlerinde CHP oyunu arttırarak yüzde 33'e çıkarıyor ve büyük oy kaybı yaşayan Adalet Partisi'nin (% 29,8) önünde seçimden birinci parti olarak çıkıyordu. Koalisyon ortağı bulamadığı için başlarda hükümeti kuramayan CHP, 1974 yılında Deniz Baykal'ın çabalarıyla MSP ile uzlaşarak nihayet iktidara gelebiliyordu. Her iki tarafın tabanından gelen tepkilere rağmen CHP-MSP koalisyonu kuruluyor ve Bülent Ecevit ilk kez başbakanlık koltuğuna oturuyordu. Görevde kaldığı sürede yaptıklarıyla alkış alan Ecevit, MSP’nin çekincelerine rağmen af yasasını meclisten geçiriyor ve binlerce tutuklu ailesinin gönlünde taht kuruyordu. Kuşkusuz bu dönemin en önemli olayı ise Kıbrıs Barış Harekatı’ydı. Kıbrıslı Rum grupların başlattığı saldırılar dayanılmaz bir hal alınca Türkiye garantörlük hakkını kullanarak adaya müdahale ediyor ve Ecevit "Kıbrıs fatihi" oluyordu. Ancak bu operasyon nedeniyle Türkiye’ye uygulanan ağır ambargolar sonucu ülkeyi büyük bir ekonomik sıkıntıya giriyordu. Halkın Kıbrıs başarısı sonrası kendisine ve partisine karşı büyüyen ilgisine de güvenerek uzlaşma konusunda daha isteksiz davranmaya başlayan Ecevit, sonunda istifasını 18 Eylül 1974'te Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e veriyor ve erken seçime gitmek istiyordu. Ancak diğer partiler aralarında anlaşıyor ve erken seçime gidilmiyor, birinci MC hükümeti kuruluyordu.


1977 seçimleri öncesi büyük bir Anadolu turuna çıkan Ecevit, Başbakan Süleyman Demirel'in suikast uyarılarına rağmen seçim öncesi finali de Taksim meydanı'ndaki coşkulu mitingde yapıyordu. "Halk düzeni değiştirmeye karar verdi, dursam beni aşar" diyen Ecevit'in CHP'si, 1977 genel seçimlerinde tarihinin en yüksek oyunu alıyordu (% 41,4). Aldığı büyük oya rağmen tek başına hükümeti kuramayan CHP'nin azınlık hükümeti teklifi sağ çoğunluk nedeniyle kabul edilmiyor ve ikinci MC hükümeti kuruluyordu. 11 Aralık 1977'deki yerel seçimlerde de 67 il merkezinden 42'sini kazanan CHP gözünü iktidara dikiyor ve AP'li sola sempati duyan milletvekillerini Güneş Motel'de ağırlayarak bakanlık sözü veriyor, CHP'ye geçmeleri için gayret gösteriyordu. Güneş Motel operasyonu başarı kazanan CHP, gensoru vererek hükümeti düşürüyor ve 5 Ocak 1978'de 17 Ocak'ta meclisten güvenoyu alarak iktidara geliyordu. Cumhuriyetçi Güven Partisi ve bağımsızların da desteğiyle kurulan bu hükümetle dağa taşa yazılan "Umudumuz Ecevit" yazısı 1978 yılında 12 Eylül öncesi son bir kez başarı kazanma şansı yakalıyordu. Ecevit bu defa ideallerini gerçekleştirmekte kararlıydı ancak ülkenin durumu son derece karışıktı. 17 Ocak 1979 günü güvenoyu alan Ecevit hükümeti maalesef yalnızca bir kaç ay iktidarda kalabilecekti. Ülkenin başına, ekonomik sıkıntıların ve anarşinin doruğa ulaştığı 1979 yılında geçen sosyal demokratlar; ne düşündükleri programı uygulamaya koyacak fırsatı bulabiliyor, ne de muhalefetin acımasız suçlamalarına cevap verebiliyordu. 14 Ekim 1979'da kısmi Cumhuriyet Senatosu seçimleri ile birlikte, boşalan beş milletvekilliği için yapılan ara seçimlerde üstünlüğü uzak ara Adalet Partisi'ne kaptıran CHP'nin lideri Ecevit, sonuçların iyi olmadığını fark ederek 16 Ekim 1979'da istifa ediyordu. Bu şimdiye kadar Türk siyasal hayatında alışık olmadığımız türden centilmence bir davranıştı ve kısa bir süre iktidarda kalan Ecevit hiç bir projesini uygulamaya sokamamasına ve iktidar koltuğunun sıcaklığına rağmen, başarısız kısmi seçim neticeleri sonrası istifa etmeyi yeğliyordu. Zaten 12 Eylül de artık yoldaydı.


12 Mart’tan sonra 12 Eylül’e de sesini en şiddetli yükselten lider olan Ecevit, bir süre Çanakkale’de tutuklu kalıyor ve bu zor günleri karısı Rahşan Ecevit’in de destekleriyle atlatıyordu. Ancak kendisine konulan siyaset yasağı nedeniyle Ecevitlerin yeni partisi Demokratik Sol Parti’yi kurma ve ilk genel başkanlığını üstlenme görevi Rahşan Ecevit’e düşüyordu. 1987'de başbakan Turgut Özal’ın referandum neticesinde siyasal yasakları kaldırması (aslında Özal'ın niyeti yasaklılık durumunu kalıcı hale getirmekti) sonucu politikaya dönen ve DSP genel başkanı seçilen Ecevit, 12 Eylül öncesi yaşananlar nedeniyle birçok eski arkadaşına kırgındı. Bu nedenle tüm çağrılara rağmen SHP daha sonra da CHP ile birleşmeye yanaşmıyordu. DSP ise sessiz ve yavaş adımlarla gün geçtikçe oyunu arttırıyordu. 1987 seçimlerindeki başarısızlık sonrası 2 yıl siyasete ara veren Ecevit, 1991 genel seçimlerinde Demokratik Sol Parti’nin barajı aşarak kendisiyle beraber 7 milletvekili çıkarması üzerine umutlanıyordu. 1994 genel seçimlerindeyse Ecevit DSP'yi solun birinci partisi olarak sandıktan çıkarıyordu. DSP yüzde 14'e varan oy oranıyla 75 milletvekili çıkarmıştı.1994 seçimlerinin ardından kurulan Anayol ve Refahyol hükümetlerinden sonra ANAP ve DSP ortaklığında Anasol-D Hükümeti kurulunca Ecevit, Yılmaz başkanlığındaki hükümetin başbakan yardımcısı oldu. Bu hükümetin Meclis'te düşürülmesinden sonra başlayan hükümet arayışları, DYP ve ANAP destekli Ecevit azınlık hükümeti ile noktalandı. Ecevit 19 yıl aradan sonra yeniden başbakan olmuştu ve buradan gitmeye niyeti olmadığı belliydi. 28 Şubat süreci sonrası halkın laiklik konusundaki hassasiyeti nedeniyle kendilerinin büyük bir oy patlaması yapacağını düşünen CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın çabalarıyla Türkiye 1999’da yeniden sandığa gidiyor ve seçime gidilmeden hemen önce Abdullah Öcalan’ı tutuklu olarak Türkiye’ye getirme başarısını sağlayan DSP, % 22,2 oy alarak birinci parti oluyor ve 136 milletvekili çıkarıyordu. Baykal CHP'si ise aldığı % 8,72 oyla Cumhuriyet tarihinde ilk kez meclis dışında kalıyordu. MHP bu seçimde aldığı %17.98 oyla yeni genel başkanı Devlet Bahçeli ile büyük bir çıkış gerçekleştiriyor, Fazilet Partisi %15.39, ANAP %13.22 ve DYP %12.03 oyda kalıyordu. Yapılan pazarlıklar sonucu Rahşan Ecevit'in "içime sindiremiyorum" açıklamalarına rağmen DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruluyor ve Bülent Ecevit yeniden başbakan oluyordu.


Ecevit’in siyaset sahnesine bu son çıkışı maalesef ne kendisi, ne partisi, ne de Türkiye için pek de hayırlı olmuyordu. 1999 krizi sonrası gelen 2001 ekonomik krizi, Ecevit’in sağlığının giderek kötüye gidişi ve medyada kendisi aleyhine çıkan terbiye sınırlarını da zaman zaman aşan haberler, Kemal Derviş’in merkez solu üçe bölmeyi başaran oyunları ve 2002 seçimlerinde sandıktan çıkan AKP’nin tek parti hükümeti… Ecevit’in siyasete vedası hiç de beklediği gibi olmamıştı… 2006 yılında kaybettiğimiz Bülent Ecevit’in şimdi de kişiliği ve fikriyatı üzerinde biraz daha söz etmeliyiz.


Öncelikle Ecevit, Türk siyasal hayatında ön plana çıkmış tüm diğer önemli aktörlerin aksine son derece büyük bir entellektüel birikimi olan ve sanatla yakından ilgilenen bir kişidir. Klasik politikacı profiline getirdiği bu yenilikler ve Demirel’in halk ağzı demagojilerine karşı kullandığı zarif retorikle Ecevit, bugün bile hala etkili olan mahalle kabadayılığı siyasetine karşı olmuş ve buna güzel bir alternatif üretmiştir. Adnan Menderes gibi özel yaşamı hızlı (!) politikacılardan sonra topluma örnek olmuş evliliği de Ecevit’in önemli bir artısıdır. Her şeyden önemlisi Ecevit daima cesur bir politikacı olmuştur. CHP’nin kuruluşuyla ilgili yapısal problemleri nedeniyle 1970’lerde hedeflediği dönüşüm projesini gerçekleştiremese de, 12 Eylül sonrası farklı bir düzleme oturan siyasete kendisi de katılmış olsa da, Ecevit bildiği gerçekleri dile getirmekten hiç korkmamış ve özellikle gençlik dönemlerinde gerçek bir idealist olmuştur. Kendisine yapılan bir suikast girişimi sonrası saldırıyı yapan kişiyi kalabalık içerisinde güvenlik görevlilerine gösterecek, 1970’lerde yaptığı yurt gezilerinde kendisine saldıran ülkücü gruplara karşı geri adım atmayacak, Süleyman Demirel’in suikast uyarılarına rağmen Taksim Meydanı’nda halkla kucaklaşmaktan asla kaçmayacak kadar cesur ve idealist bir politikacı… Askeri yönetimlere ve müdahalelere de -haklı gerekçeleri olan 27 Mayıs ve 28 Şubat hariç- en sert çıkan kişi daima Ecevit olmuş ve bu yönüyle demokrat sıfatını hak etmiştir. Türkiye’de kadınların ikinci sınıf konumunda bulunmalarını, Güneydoğu ya da Kürt sorununu (Kürt milliyetçilerinin ayrılıkçı tezlerine mesafeli olarak), emekçi ve köylü kesimlerin serbest piyasa ortamında haklarının yenmesini ve kontrgerilla hadisesini ülkede en gerçekçi şekilde dile getiren politikacı da 1970’lerin Karaoğlan’ı olmuştur. Ecevit Türkiye’yi hedeflediği “ak günlere” götürememiştir belki ama bu uğurda hayatını harcamış ve arkasında yolsuzluk, kirlilik olmayan temiz bir geçmiş bırakmıştır…


Ecevit siyasal hayatı boyunca müthiş bir örgütçü olmuş ve İsmet İnönü gibi bir efsaneyi de bu sayede geçerek CHP genel başkanı olabilmiştir. Kişisel karizmasının yanı sıra hümanist kişiliği onu tanıyanların gözünde gerçek bir efsane haline getirmiştir. Ancak Ecevit parti içi demokrasi konusunda bir açılım yapmamış ve parti işleri konusunda son derece otoriter bir tavrı olmuştur. Bunun örneklerini gerek CHP’de, gerekse DSP’de görmek mümkündür. Burada denebilir ki diğer merkez siyasetçilerde de görüldüğü üzere Ecevit’te de güçlü bir iktidar hırsı olmuş ve zaman zaman amaçlarına ulaşmak için tavizler vermeyi ya da sert bir tavır takınmayı uygun görmüştür. Fethullah Gülen’e 1999 seçimleri döneminde verdiği desteği ya da DSP’de genel başkanlığa adaylığını koyan Sema Pişkinsüt’e tavrını da bu şekilde yorumlamak doğru olacaktır. Ecevit hakkında hiçbir yolsuzluk iddiası olmadığı gibi mütevaziliğiyle de daima halk nezdinde alkış alan bir politikacı olmuştur. Sade giyimi ve yaşamıyla ideolojisine uygun bir şekilde hareket etmeye çalışmış ve Türk siyasetine zarafet getirmiştir.


Ecevit’in siyasal düşüncesinin temel kaynakları görüldüğü üzere Avrupa sosyalizmi ve Kemalizm’dir. Ecevit Nurcu harekete son dönemde verdiği desteğe ve 12 Eylül sonrası diğer tüm siyasetçiler gibi serbest piyasa düzenini kabul etmesine karşın gençliğinden bu yana Kemalist refleksleri kuvvetli olan bir kişidir. Ancak Kemalizm mutlak ve kalıplaşmış bir ideoloji olmadığı için Ecevit sosyoekonomik alandaki bu boşlukları sosyalizm ve sosyal demokrasi ideolojisiyle doldurmaya çalışmış ve özellikle 1970’lerde ekonomide sol, dış politikada ulusalcı bir çizgi benimsemiştir. Dış politikada Kıbrıs sorunu ve AET (AB) konusundaki anti-emperyalist tutumu, Anti-Amerikancı açıklamaları ve ülke içerisinde emekçiye sağladığı destek onun ulusalcı anlayışını netleştirmektedir. Ecevit Türk toplumuna da hiçbir zaman yabancılaşmamak gerektiğine inandığı için sosyalist ilkeleri Türk toplumuna dayandırmaya büyük gayret göstermiştir. 1970’lerde CHP’nin seçmen kitlesini şehirli aydın, orta sınıf, düşük maaşlı işçi, köylü, işsiz ve öğrenci olarak gören Ecevit, “toprak işleyenin su kullananın” tarzı sözlerinin söylem düzeyinde kalmaması için gayret göstermiş ancak CHP’nin kuruluşu itibariyle toprak ağaları, aşiret liderleri ve iş adamlarının da üye olduğu bir parti olması sebebiyle bazı riskleri göze alamayarak ve de dönemsel koşulların olumsuz etkileriyle hedeflerini gerçeğe dönüştürememiştir. Ecevit’in büyük önem verdiği iki projesi olan kamu sektörü ve köykent de gerçekleşme şansı bulamamıştır. Ecevit’in “inançlara saygılı laiklik” anlayışı ve Kemalist tutumu; Merve Kavakçı hadisesinde kendisini göstermiş ve Ecevit bu olayı ustaca savuşturmuştur.


Diyebiliriz ki Ecevit’in Türk siyasetine en büyük mirasları dürüstlük, emek yanlısı politikanın merkez siyasete çekilerek haklarının daha iyi savunulması ve idealizm temelli bir mücadele azmidir. 12 Eylül sonrası geçen başarısız yıllara rağmen siyasete devam etmesi Ecevit’in mücadele azminin somut bir göstergesidir. Ecevit'in vefat etmeden kısa bir süre önce Danıştay baskını sonrası düzenlenen cenaze törenine katılarak fenalaşması da onun mücadele azminin son bir örneği olmuştur. 1970’lerde ülkenin içerisine girdiği kötü durum nedeniyle Demirel kadar suçlanması gereken bir diğer isim Ecevit olsa da, unutulmamalıdır ki kişiler tarihin ve yapısal koşulların bir sonucudur ve tarihin yasalarına göre şekillenirler. Dahası Türk politikası Nato sürecinden bu yana iç dinamiklerden çok dış dinamiklere göre belirlenen bir hal almıştır ve yaşananların belki de en az suçlusu olan kişi şairane bir idealizmle daima ezilenin yanında tavır alan Karaoğlan’dır…




KAYNAKLAR

- Belli, Şemsi, “Çocukluğundan Liderliğine Kadar Bülent Ecevit”, (1975), İstanbul: Dilek Yayınları

- Tachau, Frank, “Bülent Ecevit: From İdealist to Pragmatist”, Metin Heper ve Sabri Sayarı’nın “Political leaders and democracy in Turkey” kitabından, (2002), Lanham, Md. : Lexington Books

- Dağıstanlı, Fatin, “Sosyal Demokratlar”, (2004), İstanbul: Bilgi Yayınevi

- Kim Kimdir.gen.tr, http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=354

- Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%BClent_Ecevit

- Biyografi.net, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=56

- Belge.net, http://www.belgenet.com/


Ozan Örmeci

Bu makale Ozan Örmeci'nin "İttihat ve Terakki'den AKP'ye Türk Siyasal Tarihi" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için İdefix, Kitap Yurdu ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

8 Aralık 2009 Salı

İnce Memed


Yaşar Kemal’in ilk romanı olan İnce Memed aynı zamanda kendisinin en ünlü romanıdır. Peter Ustinov’un çabalarıyla 1980’li yıllarda “Memed My Hawk” ismiyle sinema filmi de yapılan İnce Memed bir Çukurova destanı, bir Anadolu efsanesidir. Yaşar Kemal, romanında, Çukurova'da yaşanan ağalar ve eşkıyalar kavgasında İnce Memed adındaki eşkıyayı destan kahramanı olarak göstermiş, olayları bu çerçevede ele almıştı. İnce Memed’in kısa sürede bir efsane haline gelmesi Çukurova’da geçen zorlu yıllarında yaptığı gözlemler, tanıştığı insanlardan esinlenerek İnce Memed’i yarattığını zaten kendisi defalarca ifade etmişti. Ancak ona göre İnce Memed isminde gerçek bir karakter yoktu ve İnce Memed, Yaşar Kemal’in çeşitli şekillerde tanıştığı bir çok Çukurova yiğidinin özelliklerinden oluşan, hayali bir karakterdi. İnce Memed Türkiye’de sol hareketlerin yükseldiği 1960’lı, 1970’li yıllarda özellikle Anadolu’da gelişen feodalite ve ağalık karşıtı hareketlerin sembolü oldu. Bu dönemde aynı romanda olduğu şekilde devlet otoritesine ve ağalığa karşı çıkarak dağa çıkan bir çok gerçek İnce Memed yaşadı. Yaşar Kemal, kitabın büyük popülaritesi ve istekler üzerine serüvenin devamı olarak 3 cilt daha kaleme aldı. Ancak İnce Memed destanını yaratan esas kitap olarak 1955 yılında yayınlanan ilk kitabı göstermek sanırım yanlış olmaz.



İnce Memed, genç ve küçük yaşta babasını kaybetmiş bir Çukurova delikanlısının büyüyüp serpilerek, Çukurova köylerinin birçok haksızlığa uğrayan halkını ağalık zulmüne karşı isyana teşvik eden bir kahramana dönüşmesinin türkü tadında öyküsüdür. Yaşar Kemal’in müthiş betimlemeleri ve heyecanlı olay örgüsüyle okuyucuyu sürükleyici bir maceraya ortak eden İnce Memed romanının aldığı ödüller boşuna değildir. İnce Memed Anadolu’nun bağrından kopup gelen bir destandır ve bu nedenle ülkemizde çok sevilmiş, kült bir eser haline gelmiştir. Romanın yurtdışında sevilmesini de, Yaşar Kemal’in Anadolu coğrafyasını anlatmaktaki ustalığına ve hikâyenin evrensel niteliği bulunan hümanist, eşitlikçi bakış açısına bağlayabiliriz. Romanın başlarında İnce Memed Abdi Ağa’nın dayaklarına maruz kalan ve dul anasıyla beraber Dikenlidüzü köyünde ırgatlık yaparak kıt kanaat geçinen zayıf, çelimsiz, pısırık bir delikanlıdır. Abdi Ağa, ağası olduğu köylerde tüm toprakların sahibidir ve köylünün ürettiği ürünün üçte ikisine el koymaktadır. Toplam üretimin üçte biriyle yetinmek zorunda kalan özellikle kuraklık zamanlarında karınlarını doyuracak kadar yiyecek bulmaya bile zorlanmakta ancak Abdi Ağa’ya seslerini çıkaramamaktadırlar. Babası da Abdi Ağa’nın zulmü nedeniyle vefat etmiş İnce Memed içten içe Abdi Ağa’ya büyük bir kin beslemesine karşın, aynı diğer köylüler gibi ona karşı çıkma cesaretini kendinde bulamamaktadır. Ancak romanın başlarında anlatılan ve İnce Memed’in yakında bulunan başka bir köye sığınmasına yol açan dayak sonrası Memed, yaşının da ilerlemesiyle birlikte farklı bir kimliğe kavuşur.



İnce Memed’in küçük yaştan beri tanıdığı ve yürekten sevdiği Hatice’si vardır bir de romanda önemli bir yeri bulunan. Hatice ile evlenme hayalleri kuran Memed, Hatice’nin Abdi Ağa’nın bir akrabasıyla zorla evlendirilmeye çalışılması üzerine Hatice’yi alarak köyden kaçmaya çalışır. Ancak iz sürmesiyle ünlenmiş Topal Ali’nin gayretleriyle Abdi Ağa ve adamları İnce Memed’i şehre yakın bir yerde bir dere başında sıkıştırır. Babasından yadigar eski tabancasıyla çatışmaya başlayan Memed, Abdi Ağa’yı yaralar ancak adamları onu zor duruma düşürür. Bu sırada Memed son bir gayretle Abdi Ağa’nın adamlarından birini öldürür. Memed’in pısırık haline alışmış ve bu cesareti beklemeyen Abdi Ağa ve adamları hemen kaçarlar. Ancak aşıkları artık zor bir süreç beklemektedir. Memed Hatice’yi daha fazla belaya sokmamak için evine yollar ve dağa çıkar. Ancak Hatice, Abdi Ağa’nın yalancı tanıkları sayesinde Memed’in suçundan hapse düşer ve Memed de eşkıya olarak dağa çıkmak zorunda kalır. Hatice’nin hapse girmesi, Hatice’sinin hasretiyle bağrı yanan ve Abdi Ağa kiniyle yanıp kavrulan İnce Memed’in Deli Durdu çetesine katılmasına ve dağlarda yol kesmeye başlamasına yol açar. Memed kısa sürede müthiş bir nişancı ve ufak tefek görüntüsüne karşı ismi köylerde gezinen ünlü ve korkulan bir eşkıya olur. Abdi Ağa, Hatice’yi hapse attırdığı yetmediği gibi Memed’i yakalatmak ve öldürtmek için de onun peşine askerleri ve diğer çeteleri takar. Memed ise Deli Durdu çetesiyle beraber eşkıyalığı öğrenmekte, serpilmekte, karakter olarak güçlenmekte ve düşüncelerini somutlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak Deli Durdu’nun hareketleri kısa sürede Memed’in tepkisini çeker. Durdu, eşkıyalığını ağalara, zalimlere değil fakir yolculuk yapan köylülere karşı kullanmakta ve onları çırılçıplak soyarak ve tüm paralarına el koyarak geçinmektedir. Deli Durdu’nun acımasız hareketleri Memed’in bir süre sonra ondan soğumasına yol açar. Memed’in eşitlikçi ve köylüyü koruyan, kollayan görüşleri Durdu ve diğer adamlarını rahatsız eder ve Memed yakın bir arkadaşıyla beraber çeteden ayrılır.



O saatten sonra dağlarda Memed ve arkadaşı yalnızdır. Bir gün hasretine dayanamayarak kadın kılığına girerek Hatice’sini ziyarete gider hapishaneye. Hatice’nin nakledildiği sırada taarruz ederek Hatice’yi kaçırır. Anadolu köylülerinin desteğiyle Memed ve Hatice dağlarda yaşamaya başlamışlardır artık. Memed’e hayran ve onu kurtarıcıları olarak gören köylülerin desteğiyle Memed ve Hatice uzun bir süre yakalanmadan kaçak olarak hayatların devam ederler. Bu arada Abdi Ağa, kendisinin de büyüğü olan ve arkasında büyük devlet desteği bulunan bir çok köyün ve ağaların ağası Ali Safa Bey’i İnce Memed’in görüşleri konusunda uyarır ve ondan destek ister. Ali Safa Bey’in gayretleriyle zaten Hatice’yi devletin elinden aldığı için ona çok tepkili olan askerler Memed’i bulmak için büyük bir seferberlik başlatır. O sıradaysa Hatice Memed’le beraber yaşadıkları mağarada doğum yapmaktadır. Memed çocuğunun doğumuna sevinirken, çatışma sırasında ölen Hatice’si nedeniyle yıkılır. Bebeği bir yakınına emanet eden Memed, artık tek tabanca dağlarda dolaşmakta Abdi Ağa ve Ali Safa Bey’e karşı köylüleri bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Hikaye sonunda Memed Abdi Ağa’yı sıkıştırır ve öldürür, artık onun köylerinde ağalık olmayacaktır. Ancak Abdi Ağa’nın köyleri sınırlıdır ve daha kurtarılacak çok köy ve köylü bulunmaktadır. Bu nedenle Memed atına atlayarak serüvenine devam eder.



İnce Memed Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı Türkiye Cumhuriyeti modernleşme projesinin eksik kalmış en önemli ayaklarından biri olan toprak reformunun yapılamamasının Anadolu’da yol açtığı hazin tabloyu gözler önüne seren önemli ve siyasi bir romandır. Bildiğimiz üzere bugün hala milletvekili sıfatıyla parlamentoda bulunan bir çok kimse bunu yeteneklerine değil, toprak sahibi, aşiret ağası olmalarına borçludurlar. Yine feodalite nedeniyle kadınlar üzerinde baskı, kan davası, cehalet gibi bir çok sorun ülkemizde yaygın durumdadır. İnce Memed’te işlenen ağalık ve feodalite karşıtlığı, bununla beraber haksızlığa karşı meşru müdafaa hakkı gibi konular özellikle 1970’lerde sosyalist harekete ilham kaynağı olmuş ve derin izler bırakmıştır. Bu nedenle İnce Memed’in Türk edebiyat tarihindeki en önemli romanlardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Romanın en vurucu cümlelerinden biri ise şöyledir; “Bir ağa ölür ve bir ağa gelir bir Memed ölür ve bin Memed gelir”…



Ozan Örmeci

4 Aralık 2009 Cuma

İdam Cezası


-->
İngilizcede “death-penalty” ya da "capital punishment" olarak adlandırılan idam cezası günümüzde kriminoloji hukuk teorilerinde hala tartışılan önemli bir konudur. Jefrrey H. Reiman “Justice, Civilization, and the Death Penalty: Answering Van Den Haag” isimli makalesinde, “The Death Penalty: A Debate” isimli kitapta John P. Conrad ve Van Den Haag’ın idam cezası hakkındaki karşıt fikirlerinin ışığında idam cezası hakkındaki çeşitli fikirleri tartışmaya açmaktadır.


John P. Conrad’ın başını çektiği idam cezası karşıtlarının temel argümanlarından biri idam cezasının yanlış olarak nitelendirilen bir hareketin devlet tarafından aynen gerçekleştiriliyor olmasıdır. Ancak idam cezası yanlılarının buna cevabı öldürme eyleminin her koşulda eşit olarak değerlendirilemeyeceğidir. Nasıl ki bir savaşta düşman ordunun askerini öldürmek ya da meşru müdafaa (nefsi müdafaa) hakkına dayalı olarak adam öldürmek bir suç kabul edilmiyorsa, idam cezası da adam öldürme kapsamına girmemelidir. Zira bu temel kuralın dayanağı masum bir insanının haksız şekilde öldürülmesidir. Oysa idam cezası alan mahkumlar Den Haag’a göre masumiyetlerini kaybetmiş ve suçlulukları ispatlanmış kişiler oldukları için, onların öldürülmeleri masum insan öldürmekle aynı kefeye konulamaz. Ayrıca Den Haag bu masumiyet ayrımının yapılmaması durumunda tüm cezalandırma yöntemlerinin anlamsız olacağını zira cezalandırmanın yanlışa yanlışla karşılık vermek olduğunu ifade etmektedir.


İdam karşıtlarının diğer bir önemli argümanı idam cezasının çeşitli nedenlerle masum bir kişiye verilmesinin yol açacağı trajik sonuçtur. Conrad idam cezasının varlığını dünyanın en büyük haksızlığının gerçekleşmesine davet çıkarmak olarak gördüğünü belirtir. Zira tüm gelişmiş imkanlara rağmen hukuk sistemlerinde suçluluk yargıç ve jürinin kararına göre dahası avukatların performanslarıyla belirlenmektedir. Ayrıca yasal düzenlemelerin ve bu düzende yer alan kimselerin mutlak bir dürüstlük göstermeleri ve daima doğru kararlar almaları beklenemez. İşte bu nedenle John P. Conrad idam cezasının kaldırılmasını istemektedir. Van Den Haag’a göre ise idam cezasının yürürlükte olmasının, daha sonra binlerce masum insanın öldürülmesini önleyecek caydırıcı (deterrence) bir özelliği vardır. Den Haag bu noktada potansiyel bir kaç idam mahkumu ve idam cezasının varlığı nedeniyle hayatı kurtulabilecek binlerce insan arasında bir değerlendirme yaparak, idam cezasının gerekliliğini savunmaktadır.


Conrad’a göre gelişmiş rehabilitasyon ve cezalandırma sisteminin olduğu günümüzde idam cezasını hala savunmak, suçluların asla değişemez olduklarına inanmak ve onları mutlak bir kötülükle özdeşleştirmektir.Ancak Den Haag buna karşı çıkarak idam cezasının yalnızca cezalandırıcı (retributive) prensibine dayalı ve eşitlik esasından güç alan bir cezalandırma yöntemi olduğunu savunmaktadır. Ona göre idam cezası eşitlik temelinden verilmekte ve suçlunun değişemeyeceği ya da mutlak kötü olduğu gibi bir düşünceye yer verilmemektedir. Den Haag’a göre idam cezasının kaldırılması konusunda iki esas geçerli kılınmalı ve temellendirilmelidir. Birincisi hiç bir suçun büyüklüğü ne olursa olsun idamla cezalandırılamayacağı, ikincisi de idam cezasının suçu caydırıcılıkta ömür boyu hapisten daha etkili olmasına karşın idam mahkumunun hayatına binlerce yeni kurbandan daha fazla değer verilmesidir.


Genelde idam cezasını rasyonalize etmeye çalışan “retribution theory” gibi anlayışların “lex talionis” prensibine dayalı olduğu görülmektedir. Hammurabi kanunlarıyla özdeşleşen lex talionis, göze göz dişe diş anlayışının hukuktaki yansımasıdır. Buna göre yol açılan zarar suçlu kişiye aynı şekilde ödettirilmelidir. Lex talionis’in altın kuralı başkalarına size yaklaştıkları şekilde, eşitlik esasına dayalı olarak davranmaktır. Lex talionis prensibinin felsefi olarak iki temelden beslendiğini iddia etmek mümkündür. İlk felsefi kaynak Hegel’den çıkarılabilecek eşitlikçi yaklaşımdır. Hegel’e göre suç insanlar arasındaki eşitliği bozan bir rahatsızlıktır ve bu nedenle lex talionis suçun zararını iptal ederek yeniden eşitliği sağlamaktadır. Ceza her ne kadar size verilen zararı ikame edemese de, suçu işleyen kişiye aynı zararı vererek eşitliği korumaktadır. Lex talionis’in ikinci felsefi kaynağı ise “İmmanuel Kant” rasyonalizmidir. Buna göre akılcı olan birey başkalarına davrandığı şekilde kendisine davranılabileceğini bilmektedir. Zira bir insanın kendisine davranıldığı şekilde davranması akılcı bir tavırdır. Bu iki temel felsefi noktadan hareketle retribution teorisi insanın davranışlarının sorumluluğunu alabilecek olma rasyonel yetisine sahipliği ve eşitliğin korunmasına yönelik düzenlemelerin yapılması noktalarından idam cezasını savunmaktadır. Bu akımın modern temsilcileri ise idam cezasının kaldırılması durumunda en azından göreceli, karşılaştırmalı cezalandırma esasının geçerli olmasını ve suçun büyüklüğüne göre cezalar verilmesini savunurlar.


Önemli bir tartışmada idam cezasının caydırıcılığı üzerinde yapılmaktadır. İdam cezası karşıtları; -doğal hak ve insan hakları argümanlarının yanısıra- suçluların sosyoekonomik koşullarının, yapısal-çevresel faktörlerin etkilerine dikkat çekerken, ağır ceza sisteminin zaten yeterince caydırıcı olmasına rağmen suçluları caydırmakta yetersiz kalmasının idam cezasının abartılan caydırıcı işlevselliği hakkında iyi bir kanıt olduğunu ileri sürmektedirler. Ayrıca cezanın daha ağır olmasının caydırıcılıkta daha etkili olacağı ispatlanamayacak bir tezdir. Caydırıcılık suçun işlenmesi anında önemli bir motif oluşturmaktan uzaktır. Gelişmiş rehabilitasyon sistemleri de suçluların topluma geri kazandırılarak daha üretken ve zengin bir hayatın sağlanmasına yol açabilir. Emile Durkheim’a göre de cezalandırma sisteminin yoğunluğu ve ağırlığı bir ülkenin demokratik olarak gelişmesiyle ters orantılıdır. Yani cezaların ve sosyal denetimin ağır olması o ülkedeki “absolutizm”in derecesiyle yakından alakalı ve doğru orantılıdır. Durkheim’ın pozitivizm anlayışına paralel olarak istatistiklere dayalı yaptığı saptamaya göre, primitif toplum düzenlerinde işkence ve cezalandırma oldukça ağır ve yaygınken, toplumlar geliştikçe ve ilerledikçe cezalandırma hafiflemiş ve başka formlar almıştır. Michel Foucault ise modern toplumun eski barbarca metodlarını terketmesine karşın özünde aynı vahşi cezalandırma güdüsünün yattığına inanmaktadır. Ona göre arenada kaplanlara yem edilen, ya da kamusal alanlarda asılan, yakılan suçlularla medyada afişe edilen ve sosyal olarak dışlanan söylemin öteki olarak belirlediği kimseler arasında bir fark yoktur.


Ülkemizde de Avrupa Birliği tam üyelik ve entegrasyon süreciyle beraber idam cezası tartışılır olmuştur. Her ne kadar 12 Eylül sonrası 1984’ten bu yana hiç gerçekleştirilmemiş olsa da, özellikle PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla halk nezdinde büyük destek gören ve uygulanması istenen idam yasasının kaldırılması yaklaşık yedi yıl kadar önce karara bağlanmıştır. 15 Nisan 2002'de TBMM Başkanlığı'na sunulan idam cezasının kaldırılması yönündeki tasarı, 18 Nisan'da TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülerek, kabul edilmiştir. Tasarıyla, Anayasa’nın 38’inci maddesinde getirilen "savaş, yakın savaş ve terör suçları dışında idam cezası verilemez" hükmüne uygun olarak ilgili kanunlarda değişiklik yapılmış ve Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun'da yer alan idam cezalarının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu yasa 2 Ağustos 2002’de yürürlüğe girmiş ve idam cezası Türkiye’de savaş suçları haricinde resmen kaldırılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde yapılan bir değişiklikle ise idam cezası mevzuattan tamamıyla çıkarılmıştır.

Ozan Örmeci