27 Ağustos 2008 Çarşamba

Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye


Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’ın Güney Osetya bölgesine yönelik sivilleri hedef alan saldırılarını bahane ederek Gürcistan’a savaş açması ve Rus askerinin başkent Tiflis yakınlarına kadar gelerek Batı’ya ve Gürcistan’ın Batı yanlısı lideri Mikhail Saakasvhili’ye meydan okuması hatta dünyayı dar etmesi neticesinde birçok yerli ve yabancı siyasal analizciye göre dünyamız yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğine gelmiştir. Şimdi bu sürecin sonrasında gelişebilecek olan yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye’ye olası etkileri üzerine düşünelim.

Değerlendirmemize mikro düzeyde başlarsak; Türkiye’nin Gürcistan’la özellikle Batı-ABD yanlısı maceraperest Saakasvhili’nin iktidara gelmesi sonrası iyi ekonomik ve siyasal ilişkilerinin bulunduğu bilinen bir gerçek. Özellikle AKP iktidarının ulusal düzeydeki İslamcı söylemine karşın uluslararası düzlemde Batı yanlısı güdümlü bir dış politika götürmesi de bu süreci güçlendirmiştir. İsmail Cem döneminde temelleri atılan ve Tayyip Erdoğan iktidarında sonuçlandırılan Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı projesi ve AKP döneminde başlatılıp bitirilen Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı Türkiye’nin mikro düzeyde bir değerlendirme yaptığında ilk akla gelen konular. Bölgede Rusya’nın eski gücüne kavuşması ve yeni bir Soğuk Savaş koşullarının oluşmasının bu projeleri olumsuz yönde etkileyeceğini düşünmek bana kalırsa fazlasıyla zorlamacı bir yaklaşımdır. Zira, Rusya’nın bu işgalle hedefinin yalnızca Gürcistan’ın Turuncu Devrim’i olan Gül Devrimi’nin kahramanı ve çağdaş bir “Efruz Bey” figürü olan Saakasvhili’yi devirmek ve Rusya’ya daha yakın bir hükümet kurmaktan ibaret olduğu bilinen bir gerçek. Dahası petrol ihracının çok önemli bir kısmını Avrupa’ya yapan ve Azerbaycan’la ilişkilerinde de bir zıtlaşma içine girmemiş olan Rusya’nın bu projeleri reddedeceğine inanmak için geçerli bir sebebimiz yok.

Olaya daha büyük bir perspektiften Türkiye’nin makro düzeyde dış politikası ve bunun iç siyasete yönelik etkileri açısından yaklaşırsak; ABD’nin şekillendirdiği tek kutuplu küreselleşmeci dünya düzeninin Türkiye’ye ve aslında tüm dünyaya istikrar ve barış getirdiğini iddia etmek son derece zor. Avrupa Birliği ülkeleri ile güçlü ticari bağları bulunan Rusya Federasyonu’nun ABD ve Batı karşısında yeni bir blok oluşturmasının aslına bakılırsa orta ve uzun vadede Türkiye’nin lehine yorulabilecek bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Birinci Soğuk Savaş döneminde Batı’nın sınır karakolluğunu yapmış ve izlenen yanlış politikalar nedeniyle Batı’ya tek taraflı olarak bağlanarak bu süreçten demokrasisi, ekonomisi, ulusal sanayisinin gelişimi ve toplumsal dinamizmi fayda değil zararla çıkmış olan ve adeta güdükleştirilen Türkiye, birinci Soğuk Savaş’tan aldığı derslerle bu süreci doğru okuyabilirse belki de hayal ettiğinin ötesinde bölgesel güç olma potansiyeline sahip durumdadır. Türkiye ile günümüzde son derece gelişmiş ekonomik ilişkileri bulunan ve birinci Soğuk Savaş döneminin tersine Batı yanlısı konumumuza rağmen bize karşı toprak talebi ya da herhangi başka bir düşmanca tavır içerisinde girmemiş Rusya’nın güçlenmesi aslında Türkiye’nin alternatif pek çok şekilde gücünün artmasına yol açabilir.

Birinci olarak Türkiye Batı yanlısı tutumunu korumasına rağmen aynen 12 Mart öncesi Demirel hükümetinin ve daha sonrasında CHP-MSP koalisyonun yaptığı gibi Rusya ile de dostane ilişkiler geliştirip teknolojik ve ekonomik anlamda bu ülkeden destek, yardım sağlayabilir. 1970’lerde İskenderun’da kurulan demir-çelik tesislerinin benzerlerinin ve Rusya’dan alınan teknoloji desteğinin, Rusya ile ilişkilerimizin çok daha iyi olduğu böyle bir dönemde olmaması için hiçbir neden gözükmüyor. Türkiye yeni Soğuk Savaş koşullarında iki blok arasında dengeleyici bir unsur olarak bölgede kendi alternatif işbirliği arayışlarına yönelerek kendi bölgesel güç konumunu da istikrarlı hale getirme şansına sahip. Özellikle Türkiye’nin başını çektiği ve ülkemizin sınır komşularıyla birlikte izlenebilecek olan tarafsız bir dış politika Türkiye’nin bölgesel güç konumunu perçinlerken, her iki bloktan da birçok alanda destek ve yardım almasının kapısını aralayabilir. Üçüncü bir seçenek ise henüz sosyal, kültürel ve siyasal düzeyde tam olarak olgunlaşmamış olmasına karşın özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir süredir ilgi gördüğü anlaşılan Rusya ile birlikte bir Avrasya Birliği projesi kapsamında işbirliğine gidilmesi ve Batı’nın karşısına geçilmesi düşüncesidir. Putin’in baş danışması Aleksandr Dugin’in başını çektiği Avrasyacı entelektüeller için Türk-Rus işbirliği emperyalizmin bölgeden uzaklaştırılması ve coğrafyamıza huzur, barış ve istikrar getirilmesi için eşi benzeri görülmemiş bir fırsattır. Her üç senaryo da incelendiğinde Türkiye’nin günümüzde Avrupa Birliği kapısında uyutulduğu ve Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında sınırlarına yönelik tehditkar seslerin yükseldiği mevcut statüko ortamından çok daha iyi koşullar yarattığı görülecektir.

Yeni Soğuk Savaş koşullarının Türkiye’nin iç politikasına da etkisi büyük olacaktır. Geçmişte Soğuk Savaş koşulları; bürokratik yapıya rejime Batı yanlısı olduğu sürece istediği gibi yön verme hakkını tanımış ve bu da Türk demokrasisine büyük zarar vermiştir. Emek hareketleri ezilerek toplumsal dinamizm yok edilmiş ve aydınlık Türk insanının yerine çıkarcı, bireyci, ülke sorunlarına duyarsız muhafazakar garip bir nesil vatandaş türetilmiştir. Dahası Soğuk Savaş rahatlığındaki Türkiye kendi ulusal sanayisini güçlendirmemiş ve NATO’ya güvenmesinin bedelini 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Operasyonu ve sonrasında ağır şekilde ödemiştir. Birinci Soğuk Savaş’ın bize verdiği temel ders, Türkiye hangi safta yer alırsa ve kimden ya da kimlerden yardım alırsa alsın artık kendisini bir yere tek taraflı olarak bağlamak hatasına düşmemelidir. Ulusal silah ve güvenlik endüstrisi başta olmak üzere Soğuk Savaş koşullarında dışarıdan alınabilecek desteklerle kendi sanayimizi ve teknolojimizi geliştirmemizin önü açıktır. Dahası artık toplumsal dinamikler dış politika çizgimizle uyumlu bir şekilde götürülmeli ve bu ülke üzerine zorla Amerikancı ya da Avrasyacı gömlek giydirilmemelidir. Bilinçli hale getirilmiş, özgürleştirilmiş bir halkın seçenekleri elbette dış politikada da önemli rol oynayacaktır. Bir diğer önemli sonuç devlet yapısının bu süreçte yeniden toparlanması ve siyaseten değil ancak kurumsal olarak yeniden eski gücüne kavuşması olabilecektir. Bunun sonucu olarak Türkiye’nin terörizmle mücadelesi, dış politikada Batı tarafından önüne şantaj unsuru olarak konulan 1915 Ermeni soykırım yalanı ve birleşik Kıbrıs gibi tezlerle mücadele etmesi çok daha kolay bir hale gelecektir.

ABD’nin Kafkasya başta olmak üzere birçok coğrafyada kapitalizmin gücüyle yaptırdığı turuncu devrimler görüldüğü üzere Rusya’nın ekonomik alandaki gelişimine paralel olarak jeo-stratejik algılamalarında da bir yeniden canlanma yaratmış ve köşeye sıkışan ayının ilk pençesi Gürcistan’a yönelik olmuştur. Bundan sonra olacak gelişmeler bize yeniden iki kutuplu bir dünyanın gelmekte olduğunu gösterebilir.

Ozan Örmeci

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Tupac Amaru Shakur (2Pac) Efsanesi




Fırtınalı yaşamı, toplumsal normlara aykırı kaçan şarkı sözleri ve mesajları, gangsterliğe duyduğu büyük ilgi, adının karıştığı cinsel taciz ve kavga olayları nedeniyle rap müzikseverler ve West Side’cılar için bir ilah olmasına rağmen, yaşadığı dönemde ve bugün hala bir kesimin bir türlü benimseyemediği Tupac Amaru Shakur’un hayat hikayesine bu yazıda yakından göz atmaya çalışacağım.


16 Haziran 1971 tarihinde New York’ta Doğu Harlem’de dünyaya gelen Tupac Shakur’un gerçek ismi Lesane Parish Crooks’tur. Gerçek adı Alice Faye Williams olan annesi Afeni Shakur doğumundan bir yıl sonra oğlunun adını 18. yüzyıl sonlarında İspanyol kolonicilere karşı ayaklanan ve gerçek adı Jose Gabriel Condorcanqui olan Tupac Amaru (shining serpent yani parlayan yılan anlamına gelir) ismindeki anti-emperyalist İnka liderinden almıştır. Soyadları olan “Shakur” ise “şükür” kelimesinden gelmektedir ve Allah’a duyulan teşekkür ve minnet hissiyatının Arapça ifadesidir. Tupac’ın annesi Afeni Shakur gençliğinden itibaren Amerika'daki Afro-Amerikalıların özgürlük mücadelesine önderlik eden Black Panthers (Kara Panterler) ismindeki siyasal parti ve örgütün bir mensubu olmuş ve oldukça fırtınalı bir hayat geçirmiştir. Kara Panterler; 1960 ve 1970’lerde Marksizm, anarşizm ideolojileri, İslam dini ve Martin Luther King ve Malcolm X gibi Afro-Amerikalı liderlerden esinlenerek ırkçı uygulamalara şiddetle karşılık veren oldukça etkili bir sosyal güç oluşturmuşlardır. Ancak muhafazakar Amerikan toplumunun dönüşümü ve ırkçılıktan arındırılması gençlerin katılımıyla oluşan 68 kuşağına rağmen elbette kolay değildir. Bu nedenle Kara Panterler’in ve Afeni Shakur’un başı dertten kurtulmamıştır. Zaten annesi Tupac doğmadan yalnızca 1 ay önce hapisten salıverilmiştir. Shakur ailesinin sicili pek de temiz değildir. Tupac’ın anne tarafından dedesi olan Geronimo Pratt 1968 yılında bir soygun sırasında adam öldürmekten hüküm giymiştir. Gerçek babası William Garland’la neredeyse hiç görüşememiş olan Tupac’ın üvey babası Mutulu Shakur ile arası gayet iyidir. Esas ismi Jeral Wayne Williams olan üveybaba Mutulu Shakur da aktif bir Kara Panterler üyesidir ve uzun süre FBİ’ın en çok arananlar listesinde ilk 10 sırada kalmıştır. Tupac Shakur “Revolution” adlı şarkısını yıllar sonra üvey babası için besteleyecektir. Mutulu’nun kardeşi Assata Shakur da banka soygunu ve polis öldürmek gibi suçlardan senelerce hapiste yatmıştır. Tupac Shakur’un Sekyiwa Shakur ve Maurice Harding adında üvey kardeşleri de bulunmaktadır.


Küçük yaşlardan itibaren ezilmişlik, dışlanmışlık ve fakirliğe mahkum edilmişlik gibi hislerle ülkesine ve ülkesinde yasal olarak ortadan kalsa da toplumsal yaşamda hala var olan ırkçı uygulamalara karşı büyük bir tepki beslemeye başlayan Shakur, bu gençlik yıllarında dans ve müzikle ilgilenerek belki de başlayacak olan büyük bir suç kariyerinden kendisini alıkoymuştur. Jamie Foxx, Will Smith ve Morgan Freeman gibi birçok ünlünün çıkacağı 127th Street Ensemble adlı Harlem’deki Afro-Amerikan sanat komünitesine henüz 12 yaşında giren Shakur, piyeslerde ve oyunlarda çocuk oyuncu olarak görev yapmıştır. Ertesi sene 1984’te ailesi Baltimore’a taşındığındı için Harlem’den kopan Shakur yine de müzik ve tiyatroyla ilgilenmeye devam etmiş ve Baltimore Sanat Okulu’ndan kabul almıştır. Burada oyunculuk, şiir, müzik dersleri alan Tupac Shakur, özellikle şiir ve müzik alanındaki başarısıyla kısa sürede sivrilmiş ve Baltimore’un en iyi “rapper”ı olarak küçük çapta bir şöhrete kavuşmuştur. Bu dönemlerde Tupac’ın en iyi arkadaşı daha sonra Afro-Amerikan komünitesinin ilahesi olacak Jada Pinkett’tir. Ailesinin California’ya taşınması nedeniyle buradan da ayrılmak zorunda kalan genç Shakur o dönemlerde annesinin uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle de zor günler geçirmiştir. California’da liseyi tamamlayan Shakur underground piyasasında hızla yükselen rap müziğe olan ilgisini arttırmış ve Niggaz With Attitude (NWA) ve Easy-E gibi dönemin ünlü rapperlarını dinlemeye başlamıştır. 1990 yılında arkadaşlarıyla Digital Underground isminde bir grup kuran Shakur, 1991 yılında bu grupla ilk albümü olan Same Song’u piyasa sürmüştür. Aynı yıl genç Shakur Nothing But Trouble adlı bir filmde de rol almayı başarmıştır. Same Song’un ardından Digital Underground’la beraber “Sons of the P.” albümünü çıkaran Shakur solo albümü de için de çalışmalara başlamıştır.


İnterscope firmasından ilk solo albümü olan 2Pacalypse Now’u çıkaran Shakur bu albümde Afro-Amerikan komünitesinin sorunlarını dile getirmeye çalışmış ancak aşırı küfürlü şarkıları ve polise yönelik şiddeti teşvik eden şarkı sözleri nedeniyle müzik dünyasında tepki çekmiştir. Hatta o dönemlerde George Bush yönetiminin başkan yardımcısı olan Dan Quayle, Tupac Shakur’u “toplumumuzda yeri olmayan biri” olarak nitelendirmiştir. Yine de Shakur’un çok küçük yaşlarda akrabaları ve kendisini kandıran erkekler tarafından bir seks kölesi olarak kullanılan ve bebek sahibi olmak zorunda kalan 12 yaşındaki Brenda’nın trajik hikayesini anlattığı “Brenda’s Got A Baby” şarkısı inanılmaz sözleri ve güzel klibiyle dikkat çekmiştir. 1991 yılı sonunda çıkan 2Pacalypse Now’dan sonra büyük bir çalışma sürecine giren Shakur, 1993 yılında “Strictly 4 My NiGGAZ” albümüyle geri dönmüştür. Kadınlara yönelik şiddet ve dışlayıcılığı ve genel anlamıyla ataerkil toplumu konu aldığı klasikleşmiş “Keep Ya Head Up” şarkısıyla büyük bir başarı kazanan Shakur, bu albümle ayrıca I Get Around gibi bir hite imzasını atmıştır. Artık bir aktör ve rapper olarak ismi duyulmaya başlayan Tupac ayrıca “Juice” ve “Poetic Justice” gibi filmlerle “A Different World” adlı dizide rol almıştır. Özellikle Janet Jackson’la başrolünü paylaştığı Poetic Justice filmi Tupac’ın kariyerinde olumlu bir etki yapmış ve Shakur genç Afro-Amerikalıların yeni kahramanı olarak sivrilmeye başlamıştır. Filmin öncesinde Jackson’ın yakın sahnelerinin olduğu Shakur’dan eliza testi yaptırmasını istemesi de medyada yer bulmuştur. Aynı sene İn Living Color’da bir bölümde konuk oyuncu olarak yer alan Shakur ertesi sene Above the Rim filmiyle adından söz ettirmiştir. Bu yıllarda Shakur “Thug Life” adlı müzik grubunu kurar. Ancak Shakur ailesinin başındaki lanet Tupac’a da sirayet etmiştir ve başı bir türlü yasal sorunlardan kurtulmamaktadır.


1991 yılında Oakland Polis Departmanı’nı kendisine uygulanan şiddet nedeniyle mahkemeye veren Shakur, 1993 yılında ise Atlanta’da zenci bir kişiye ırkçı tacizlerde bulunan iki polis memurunu vurarak yaralamıştır. Polis memurlarının uyuşturucu aldıkları ve kaçak silah bulundurdukları ortaya çıkınca Shakur büyük bir ceza almaktan ucuz kurtulmuştur. Ancak 1993 Aralık ayında Shakur bu defa cinsel taciz suçlamasıyla gözaltına alınır. Tupac’la ilişkisi olduğu bilinen bir hayranı sanatçıyı arkadaşlarının toplu tecavüzüne engel olmamakla suçlamaktadır. Olayda bir suçu olmadığını iddia eden Shakur yine de 4,5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Ancak devam eden mahkemeler nedeniyle cezası ancak 1995 Şubat’ında uygulanmaya başlayacaktır. Bu sürede Los Angeles merkezli çalışmalarına devam eden Shakur, doğduğu yer olan New York’ta kurulmuş ve Puff Dady ile Notorious Big’in liderliğini yaptığı Bad Boys rap müzik firmasıyla polemiğe girer. Eski bir arkadaşı olan Notorious Big ya da bir diğer adıyla Biggie Smalls’un organize ettiği bir saldırı sonucunda Shakur 30 Kasım 1994 günü 5 yerinden vurulur. Shakur 5 kurşuna rağmen ölmemiştir ve artık avaz avaz Puff Dady ve Biggie Smalls’a meydan okumaktadır. Shakur bilindiği üzere daha sonraları Hit’em Up adlı diss klasiğinde bu kişilere ve tüm Bad Boys firması sanatçılarına ağır hakaretler edecek ve Tupac’ın daha önce bir süre beraber olduğu, Notorious Big’in karısı olan güzel bayan şarkıcı Faith Evans nedeniyle Smalls’la çok acı dalga geçecektir. Belki de gelmiş geçmiş en iyi gansta rap şarkısı olan “Hit’em Up” adeta West Side’ın milli marşı niteliğindedir ve Small ve Evans’ı hedef alan şu sözlerle hatırlanabilir; “You claim to be a playa But, I fucked your wife”. 1995 yılında hapis cezasını çekmeye başlayan Shakur daha önce hazırladığı şarkıları “Me Against The World” albümünde toplayarak piyasaya sürer. Zaten olaylı yaşamı nedeniyle sürekli gündemde olan Shakur bu albümle turnayı gözünden vurmuştur. Albümde “Temptations” ve “Me Against The World” gibi hit olan şarkıların yanı sıra Shakur’un annesi Afeni Shakur için yazdığı ve gerçekten çok duygusal sözlere sahip “Dear Mama” şarkısı Shakur’u bir efsane haline getirir. Artık yalnızca zenciler değil ırkçılık karşıtı ve rap müzik seven herkes Shakur’a hayrandır. 2Pac fan kulüpleri tüm dünyada kurulmaya başlamıştır.


Ancak Shakur’un 4,5 senelik hapis cezası sürmektedir ve hapis hayatı kendisi için bir işkence gibidir. Ancak hapiste yattığı 1,5 yıl sonunda kefaletini ödemeye kabul eden karanlıklar prensi Marion Suge Knight Shakur’u hapisten kurtarır ve kendi sahibi olduğu Death Row firmasıyla kontrat imzalatır. Shakur artık Snop Dogg ve Dr Dre gibi efsane isimlerle birlikte Batı’nın kötü çocuklarının buluştuğu Death Row firmasındadır. Ancak mafyatik Suge Knight’a bulaşması belki de Shakur’un sonunu hazırlayan gelişme olacaktır. Hapisten çıktıktan sonra Hit’em Up’ı single olarak piyasaya süren ve The Outlawz isimli grubu kuran Shakur, 1996 yılında ise efsane albümü All Eyes On Me’yi yayınlar. Dünya çapında 10 milyona yakın satan, 2 kaset ve cdlik bu müthiş albümde Shakur’un “How Do You Want İt”, Snoop Dogg’la seslendirdiği “2 Of Amerikaz Most Wanted”, Dr Dre ile seslendirdiği ve Mad Max filmlerini aratmayan klibiyle olay yaratan “California Love”, klibinde kendi ölümünü anlattığı “I Ain’t Mad At Cha”, “Wonda Why They Call U Bitch”, “Picture Me Rollin” ve “All Eyes On Me” gibi inanılmaz hit şarkıları yer almaktadır. Bu albümle Tupac Amaru Shakur rap dünyasının bir numaralı ismi olduğunu ispat etmiş ve gerçek bir efsane haline gelmiştir. Aynı yıl Saturday Night Live’ın bir bölümüne konuk oyuncu olarak katılan Shakur ayrıca “Bullet” filminde çok iyi arkadaş olacağı Mickey Rourke ile de beraber rol alır. Günde yalnızca 3 saat uyuduğu söylenen gerçek bir işkolik olan Shakur bu yıl içerisinde başarılı çalışmalar olan Gridlock’d ve Gang Related filmlerinde de rol alır. Gridlock’d filminde Tim Roth’la beraber rol alan Shakur’un Gang Related’daki rol arkadaşı ise James Belushi’dir.


Tüm bu kariyer başarılarına karşın özellikle Hit’em Up şarkısı sonrası Doğu ve Batı yakası gangsta rapçileri arasındaki rekabet ve düşmanlığın çığırından çıkması ve sokakta genç rapperların bu nedenle birbirlerini öldürmeye başlaması nedeniyle Tupac medyada büyük eleştiri konusu yapılır. Ayrıca Afro-Amerikalı “Bloods” çetesiyle yakın ilişkileri Shakur’u medyanın hedefi haline getirmiştir. Oysa ilk kurşunu sıkan Biggie Smalls ve Puff Daddy ekibidir. Shakur’un bir diğer sorunu Suge Knight’ladır. Dr Dre’nin Aftermath isminde kendi firmasını kurmasından sonra kendi plak şirketini kurmak isteyen Shakur, Knight’ın büyük tepkisiyle karşılaşır. Yine de uyumadan çalışmalarına devam eden Shakur daha sonra Better Dayz ve Until the End of Time albümlerinde yer alacak parçalarını bu dönemde kaydeder. İşte bu süreçte Shakur kesin kararını alarak Makaveli müzik firmasını kurar. Makaveli firmasının ismi ünlü realist İtalyan düşünür Niccolo Machiavelli’den gelmektedir. Shakur hapishanede olduğu süre boyunca Machiavelli (Makyavel) okumuş ve düşmanlarıyla baş etmek için farklı stratejiler üzerinde çalışmıştır. Tupac’ın ölmediğini düşünenler onun bu düşünceyi Makyavel’den aldığına ve bir gün geri geleceğine inanmaktadırlar. Zira Shakur’un ölümü hala bir sırdır…


7 Eylül 1996 tarihinde Suge Knight’la beraber izlediği Mike Tyson-Bruce Seldon ağır sıklet boks maçının çıkışında 7 kurşunla öldürülen Shakur’un ölümü oldukça tartışmalı ve esrarengiz bir olaydır. Kimileri Shakur’un kendi firmasını kurması nedeniyle ona kızan Suge Knight’ın bu işi organize ettiğini düşünmektedir. Zira aynı arabada olmalarına karşın Knight’a yalnızca bir kurşun isabet etmiş ve Knight olayı fazla bir hasar almadan atlatmıştır. Bir diğer önemli zanlı “Baby Lane” Orlando Anderson adıyla bilinen ve maçtan hemen önce Tupac’ın bir gazinoda kumar oynarken sinirlenerek dövdüğü Bloods üyesi genç gangsterdir. Anderson olaydan bir ceza almamış ancak 1998 yılında bir Crips üyesi tarafından öldürülmüştür. Olayı düzenlemesi muhtemel diğer kişiler daha önce de Tupac’I öldürmeye çalışmış Puff Daddy ve Biggie Smalls’dur. Zaten bu şüpheler nedeniyle Smalls 9 Mart 1997 tarihinde öldürülmüştür. Olay açıklığa kavuşmasa da olayda cinayeti işleyen kişinin kimliği belirsiz Tupac hayranlığının büyük rol oynadığı tahmin edilmektedir. Bu olaydan birkaç yıl sonra bir MTV müzik ödülleri gecesinde Will Smith Tupac Shakur’un annesi Afeni Shakur ve Biggie Smalls’un annesini bir araya getirerek bu anlamsız bir savaşın bir son bulmasını sağlamıştır. Karısı Faith Evans da Puff Daddy ile beraber “I’ll be Missing You” şarkısını Biggie için seslendirmiştir.


Otopside çekilmiş fotoğrafına rağmen Tupac Shakur’un hala ölmediğine dair birçok iddialar vardır. Bu iddialar “7 day theory” adıyla bilinmektedir. Shakur’un ölümünden sonra 5-6 albümünün çıkması da bu iddiaları güçlendirmektedir. 2003 yılında Pac hayranları ölümünden 7 sene sonra ortaya çıkacağına inanmasına rağmen Shakur henüz ortalarda değildir. Ancak iki defa gazetelere kendisine çok benzeyen birilerinin fotoğrafları yansımıştır. Bu olay hala bir muammadır ancak gerçek olan bir şey varsa o da Tupac Shakur’un tüm hatalarına rağmen gerçek bir rap müzik efsanesi olduğudur. Ayrıca Shakur şiddet yanlısı ve ucuz kadınları küçümseyici üslubuna rağmen ırkçılık karşıtı mesajları (Letter to the President), onurlu kadınları yücelten tavrı (Keep Ya Head Up) nedeniyle bugün milyonlarca kişinin gözünde gerçek bir kahramandır…

Ozan Örmeci

Yaban Romanı Üzerine




Son dönemlerde özellikle Yalçın Küçük'ün televizyon konuşmalarıyla ve AKP'nin yüzde 47 oy almasıyla yeniden gündeme gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban romanı üzerine bir özet ve değerlendirme yazısını sizlerin beğenisine sunuyorum.



Roman Haymana Ovası, Porsuk Çayı civarında geçiyor. Kurtuluş Savaşı’nda bir kolunu kaybeden Ahmet Celal; ailesi, yakını olmayan biridir ve eri olan Mehmet Ali’nin daveti üzerine Mehmet Ali’nin köyüne yerleşir. Başlarda Mehmet Ali’nin evinde kalmaktadır. Uzun süren savaştan yorgun düşmüştür ve tek kolunu kaybetmesi onun sıkıntısını arttırmaktadır. Herşeyden elini ayağını çekip, köyde sakin bir yaşam kurmayı hayal eder. Ancak köy ve köy ahalisi savaşın etkisi ve devletin ilgisizliği nedeniyle sefil bir haldedir. Köylüler kısa boylu, cılız ve bakımsızdır. Giysileri paramparça olmuş, sakalları iyice uzamış ve genç olanların dahi yüzleri kırışmıştır. Köylüler ayrıca çok cahil ve bağnazdırlar. Kurtuluş Savaşı hiçbirinin umrunda değildir sadece askere alınmamak için neler yapabileceklerini düşünmektedirler. Ahmet Celal başlarda Kurtuluş Savaşı’nda verdiği mücadeleyi gösteren olmayan kolunu köylülere fark ettirmek için uğraşır ancak hiçbir köylü onun bir kolunun olmamasını yadırgamaz. Bunun nedeni köyde de birçok sakat insanın bulunmasıdır. Ahmet Celal Mehmet Ali’nin evinde Mehmet Ali’nin annesi, iki kız kardeşi ve erkek kardeşi İsmail’le beraber kalmaktadır. Ahmet Celal birgün kahvede köyün zengini Salih Ağa ile tanışır. Salih Ağa zavallı durumdaki cahil köylüleri hile dolapla iyice sömüren uyanık, menfaatçi bir adamdır. Ahmet Celal onu ilk günden sevmez. Salih Ağa’da ondan hoşlanmaz çünkü onun diğer köylüler gibi kolay sindirilecek bir insan olmadığını anlar.


Romandaki diğer önemli bir karakter Bekir Çavuş’tur. Bekir Çavuş Anadolu’da çok gezmiş bir insandır ve bu nedenle diğer köylülere göre biraz daha bilgili, kültürlüdür. Ahmet Celal kendisine en yakın olarak onu görür ve genelde onunla sohbet eder. Ahmet Celal savaş gelişmelerini takip etmek için kasabadan gazete aldırır ve Mustafa Kemal’in haklılığını, bağımsızlığın önemini köylülere anlatmaya çalışır. Ancak köy muhtarı yobaz bir insandır ve Mustafa Kemal’in yaptıklarını köylülere çarpıtarak anlatır, onu bir hain gibi tanıtır. Köylülerde Mustafa Kemal düşmanıdır ve bağımsızlık yerine düşman egemenliği altında yaşamaya razıdırlar. Köye zaman zaman Şeyh Yusuf diye biri gelir. Köylüleri okuyup, üfler ve yüklüce miktarda para, erzak alıp köyü terkeder. Ahmet Celal Şeyh Yusuf’un sahtekar olduğunu ahaliye anlatmaya çalışır ama diğer konularda olduğu gibi bu konuda da köylü onu dinlemez. Birgün Ahmet Celal Şeyh Yusuf’a gider ve onunla tartışır, Şeyh köyü onun yüzünden hemen terkeder. Bunun üzerine köylüler Ahmet Celal’i dışlamaya başlar ve ona “Yaban” lakabını takarlar. Bunun nedeni Ahmet Celal’in kendilerine hiçbir yönden benzememesi en basitinden mesela hergün traş olmasıdır. Ahmet Celal artık köyden ve köylülerden nefret etmeye başlamıştır. Zaten onu hayata tek bağlayan şey olan Kurtuluş Savaşı’ndan da kötü haberler gelmektedir. Bu dönemde ayrıca Mehmet Ali köyden bir kızla evlenir. Bu sıkıntılı dönemde Ahmet Celal’in bir gün komşu köylerden birinden geçerken gördüğü bir kız onu tekrar hayata bağlar. Bu kız diğer köylülerin aksine Ahmet Celal’e güzel gözükür. Onun utangaç, nazlı hareketleri, güzel yüzü ve vücudu Ahmet Celal’in başını döndürür. Birara onu istetmeyi düşünür ama daha sonra aynı kıza Mehmet Ali’nin kardeşi İsmail’in talip olduğunu öğrenir ve hemen bu düşüncesinden vazgeçer. İsmail tam bir haylazdır ve evde sürekli sorun çıkarır. Kızkardeşlerine, annesine zulüm uygular ancak gücü Ahmet Celal’e yetmez. Ayrıca kısa boylu, kambur ve zayıftır. Ahmet Celal güzelim Emine’nin İsmail’le evlenecek olmasını bir türlü hazmedemez. Zaten Mehmet Ali tekrar askere gittikten sonra annesi de Ahmet Celal’e kötü davranmaktadır. Bunun üzerine Ahmet Celal Bekir Çavuş’un köyün biraz dışındaki evine taşınır. Burada köylü bir kadın gelip kendisine yardım etmektedir. Ayrıca bir eşek almıştır ve en iyi dostu raflardaki kitapları ile ahırındaki eşeğidir. Eşek Ahmet Celal’in yalnızlığına ortak olur, inlemeleriyle onun durağan hayatına biraz renk katar. Bir süre sonra düşman uçakları köy üzerinden geçmeye ve yere bazı bildiriler atmaya başlarlar. Bu bildirilerde, bir süre sonra köy düşman askerlerinin geleceği ancak kimseye zarar gelmeyeceği ve köylülerin korkmamaları gerektiği yazılıdır. Ahmet Celal artık köylüden tamamen kopmuştur ve onların ne yaptıklarıyla ilgilenmemektedir. Köylüler üzülmek, korkmak bir yana düşmanın kendilerine para bırakacağını düşünmekte ve geleceklerine sevinmektedirler. Bu arada köy Cennet adlı bir kadının yaptıklarıyla çalkalanır. Bekaret ve namus köyde çok önemli kavramlardır ancak Cennet kocası Süleyman’ı aldatmaktadır ve birçok kez köyde değişik erkeklerle yakalanmıştır.


Bir süre sonra köye düşman askerleri girmeye başlar. İlk günlerde düşman askerleri kaba değillerdir. Sadece Ahmet Celal’in eşyalarını karıştırır ve silahına el koyarlar. Birkaç gün köyde bu şekilde geçer. Düşman askerleri köyde diledikleri gibi yiyip içmektedirler ve bunların parasını daha sonra ödeyeceklerini söylemektedirler. Salih Ağa düşmana her konuda yardımcı olur, ileride olabilecek bir tatsızlıkta düşmanın kendisine bir zarar vermemesi için böyle bir politika izlemektedir. Ahmet Celal’de düşmanın kötü niyetli olduğundan emindir ve köyden kaçmanın yollarını aramaktadır. Bir sabah Ahmet Celal seslerle uyanır. Kapısının önünde birkaç düşman askeri onu rahatsız etmektedir. İçeride Ahmet Celal’den başka onun sonradan tanıştığı ve arkadaş olduğu küçük yaştaki çoban Hasan ve Ahmet Celal’e bakan kadın vardır. Düşman eve gelir ve Ahmet Celal’in kitaplarını yırtmaya başlar, Ahmet Celal onlarla boğuşur. Bu boğuşma sonucu küçük Hasan araya girmek isterken düşman askerleri tarafından öldürülür. Köyde artık savaş resmen başlamıştır. Düşman askerleri köy halkını evlerinden çıkarır ve evleri yakmaya başlar. Halk köy meydanında toplanır. Kadınlar, kızlar ağlamakta, erkekler çaresizlik içinde beklemektedirler. Ahmet Celal’de aşkı Emine’yi orda görür ve onunla arka taraflara doğru geçerler. Emine’de İsmail’le evlendiğine pişmandır. Bekleme süresince aralarında yeniden birşeyler doğar ve Ahmet Celal beraber kaçmak için bir plan yapar. Akşam saatlerine doğru evler yanmaya devam ederken düşmanlar kadınlara saldırmaya, tecavüz etmeye, erkekleri dövmeye başlar. Ahmet Celal bu kargaşayı fırsat bilip, Emine ile beraber dağa doğru kaçar. Gece boyunca köyden silah sesleri, ağlayışlar, bağırışlar duyulur. Dağa doğru da ateş açılır ve hem Emine hem de Ahmet Celal vurulur. Geceyi birbirlerini tedavi ederek koyun koyuna yatarak geçirirler. Düşman aynı gece köyü terkeder. Ahmet Celal’le Emine yaralıdır ancak yollarına devam etmelidirler. Emine tüm gayretine rağmen vurulduğu için yürüyemez ve orda kalır. Ahmet Celal karnından kanlar akar bir halde yürümeye devam eder...


Türk Edebiyatı’nın önde gelen eserlerinden biri olan Yaban kanımca bazı çevreleri rahatsız edebilecek bir romandır. Yaban toplumsal bir gerçekliği çok keskin bir anlatımla ve sürükleyici bir hikayeyle anlatır. Özetten de anladığımız gibi romanda köylüler cahil, yoz, bağnaz ve aciz olarak gösterilmiştir. Ahmet Celal’le köylüler arasında inanılmaz bir kopukluk vardır. Köylüler Ahmet Celal’in temiz olmasını, düzgün giyinmesini yadırgamaktadırlar. Ayrıca köylüler ülkelerinin bağımsızlık savaşıyla ilgilenmemekte, Mustafa Kemal’e düşman gözüyle bakmaktadırlar. Düşman askerlerinin gelmesinden rahatsız değillerdir ve kendilerine saldırılmadıkça onların hakimiyetine razıdırlar. Yakup Kadri'nin daha sonraları Kadro Hareketi ile somutlaştıracağı "halka rağmen halk için" şeklinde jenerik bir özeti yapılabilecek elitist, himayeci ve entelektüel bir kadro gereksinimini yansıtan düşünceleri bu romanda da bulunabilir. Zira köylüler doğru ile yanlışı seçemeyecek kadar cahil, fakir, siyasetten yabancılaşmış durumdadırlar. Yakup Kadri, köylüleri bu denli kötü bir biçimde ele aldığı romanının birçok yerinde bu suçun köylülerde olmadığını da belirtmiştir. Kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum. Ahmet Celal kitabın bir yerinde şöyle düşünmektedir: “Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, herşeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır”. Görüldüğü gibi Yakup Kadri, bu cehaletin sorumlusunun köye eğitim, teknoloji ulaştıramayan devlet ve onları doğru yöne kanalize edemeyen aydınlar olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle romanın rahatsız edici içeriği kadar Milli Mücadele'ye duyarsız kalabilecek hatta bunun karşısında saf tutabilecek insanlar yaratan Osmanlı sisteminin sorgulanması gerekliliğine dikkat çekmek isterim. Aynı Soğuk Savaş döneminde tohumları atılan ve şimdilerde "Humeyni'yi seviyorum, Atatürk'ü sevmiyorum" diyebilen kendi ülke ve tarihine yabancılaşmış ucube nesil gibi...



Ozan Örmeci

Fatih Terim ve Türk Modernleşmesi


Türk modernleşmesinin başlangıç tarihi, bilim adamları tarafından farklı olaylarla (Lale Devri, Tanzimat Fermanı, 1908 Devrimi, Kemalist Devrim) ele alınsa da, Türklerin ciddi anlamda ilk çağdaşlaşma hamlesinin kesin olarak Cumhuriyet’in ilanıyla beraber başladığı genel kabul gören bir düşüncedir. Cumhuriyet’in ilanıyla beraber köhnemiş eski Osmanlı rejimini hedef alarak kendini bu karşıtlık üzerinden ve Batılı anlamda bir devlet olarak tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti, tüm dünyada çok yaygın kabul gören modernleşme kuramı doğrultusunda çağın gerisinde olduğunu kabul etmiş ve “muasır medeniyetler” seviyesini yakalamayı kendine ilke edinmiştir. Bu noktada Batı ülkelerinin geçirdiği tarihsel süreçleri yaşamayan ve sosyal yapıda farklılıklar gösteren Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının hedeflerinden biri de; alternatif bir kalkınma modeli ile bu tarihsel farkı kapatmak ve modernleşme çizgisinde ülkelerine ileri bir yer edinmektir. Doğal olarak tarihsel-yapısal farklılıklar nedeniyle Türk modernleşmesi Batı’dan farklı bir şekilde ilerlemiş ve özellikle sosyal tabanın bu hamleye verdiği desteğin zayıflığı ve Kemalist Devrim’in ilerlemeci, devrimci ve üstten inmeci yapısı nedeniyle daha yapay bir çağdaşlaşma hamlesi ülkemizde hakim olagelmiştir. Şimdi “sentetik Türk modernleşmesi” şeklinde adlandıracağım bu büyük aydınlanma projesine biraz daha yakından bakalım.

Türk modernleşmesinde görülen en önemli sıkıntılardan birisi Batı ve Doğu arasına sıkışmış coğrafi, politik ve sosyo-ekonomik konumu nedeniyle Cumhuriyet’in yaşadığı ve şizofrenik, bocalayan nesillerin yetişmesine yol açan ikilik (duality) sorunudur. Türk halkı Müslüman kimliğini ve Doğu toplumlarına özgü birçok özelliklerini korumaya devam ederken, Kemalist Devrim sonrası bilim, teknoloji ve diğer birçok modernite unsurunun siyasi ve sosyal yaşama geçirilmesiyle Türk halkı ve devleti kaçınılmaz bir “çift anlamlılık” sorunuyla karşı karşıya gelmiştir. Kemalizm’in ilerici devrimciliğine karşın devrimlerin halka tam anlamıyla yayılamaması ve devrim sürecinde geçmişle keskin kopuşların yaşanması bu ikilik problemini su yüzüne çıkarmıştır. Latin alfabesinin bir gecede kabul edilerek neredeyse tüm halkın okuma-yazma yetisinden yoksun bırakılması (bunun yapılmasına karşı olduğum gibi bir anlam kesinlikle çıkarılmamalı) sanıyorum Kemalizm’in ilerici devrimci kararlılığının basit ancak somut bir kanıtıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal, ekonomik ve sosyal birçok kurumunda ve meselesinde, dualite nedeniyle ortaya çıkan kaçınılmaz sentez sancıları görülebilmektedir. Bu ikilik yalnızca devlet kurumlarını değil, doğal olarak bireyleri de şekillendirmiştir. Ülkemizde Batılı ya da Doğulu olmayı seçen bireyler kadar, Batı ve Doğu arasına sıkışmış, değişik derece ve şekillerde sentez yapmayı başarabilmiş ya da başaramamış milyonlarca insan bulmak mümkündür. Sentetik modernleşme yapısının doğal bir sonucu olan durum, ülkemizde popüler olmuş kişiler için de geçerli olabilir. Sanıyorum Fatih Terim kimliğini ve imajını ele almak bize bu konuda yardımcı olacaktır.


Hepimizin kariyerini ve öz geçmişini gayet iyi bildiğimiz Fatih Terim, Türkiye A milli futbol takımı ve Galatasaray’da yakaladığı büyük başarılardan sonra İtalya'ya transfer olmuş ve orada da oldukça popüler bir teknik adam olma başarısını göstermiştir. İtalyan basınınca “kilim satıcısı”na benzetilmesine karşın Terim, özellikle Türkiye’deki başarılarıyla ulusal kahraman mertebesine yükselmiştir. Terim yalnızca saha içi başarılarıyla değil mesleğine olan saygısı, oyuncularına karşı babacan yaklaşımı, maddi sıkıntılara rağmen her zaman kulüp yönetimi ve oyuncular arasında arabuluculuk yapması, maddiyatı ikinci plana itmesi ve bunlara ek olarak seviyeli aile hayatıyla medyanın ve Türk halkının büyük sevgisini kazanmış ve bir model olarak sunulmuştur. Terim aynı sentetik Türk modernleşmesi gibi Batılı ve Doğulu kategorilerine girebilecek özellikler ve karşıtlıklar sahibi bir insan olarak bu ilk süreçte büyük destek görmüş ve bir anlamda ulusal kahraman ilan edilmiştir. Fatih Terim’in gayet başarılı giden Fiorentina kariyeri Milan’a transfer olmasıyla sona ermiş, büyük umutlarla Milan’ın başına geçen Terim ne yazık ki burada dikiş tutturamamıştır. Terim’in müthiş başarılarla ilerleyen kariyeri İtalya macerası sonrası duraklamış ve hatta düşüşe geçmeye başlamıştır. Fatih Terim’in medyaya, oyuncularına ve rakip takım taraftarlarına karşı agresif tavırları, Mehmet Ağar gibi bazı siyasi liderlerle yakın arkadaşlığı medyada eleştiri konusu yapılmış ve birkaç yıl öncesinin milli kahramanı bir anda günah keçisine dönmüştür.

Fatih Terim aslında yalnızca kariyeri değil aslında tüm yaşamıyla Türk modernleşmesi ile arasında paraleller kurulabilecek bir kişidir. 1953 yılında Adana'da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Terim, ortaokul sonrası eğitimine devam etmemiş ve 16 yaşında çalışmaya başlamıştır. Çalışmanın yanı sıra futbol oynamaya da başlayan Terim, yeteneği nedeniyle kısa sürede sivrilmiş ve 16 yaşında Adana Demirspor’un genç yıldızı olarak forma giymeye başlamıştır. Kavgacı, lider kişiliği ve futbol yeteneği nedeniyle henüz 18 yaşında takım kaptanı olan Terim futboldan kazandığı parayla ailesinin geçimine yardımcı olmaya çalışmıştır. 6 yıl Adana Demirspor forması giyen Terim, daha sonra Galatasaray’a transfer olmuştur. Galatasaray ve A milli takım formasını da uzun süre giyen Terim yetenekli bir futbolcu olmasına karşın, ne Galatasaray ile şampiyonluk sevinci yaşayabilmiş, ne de milli takımla bir başarı gösterebilmiştir. Hatta 1982 yılında İnönü Stadı’nda oynanan ve İngiltere’nin Türkiye’yi 8–0 mağlup ettiği maçta da defansın göbeğinde görev yapmıştır! Futbolculuğu döneminde çapkınlığından çok kavgacılığıyla ünlenen Fatih Terim, İstanbullu zengin bir ailenin kızı olan Fulya Terim’le tanışıp evlenmiştir. 31 yaşında jübilesini yapan Terim, daha sonra ticaretle uğraşmış ancak futbol aşkı nedeniyle antrenörlük kurslarına katılarak yeşil sahalara dönme isteğini belli etmiştir. Ankaragücü ve Göztepe’de teknik direktörlük yapan Terim bu dönemde genç ve yerli oyunculara verdiği önemle dikkat çekmiş ve bir süre sonra Ümit milli futbol takımının başına getirilmiştir. A milli takımda da Danimarkalı o zamanın meşhur antrenörü Sepp Piontek’in yardımcılığı görevini üstlenen Terim, özellikle Ümit milli takımla kazandığı Akdeniz Oyunları ve Olimpiyat şampiyonluklarıyla dikkat çekmiştir.


Bu başarıların üzerine A milli takım teknik direktörü yapılan Terim’in bundan sonraki hikâyesini sanıyorum hepimiz gayet iyi biliyoruz. Türkiye’nin Batılı devletler karşısındaki kendine güvensiz tutumuna adeta isyan eden ve yeşil sahada kazandığı başarılarla kahraman olan Terim ülkemizde yaşayan bir efsane haline gelmiştir. Hatta Terim’in adı siyaset sahnesine de çekilmiş ve kendisine çeşitli partilerden milletvekili adaylığı teklif edilmiştir. Ayrıca kendisi üst düzey şirketlere takımdaşlık ve kazanmak üzerine konferanslar vermeye dahi başlamıştır. Fatih Terim’in İtalya’dan kovulması ilk başlarda bir milli mesele haline getirilmiş ve bu olay nedeniyle Gladio, İtalyan mafyası ve hatta dönemin İtalya başbakanı ve Milan başkanı olan Silvio Berlusconi suçlanmıştır. Terim Türkiye’ye dönüşünde, yokluğunda Galatasaray’da müthiş başarılara imza atmış olan Mircea Lucescu’nun yerine göreve başlamış ve kimse de başarılı bir insanın aniden kovulmasına tepki göstermemiştir. Galatasaray’daki büyük başarılarına rağmen kulüpten acımasızca kovulan, birkaç Avrupa dili bilen, beyefendi yaklaşımlarıyla takdir toplayan ve aslen Romen olmasına karşın büyük Avrupa liglerinde takım çalıştırmış ve başarılı olmuş olan Lucescu, Terim’in yerine gelmesi üzerine Beşiktaş'ın başına geçmiş ve bu noktadan itibaren bu iki teknik adam arasında medyada müthiş bir imaj kavgası yaratılmıştır. Sentetik Türk modernleşmesinin simgesi olan kavgacı, babacan ve Doğulu Terim karşısında Batılı, uysal ve entelektüel bir görüntü çizen Lucescu'nun mücadelesi popüler bir medya malzemesi haline getirilmiştir. Bu sürecin devamında Beşiktaş’ı şampiyonluğa taşıyan Lucescu kahraman haline getirilirken, Fatih Terim’e karşı bir anda eleştirel bir tavır geliştirilmiş ve kendisi hakkında büyük suçlamalar yapılmıştır.

Fatih Terim’in gerek abartılı bir şekilde yüceltilmesi, gerekse alaşağı edilmesinde sanıyorum Oksidentalizm’in etkilerini görmek mümkündür. Oksidentalizm, Meltem Ahıska’nın Oryantalizm düşüncesinden hareketle yarattığı ve kullandığı bir kavramdır. Oryantalizm bildiğimiz üzere Batı’nın hayali ve oldukça ilkel, mistik bir Doğu karşıtlığı üzerinden kendisini tanımlaması iken, Ahıska’ya göre Oksidentalizm de Doğu’nun karşıtlık ve hayranlık içeren Batı kavramı karşısında kendisini konumlandırma çabasıdır. Türk modernleşmesinin de iliklerine işlemiş ve aynı anda gelişmiş Batı hayranlığı ve karşıtlığı Oksidentalizm’in ve Doğu modernleşmesinin ikilik sorununun da tam merkezindedir. Batı medeniyeti daima bir arzu nesnesi olmasına karşın aynı zamanda Türk kimliğine ve siyasal egemenliğine tehdit oluşturan olan tehlikeli bir düşmandır. Bu nedenle Batı medeniyeti aynı anda hem bir model, hem de bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu karşıtlıklar içerisinde ilerleyen Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist Devrim’in ilerici düşüncesinin toplumsal olarak içselleştirilememesi nedeniyle tarih boyunca melez, sentez bir durum oluşturmuştur. Zaman zaman Batı düşmanlığı ve tehdit algılaması ön plana çıkarken, bazı dönemlerde de Batı hayranlığı ve Doğu’nun içselleştirilmiş Batı kompleksi daha etkili olmuştur. Türkiye coğrafi ve kültürel olarak, Batı ve Doğu arasında köprü görevi gören bir ülke olarak, hem Avrupa Komisyonu’na ve NATO’ya, hem de İslam Konferansı Örgütü’ne üye olmuş ve dengeleyici bir güç olmaya çalışmıştır. Siyasal gelişmeler nedeniyle bağımsız ve halk egemenliğinin geçerli olduğu bir ülke olma yetisini 1940’lardan başlayarak gün geçtikçe kaybeden Türkiye, yine de toplum karakteristikleri bakımından Batı ve Doğu arasında bir sentez olmaya devam etmiştir.


Adana'nın arka sokaklarından çıkıp gelen ve top oynayarak kahraman olan, Gucci takımları giyen ve İtalyanca konuşmaya çalışan Terim’in hikâyesi ile Türk modernleşmesi arasında bu nedenle benzerlikler görülmektedir. Futbolcu olarak Avrupalı ülkelerinin futbol takımlarına karşı şerefli mağlubiyetlerin alındığı bir dönemde forma giyen Terim, antrenörlüğü dönemindeyse Avrupalı takımları dize getiren bir “İmparator” olmuştur. Terim’in başarılarının bu denli abartılmasında milliyetçiliğin ve futbolun popüler bir aktivite olmasının rolü kadar, Doğu toplumlarında görülen Batı kompleksinin etkisinin de bulunduğu açıktır. Batı dünyasında başarılar kazanmış binlerce Türk olmasına karşın Terim’in bu denli abartılmasındaki temel etken kanımca onun Doğulu ve Türk olarak kategorize edilen kimliğini ve özelliklerini koruyarak bu başarılara ulaşmasıdır. Mesela Fazıl Say büyük başarılarına karşın gerek yaptığı meslek, gerekse kişisel özellikleri nedeniyle asla Fatih Terim gibi bir ulusal kahraman ilan edilmemiştir. Terim yeşil sahada Avrupalılara ders veren bir kahraman olarak, kendi antrenörlük felsefesini de yaratmaya çalışmıştır. “Yenemiyorsan yenilme”, “risultato importante (önemli olan sonuçtur)” gibi sözlerle Avrupalı gazetecilerin sorularını cevaplayan Terim, Oryantalist düşüncenin öngördüğü Doğu’nun mantıklı olamaması, rasyonel davranamaması kalıbına karşı çıkmış ve Türk halkının gururunu okşayan işler yaparak yerini daha da sağlamlaştırmıştır.


Fatih Terim Oryantalist ve Oksidentalist düşüncede Doğu’ya atfedilen duygusallık, asabiyet, rasyonel olamama gibi özelliklere fazlasıyla sahip olmasına karşın, yaptığı stratejik basın açıklamaları, şık giyim-kuşamı, İngilizce ve İtalyanca konuşmaya çalışması gibi özellikleriyle de Batılı bir duruşa sahip olmuştur. Terim’in Batı’ya yaklaşımı Oksidentalizm’in ve Türk modernleşmesinin doğasının mikro bir örneğidir. Terim belki de Batı’ya kuşkuyla yaklaşan bir Türk milliyetçisi ve Müslüman olmasına ve “onlar”ı sahada yenmekten maç kazanmanın ötesinde bir haz duymasına karşın, Batı dillerini konuşmaya çalışmakta, antrenör olarak İtalya’ya transfer olmakta ve İtalyan modasını takip etmektedir. Fatih Terim’in yükselişinde Oksidentalizm’in ve Türk modernleşmesinin bir ayağı olan Batı’yı tehdit olarak algılamanın rolü büyüktür. Galatasaray ve milli takım maç kazandıkça Türk ve Müslümanlar bir kaleyi daha Kahpe Bizans’ın elinden almaktadır. Ancak daha önce söylediğim gibi Oksidentalizm’in ve Türk modernleşmesinin bir diğer önemli ayağı da Batı’nın medeniyet seviyesine ulaşma isteği ve Batı hayranlığıdır. Nitekim Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin hızlandığı ve Terim’in sportif anlamda başarısız olduğu dönemde Terim, “şehir magandası” sözleriyle medyada acımasızca eleştirilmeye başlamıştır. Fatih Terim’in Lucescu hakkında söylediği “adamcağız” sözü de medyada uzun süre yer teşkil etmiş ve rüzgârlar tersine esmeye başlamıştır.


Fatih Terim örneğine bakarak sanırım şu çıkarımları yapabiliriz: Türk modernleşmesi geçmişi ve şu an bulunduğu nokta itibariyle sentetik kalmıştır. Zira toplumsal dayanağı olmayan büyük ilerici bir adım toplumun doğal evrim süreci dışında yapay olarak atılmıştır. Bu ilerici adım özellikle Atatürk’ün ölümü sonrası uygulanan yanlış politikalar nedeniyle kalıcı olamamış ve devlet-halk kopukluğu ve merkez sağ partilerin bu alanı işgal etmesiyle ilerici vasıflarını kaybeden melez bir kimlik kazanmıştır. Yani eleştirilmesi gereken bu melez kimliğin yaratılma çabası değil, bunun içinin tek parti döneminde tam olarak doldurulamaması ve çok partili rejime geçtikten sonra da oy ve çıkar uğruna içinin boşaltılmasıdır. Türk modernleşmesi sentetiktir; çünkü iki farklı bileşeni aynı potada eritmeye çalışmıştır. Bu noktada Oksidentalizm adı verilen kavrama göre Batı hem bir tehdit, hem de bir model olarak görülmüş ve iki taraf arasında bocalayan şizofrenik bir toplum yaratılmıştır. İki ayağı bulunan bu melez kimliğin bir ayağı dönemsel süreçler içerisinde ağır basabilmiş ancak bu paradoks durumu asla nihai bir çözüme ulaşamamıştır. Fatih Terim de yaşam öyküsü, yaptıkları ve yapacaklarıyla Türk modernleşmesinin belki de en somut örneği olarak kabul edilebilir.

KAYNAKLAR
-Ahıska, Meltem, “Occidentalism: The Historical Fantasy of the Modern”, South Atlantic Quarterly 102 (2/3), 2003, 351-380
-Kadıoğlu, Ayşe, “The Paradox of Turkish Nationalism and the Construction of Official Identity”, Middle Eastern Studies 32/2, April 1996, 177-194
-Göle, Nilüfer, “Kemalism: The Civilizing Mission”, The Forbidden Modern kitabından, 1996, Ann Arbor: University of Michigan Press, 27-56
-Said, Edward, “Orientalism: Western Conceptions of the Orient”, 1978, New York: Pantheon Books

Bu yazı Ozan Örmeci’nin Elips Kitap’tan Ocak ayında piyasaya sürülmüş Popüler Kültür isimli kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için; http://www.elipskitap.com.tr/kitaplar/kitap.php?id=376 adresine bakabilirsiniz.
Ozan Örmeci

Kemalist Devrim'in Öncüsü Olarak İttihat ve Terakki


İttihat ve Terakki dönemi hakkında yazılan eserler genellikle Osmanlı’nın yıkımına neden siyasi gelişmeler ve savaşlar ile “triumvira” yönetimi liderlerinin hayat hikayeleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Son dönemde artan “sözde Ermeni soykırımı” iddiaları nedeniyle “tehcir” meselesi üzerine de pek çok yayın yapılmıştır. Ancak İttihat ve Terakki döneminin atlanan veya görmezden gelinen bir diğer çok önemli unsuru bu dönemde hakim olmaya başlayan ve Kemalist Devrim’e de kaynaklık etmiş modernleşme anlayışı ve çabalarıdır. Bu yazıda kısaca İttihat ve Terakki döneminde yapılan reformları anlatmaya çalışacağım.


Dağılmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak için büyük bir azimle ve sert metodlarla hareket eden İttihat ve Terakki hareketi, üst üste alınan ağır yenilgiler ve büyük toprak kayıplarının yarattığı travmatik atmosfer içerisinde, devletin kurtuluşu için gerekli olan reçeteyi her alanda çağdaşlaşmak ve dönemin ileri Batı medeniyetini yakalamak olarak görmüş ve bu nedenle çeşitli alanlarda reform paketlerini uygulamaya sokmuşlardır. Feroz Ahmad’in çok doğru bir şekilde tespit ettiği şekilde İttihatçılar bu kaos ortamında devleti yeniden canlandırmak ve dünya devletleri arasında söz sahibi yapabilmek için adeta kumar oynuyor ve “ya hep, ya hiç” mantalitesiyle hareket ediyorlardı (Ahmad, “İttihat ve Terakki 1908-1914”, sayfa 190). Ancak çağdaşlaşma çabalarının yabancı devletlerin çıkarlarıyla çatışması nedeniyle İttihatçılar dış ve iç politikada büyük zorluklarla karşılaşıyor ve içeride karşılaştıkları -dışarıdan da büyük destek bulan- dine dayalı liberal propaganda karşısında baskıcı yöntemler uygulamaktan kaçınmıyorlardı. İttihat ve Terakki yönetimin çağdaşlaşma anlamında attığı en önemli adımlardan birisi kuşkusuz 9 Eylül 1914 tarihinde kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmasıdır. Bu çabaların da etkisiyle 2 Ağustos 1914 tarihinde yapılan Türk-Alman ittifakı ile Osmanlı Devleti uzunca bir süre sonra bir Avrupalı devlet tarafından eşit olarak kabul edilmiştir (Ahmad, “İttihat ve Terakki 1908-1914”, sayfa 191).



İttihat ve Terakki döneminin ayırt edici özelliklerinden birisi eğitim alanında yapılan reformlardır. Tanzimat döneminden başlayarak devletin Batı karşısındaki çaresizliğini ortadan kaldırmak için eğitimi bir kurtuluş yolu olarak gören Osmanlı aydınlarının etkisiyle İttihatçı dönemde eğitime büyük yatırım yapılmıştır. İttihatçı yönetim Edirne’yi kurtarmak için para bulamadığı dönemde dahi eğitim bütçesini istikrarlı bir şekilde arttırmıştır. 1908 yılında 200 bin lira olan eğitim bütçesi 1909’da 660 bin, 1910’da 940 bin, 1914’te ise 1.237.000 liraya çıkmıştır (Avcıoğlu, sayfa 274). Bu dönemde yabancı ülkelere çok sayıda öğrenci gönderilmiş, yurtdışından çeşitli alanlarda uzmanlar getirilerek eğitim kalitesi arttırılmıştır. Ordudaki subay eksiğine rağmen Birinci Dünya Savaşı sırasında askerlik çağındaki öğretmenler askerlikten muaf tutulmuştur. Halk eğitiminin gelişmesi için Milli Talim ve Terbiye, Halka Doğru ve Türk Ocakları gibi dernekler kurulmuştur. Bu derneklerin çabalarıyla İttihat ve Terakki döneminde vatandaşın eğitilmesi için sayısız konferans düzenlenmiştir. Özellikle köylüler ve kadınların bilinçlendirilmesi için özel çaba gösterilmiştir. Ayrıca yabancı okullarda Türkçe ile tarih ve coğrafya dersleri okutulması zorunlu kılınmıştır. Türk dil ve kültürüne uygun yeni okul kitapları hazırlanmış ve yabancı klasikler dilimize çevrilmiştir.



İttihat ve Terakki döneminde sanat alanında da önemli gelişmeler olduğunu görüyoruz. Öncelikle 1916 yılından itibaren her yıl bir devlet resim sergisi açılmış ve devlet resim başta olmak üzere tüm sanat dallarının yaygınlaşması için büyük çaba göstermiştir. Bu nedenle İstanbul’da biri kadınlar, biri erkekler için iki konservatuar kurulmuştur. Batı müziğinin Anadolu’ya girişi de bu sayede olacaktır. Devlet tiyatronun gelişmesi için İstanbul’daki tiyatrolara maddi yardım yapmış, bir aktör yetiştirme okulu da açılmıştır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ilk Türk kadın tiyatrocuları sahne almaya başlamıştır. Ayrıca Türk mimarisi, hattatlık ve tezhip gibi alanlarda canlandırma amaçlı çalışmalar yapılmıştır. İttihat ve Terakki döneminde sanata verilen önem gerçekten çok dikkat çekicidir.



Eğitim ve sanattan öte İttihatçı dönemin en önemli özelliği modernleşme ve laikleşme açısından önemli hukuki adımların atılmış olmasıdır. 1916 yılı parti kongresinde hükümet; şeriat ve modern kanunlar arasındaki ikiliği ortadan kaldırmak için bir kanun tasarısı hazırlamış ve tasarı ezici bir çoğunlukla kabul edilmiştir (Avcıoğlu, sayfa 275). Tasarıya göre bütün Türk vatandaşları için din farkı olmaksızın evlenme esası getirilmiştir. Dinci çevrelerden gelen büyük protestolara rağmen Kuran Türkçe’ye çevrilmiş, geleneksel cuma hutbeleri Türkçe yapılmaya başlanmıştır. Dinci yayın organları kapatılmış, toplumun dinsel dogmatizm etkisinden kurtularak laikleştirilmesi süreci başlatılmıştır.



İttihat ve Terakki dönemi kadın hakları açısından da son derece önemli adımların atıldığı bir dönemdir. Bu dönemde üniversiteler ve liseler kadınlara açılmıştır. Ziya Gökalp gibi feminizm akımını ülkeye tanıtan ilerici düşünürler çarşaf ve örtünme aleyhtarı yazılarıyla kadınların çarşaflarını çıkarmasalar bile yüzlerini açabilmelerini sağlamışlardır. Enver Paşa savaşta erkeklerin yerine kadınların çalışabilmesi için bir dernek kurmuş, bu sayede ordu atölyelerinde binlerce kadın çalışmıştır. İlk kadın iş taburu bu dernek sayesinde kurulmuştur. Tabur, Birinci Ordu hizmetinde cephe gerisinde görev yapmıştır. Kadınlı erkekli sosyal toplantılara ağırlık verilmiş, toplumun gerici uygulamalardan kurtularak kadının da yer aldığı modern hayata alışması için gayret gösterilmiştir. Gregoryen takvimin kabulü, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik, dil reformu ve izcilik kanunu birçok önemli gelişme de İttihat ve Terakki döneminde yapılmıştır. Latin harflerinin kabulü düşünülmüş ancak onun yerine eski yazının çeşitli biçimlerde okunmasını engellemek amacıyla Enver Paşa tarafından Arap harflerine bağlı kalınan sınırlı ölçekte bir harf inkılabı da yapılmıştır. Yeni futbol takımlarının kurulması ve önceden kurulmuş olanlarla beraber düzenli bir şekilde maç yapar hale getirilmesi de İttihatçı dönemin getirdiği yeniliklerden birisi olmuştur.



Ekonomik alanda da milli ve çağdaşlaşmacı bir duruşu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Partisi, tüm ekonomik özerklik taleplerine karşın yabancı sermayeye olan ihtiyaçlarının farkında oldukları için bu alanda çeşitli girişimlerde bulunmuş ve özellikle Japon modernleşmesinin etkisinde kalarak bu ülkeyle ekonomik ilişkileri geliştirmek istemiştir (Ahmad, “İttihatçılıktan Kemalizme”, sayfa 33). Ancak Batılı devletlerin İttihatçıların giderek kendilerine daha fazla meydan okuyan ve halkı mobilize etmeye başlayan milliyetçi cereyanından ürkmesi neticesinde yabancı sermaye destekli ekonomik kalkınma projesi başarıyla gerçekleştirilememiş ve Japonya ile hayal edilen ölçüde ilişkiler kurulamamıştır. İttihat ve Terakki döneminde mali alanda yapılan reformlarla hükümet gelirleri yükselmesine karşın, çöken devletin mirası olan büyük dış borç neticesinde ilerleyen yıllarda bütçe açık vermeye başlamıştır (Ahmad, “İttihatçılıktan Kemalizme”, sayfa 36). Ekonomide Alman sosyalist silah tüccarı Alexander Helphand’in (Parvus) fikirlerinden etkilenen İttihatçılar liberal tabuları yıkarak, kalkınmacı-korumacı bir anlayışla Müslüman-Türk burjuvazisini güçlendirmeye çalışmıştır. Tarım alanında da toprak reformu gibi devrimci projeleri olmasına karşın, ticaret ve sanayiye daha fazla önem veren İttihatçılar, gelen baskılar neticesinde tarımı modernleştirme ve ticarileştirmeye yönelik reformlarla yetinmişlerdir.



Jön Türkler ve İttihat ve Terakki hareketleri üzerine derinlemesine araştırmalar yapan Erik-Jan Zürcher’in de açıklıkla belirttiği gibi Kemalist Devrim’in Altı Ok’unu oluşturan ilkelerin temelleri devrimden on yıllar öncesinde atılmaya başlamıştır. Mesela zaten Türk toplumsal yaşantısına yabancı olmayan ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde kısmen gölgelenen laiklik akımının yeniden oluşması ve güçlenmesinde Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp gibi aydınların büyük katkıları olmuştur (Zürcher, sayfa 47). Türk milliyetçiliği ise Kemalist Devrim öncesinde özellikle elitler arasında oldukça gelişmiş ve kendini güçlü bir şekilde ortaya koymuş bir akımdır. İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi düşünürler Kemalist milliyetçiliğin resmen kabulünden çok önce onun temel motiflerini eserlerinde kullanmışlardır. Devrimcilik veya İnkılapçılık ilkesi Kemalist ideolojide İttihat ve Terakki komitacı devrimciliğinin ötesinde bir anlam kazansa da, İttihatçıların reformizminden fazlasıyla etkilenmiştir (Zürcher, sayfa 51). İttihatçıların Fransız pozitivizmi etkisinde oluşturdukları Halkçılık ilkesi ve Devletçilik anlayışı da muğlaklığına rağmen Kemalist Devrim’e önemli ölçüde ilham kaynağı olmuştur.



Tüm bu ilerici adımlardan görüldüğü üzere Kemalist Devrim’in her devrimde olduğu gibi Jakoben özellikleri bulunmasına karşın, bu devrimi gerçekleştirenler uzaydan gelmiş değildir. Prof. Şerif Mardin ve takipçilerinin Kemalizm’i “sosyal devrim” kategorisine sokmamaları ve adeta bir “saray darbesi” konumuna indirgemeye çalışmaları bu gerçeği değiştirmez. Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı entelektüel alanda Jön Türkler hareketinde, siyasal olarak da İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Zaten Norbert Von Bischoff’un da dediği gibi “Hazır olmayan şeyi, en keskin fikir dahi hayata çağıramaz ve fikrin nefesi kendisinde değmedikçe, en hazır olay şey dahi hayata kendiliğinden doğamaz” (Avcıoğlu, sayfa 277). Burada eleştirilmesi gereken nokta entellektüel dönüşüm ve sosyal değişimin Osmanlı Devleti’ndeki askeri sınıfla (saray, bürokrasi, ordu) ve tebâ (halk) arasındaki uzak mesafe, iletişimsizlik ve etkileşimsizlikten kaynaklanan merkez-çevre karşıtlığı nedeniyle dar bir alanda gerçekleştirilmiş olmasıdır. Tabii ki bu dönemdeki liderlerin vizyonları Mustafa Kemal kadar ileri de değildir. Dahası siyasal konjonktür Mustafa Kemal’in atacağı adımların o dönemde atılabilmesini imkansız kılmaktadır. Ancak Jön Türkler ve İttihat ve Terakki döneminde atılan ilerici adımlar bir anlamda toplumu ve özellikle de merkezde yer alan dar askeri, bürokratik ve entellektüel kadroları Kemalist Devrim için hazır hale getirmiştir. Bu nedenle günümüzde İttihatçı dönemin neo-liberal çalışmalarda hedef tahtası haline getirilmesinde ve çağdaşlamacı unsurlarının görülmemesinde genel olarak Kemalist Devrim’e ve modernleşmeye duyulan bir tepkiden söz etmek sanırım yanlış olmayacaktır.


KAYNAKLAR

-Avcıoğlu, Doğan, “Türkiye’nin Düzeni”, 1974, İstanbul: Cem Yayınevi

-Ahmad, Feroz, “Modern Türkiye’nin Oluşumu”, 1993, İstanbul: Sarmal Yayınevi

-Ahmad, Feroz, “İttihat ve Terakki 1908-1914”, 2004, İstanbul: Kaynak Yayınları

-Ahmad, Feroz, “İttihatçılıktan Kemalizme”, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları

-Zürcher, Erik-Jan, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, 2004, “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce cilt 2 Kemalizm”, İstanbul: İletişim Yayınları
Ozan Örmeci

Kemalizm'in Yeniden Doğuşu


Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ideolojisi konumundaki Kemalizm; 1920’li ve 1930’lu yıllarda Türk halkının ülke ve dünya koşulları çerçevesinde ve üniter bir ulus-devlet yapısı içerisinde modern ve seküler bir kimlik kazanmasını amaçlamış ve bunu kısmen de olsa başarmış olan siyasal akımın adıdır. Üstüne çok söz söylenen ancak her fırsatta siyasi amaçlarla saptırılan ya da haksız yere saldırılan, hala tam olarak anlamlandıramadığımız, oysa dünyadaki anti-emperyalist devrimlere öncülük etmiş çok önemli ve değerli tarihsel sıçrama, toplumsal dönüşüm projesinin adıdır Kemalist Devrim. Bu yazıda Mustafa Kemal Atatürk ve yoldaşlarının eseri olan Kemalist Devrim’in temel özelliklerini ve yarı-ideoloji niteliği kazanmasına neden olan Altı Ok’u mercek altına alacak ve daha sonra Türkiye’nin içerisinde bulunduğu koşulların neden Kemalizm’i yeniden ve şiddetli bir şekilde gündeme getirecek olduğunu anlatmaya çalışacağım.



Kemalist Devrim’i anlayabilmek için Fransız Devrimi’ni ve Bolşevik Devrimi’ni de bilmek gerekir. Zira Kemalizm bu iki çok önemli tarihsel sıçrayıştan fazlasıyla etkilenmiş ve 1920’li, 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış bir dünya görüşüdür. Cumhuriyet mefkuresini oluşturan Altı Ok’u incelediğimizde Laiklik, Milliyetçilik ve Cumhuriyetçilik gibi değerlerin Fransız Devrimi’nden, Devrimcilik, Halkçılık ve Devletçilik gibi değerlerin ise Bolşevik Devrimi’nden esinlenilerek benimsendiği görülecektir. Ancak Kemalizm ideologları bunu yaparken Tanzimat taklitçiliğine kaçmamış ve bu değerleri esnek bir anlayışla Türk toplum yapısı, Türkiye’nin öznel koşulları ve çağdaşlaşma hedeflerine göre şekillendirmişlerdir.



Kemalizm’in iki temel değeri bilimsellik ve akılcılıktır. Kemalizm’e temelinden bir eleştiri getirmek isteyenler genellikle devrimin ideologlarının pozitivist anlayışlarına gönderme yaparak onun tekçi ve mutlakiyetçi bir düşünce sistematiği olduğunu ileri sürerler. Oysa bilmedikleri şey pozitivizmin Kemalist Devrim’e damgasını vurmasının sebebinin bilimselliğe ve akılcılığa atfedilen büyük önem ve o dönemde tek hakim bilim felsefesinin pozitivizm oluşudur. Bilindiği üzere bilim; dini dogmaların aksine durağan değildir ve pozitivizm anlayışı da zaman içerisinde farklı bilimsel yaklaşım ve metodlarla desteklenmiştir. Bu nedenle Kemalizm de zaman içerisinde doğal olarak bir değişime ve gelişime uğramış, mesela muğlak olarak nitelendirilebilecek ekonomi politikası 1960 ve 1970’lerde CHP tarafından sosyal demokrasi-sosyalizm anlayışına dayalı halkçı sosyal devlet projesiyle desteklenmiştir. Yine tek-parti anlayışından çok partili demokrasiye geçilmesi Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde gerçekleştirilememiş olmasına karşın, 1950’lerden bu yana kesintilerle de olsa ülkemizde uygulanabilmiştir. Merhum Ahmet Taner Kışlalı’nın deyimiyle “Cumhuriyeti numaralandırmak isteyenler”in anlayamadıkları şey; Kemalizm’in dinamik ve adeta “sürekli devrim” anlayışını destekleyen devrimci yapısıdır.



Kemalist Devrim’in iki temel amacı bulunmaktadır. Birincisi tam bağımsız ve halk iradesine dayalı demokratik bir ulus-devletin yaratılmasıdır. Mustafa Kemal’in hayatta olduğu dönemde izlediği dış politika anlayışı incelendiğinde ülkenin bağımsızlığına verdiği önem açıkça görülecektir. Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışı Türkiye’nin çeşitli birlik ve uluslararası kurum-kuruluşlara üye olmasına asla engel değildir. Ancak 1950’lerden bu yana politikacılarımızın isteyerek veya istemeyerek yaptıkları şey Türkiye’nin yabancı ülkelerle olan ilişkilerinde mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına özen göstermemeleri ve ülkeyi adeta bir müstemleke (koloni) gibi yönetmeleridir. Kemalist Devrim’in ikinci çok önemli ülküsü ise Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin gerisinde kalmaması hatta bunu aşmasıdır. Ancak maalesef ülkemizde Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana çağdaşlaşma, genellikle salt Batılılaşma ve Avrupalılaşma şeklinde algılanmaktadır. Oysa Mustafa Kemal’in istediği çağdaş uygarlık ve tekniklerin dünyanın neresinde olursa olsun bulunması, incelenmesi ve Türkiye’nin toplumsal gerçekliklerine göre yeniden düzenlenmesidir. Atatürk’ün özlemini duyduğu Türkiye “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi doğrultusunda dünyaya örnek olacak bir kültür ve uygarlık merkezidir. Maalesef günümüzde bu hedeflerin çok uzağında kalmış gibi görünüyoruz.



Kemalizm’i anlamak için Kemalist Devrim’i somutlaştıran Altı Ok’u mutlaka iyi bilmek zorundayız. Altı Ok’un en önemli ilkelerinden olan ulusçuluk veya milliyetçilik; farklı etnik unsurlardan oluşan Türkiye’nin etnik bir doku kazanmasından çok, yurttaşlık temeli etrafında herkese eşit haklar sunan anti-emperyalist, tam bağımsız bir ulus-devlet yaratılmasını amaçlamaktadır. Zira çağdaş bir toplum olmak için öncelikle ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmek gerekmektedir. Büyük ölçüde Ziya Gökalp’in düşünceleriyle şekillenen Kemalist milliyetçilik (Atatürk milliyetçiliği) sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı ve ayrımcı olmayan sivil bir milliyetçilik anlayışıdır. Mustafa Kemal, “mazlum milletler” olarak nitelendirdiği koloni ve yarı-koloni ülkelerin zaman içerisinde bağımsızlıklarını kazanacaklarını çok önceden görmüş ve tüm bu ülkelere model olacak bir evrensel değerler bütünü yaratmayı başarmıştır. Sadece siyasi bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da hedefleyen Kemalist milliyetçilik anlayışı, açık bir şekilde ırkçılık ve ümmetçiliğin karşısındadır. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’nın da tespit ettiği gibi bölücü değil birleştirici, gerici değil ilerici, savaşçı değil barışçıdır. Bu nitelikleriyle Kemalizm’in ulusçuluk anlayışı çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.



Kemalist Devrim’in en önemli ilkelerinden bir diğeri de Cumhuriyetçiliktir. Cumhuriyetçilik Kemalizm’in demokrasi ile bütünleşen özelliğidir. Cumhuriyetçilik anlayışıyla siyasal iktidarın teokratik otoriteye ya da saltanat kurumuna verilmesi engellenmiş ve halkın kendi kendini yönetebilmesi amaçlanmıştır. Mustafa Kemal’e göre yeni Türkiye bir “halk devleti” olmalıdır. Bunun için devrimler halka yayıldıktan sonra çok partili bir demokrasinin inşa edilmesi zorunluluktur. 1930’larda tüm dünyada otoriter, faşist rejimler yaygın ve popüler hale gelmişken dahi Mustafa Kemal Serbest Fırka’nın kurulmasını istemiştir. Prof. Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi “hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun”. Mustafa Kemal isteklerini somutlaştırmak istercesine dünyada ilk kez geleceğin vatandaşları olan çocuklara bir bayram hediye etmiş ve Cumhuriyet’i gençlere emanet ettiğini söylemiştir. Seçmen yaşı onun döneminde 18’e indirilmiş, neredeyse hiçbir toplumsal istek olmamasına karşın kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Cumhuriyetçilik; Kemalizm’in demokrasi karşıtı olmadığı gibi tam tersine demokrasinin kurulmasını amaçlayan en önemli ilkelerinden birisidir.



Mustafa Kemal’in demokrasi anlayışı somutlaştıran bir diğer ilke de halkçılıktır. Mustafa Kemal halkçılığı şu şekilde tanımlamıştır; “Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir” (Kışlalı, sayfa 42). Mustafa Kemal’in partisi olan CHP daha sonraları bu ilkeyi somutlaştırmış ve üç ana maddede toplamıştır. Bu maddeler siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik ve dayanışmacılık anlayışıyla bir sınıfın diğeri üzerinde egemenlik kurmasına engel olunmasıdır. Kemalizm en azından teorik düzeyde seçkincilik karşıtı, halkçı bir dünya görüşüdür. Atatürk’ün yaptığı yenilikler incelendiğinde Osmanlı döneminden kalma seçkin-halk ikilemini ortadan kaldırmaya çalıştığı görülecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal keskin bir yöntemle de olsa sadece seçkinlerin anlayabildiği Arapça ve Farsça etkisindeki Osmanlıca’yı ortadan kaldırarak, Latin alfabesiyle yazılan ve halkın kolaylıkla öğrenebildiği-anlayabildiği Türkçe’yi resmi dil olarak benimsemiştir. Kemalizm’in benimsediği halkçılık anlayışı ayrıcalıksız, dayanışmacı bir toplumun yaratılmasını amaçlıyordu. Osmanlı’nın toplumsal yapısı nedeniyle zaten var olmayan sınıf çatışmalarının oluşması engellenmeli, eğer oluşuyorsa da dayanışmacı bir toplumun devam edebilmesi için daima ezilenler korunmalıydı. Bu nedenle sosyal sınıfların oluşmaya başladığı 1960’lardan itibaren Türkiye’de sosyal devlet güçlü bir şekilde inşa edildi. Ancak günümüzde maalesef sosyal devlet neo-liberal saldırıların hedefi haline gelmiş ve gerçekleştirilmesi düşünülen Sosyal Güvenlik Reformu ile neredeyse tasfiye edilmek durumundadır. Oysa Kemalist Devrim’in amacı yönetimde, kalkınmada, gelir dağılımında, devlet olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesi ve hiçbir grubun ezilmemesine yöneliktir.



Kemalist Devrim’in çok önemli bir diğer ilkesi devrimciliktir. Atatürk’ün devrimcilik anlayışı temeli itibariyle geçerliliğini yitirmiş köhne kuruluş ve düzenlemelerin yıkılarak yerine çağdaş yeni kurum ve düzenlemelerin kurulmasıyla ilgilidir. Kemalizm dinamiktir; değişimlere, dönüşümlere açıktır. Bu nedenledir ki Mustafa Kemal Yakup Kadri ile yaptığı bir sohbette Kemalizm’in kalıplaşmış bir ideoloji olmasına karşı çıkmış ve böyle yapılırsa “donup kalınacağını” ifade etmiştir. Koşullara koşut olarak kurumların, düzenlemelerin ve düşüncelerin değişebileceğini Mustafa Kemal çok önceden görmüştür. Bu nedenle Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Kemalizm’in devrimcilik anlayışı “sürekli devrim” anlayışını yansıtmaktadır. Kemalist Devrim’i savunmak onu belli dar kalıplar içerisinde anlamak değildir. Tam aksine onu geliştirmek, ilerletmek ve çağdaş gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlamak, karşı-devrim tuzağına düşmeden devrime kaldığı yerden devam etmektir.



Kemalizm’in devletçilik anlayışı da tartışmalara konu olan ve yeterince irdelenmemiş bir Cumhuriyet ilkesidir. Osmanlı döneminde ticaretin yalnız gayrimüslimlerin elinde bulunması ve sosyal sınıfların tam anlamıyla oluşmamış olması nedeniyle çağdaş devletlerin sanayileşme anlamında yüzyıllarca yıl gerisinde kalmış Cumhuriyet’in izlemesi gereken ekonomi politikası devletçilik temelli bir karma ekonomidir. Ülkenin bir sermaye birikimi yoktur ve ülkenin kalkınması için tek çare devletin ekonomide aktif bir rol üstlenmesidir. 1929 yılındaki Büyük Buhran bu anlayışı güçlendirmiş ve CHP içerisinde liberal İş Bankası grubuna rağmen devletçilik Altı Ok’a dahil edilmiştir. Bu sayede Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük ekonomik büyüme oranlarını Atatürk döneminde yakalamış, dış borçlar ödendiği gibi yerli sanayi de kurulmuştur. Batılı ülkelerde işçi sınıfının haklarını elde etmesi uzun süren kanlı mücadelelere sahne olurken, ilerici Kemalizm anlayışı sayesinde Türkiye’de 27 Mayıs sonrası yapılan 1961 anayasası ile bu haklar kolaylıkla sağlanmıştır.



Kemalist Devrim’in günümüzde belki de üzerinde en çok durulması gereken son ilkesi laikliktir. Laiklik yalnızca din ve devlet ya da dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik demokrasinin yani halk iradesine ve idaresine dayalı modern toplum yönetiminin temelinde yatan bir olgudur. Zira laiklik sayesinde teokrasiye dayalı ilahi meşruiyet yerini tüm eksikliklerine karşın milli irade olarak da bilinen demokratik halk iradesine bırakmıştır. Sekülarizme dayalı olarak meşruiyetin kaynağı artık ruhban sınıflar, imparatorlar değil ulus-devleti oluşturan halklardır. Bu nedenle demokrasi-laiklik-halkçılık birbirleriyle yakından alakalı ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Kemalist Devrim sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirmiştir. Onlarca Müslüman ülke içerisinde tek laik ve demokratik hukuk devleti olarak kalabilmiş Türkiye’nin başarısı da işte Mustafa Kemal’in bu ilerici uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Bugün maalesef bazı sözde demokrasi, insan hakları ve düşünce özgürlüğü savunucularının laiklik karşıtı eylemleri desteklemeleri oldukça düşündürücüdür. Zira bu kişilerin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde savundukları halk iradesini egemen kılan bu prensibin yıpratılması ve şeyh, tarikat liderleri gibi teokrasiye dayalı otorite sahiplerini siyasette egemen kılmak yani demokratik halk iradesini gölgelemektir. Ancak demokrasi ancak demokrasiyi özümsemiş kurum ve bireylerle ayakta kalabilir. Gelişmiş, pekişmiş bir demokrasi Adam Przeworski’nin meşhur tabiriyle “şehirdeki tek oyun”dur. Bu tabirle kastedilen şey tüm siyasal ve sosyal aktörlerin demokrasiyi özümsemiş ve kendi içlerinde demokratik bir yapıyı kurmuş olmalarıdır. İşte bu nedenle hepimiz ordunun tüm diğer kurumlar gibi demokratikleştirilmesinden, itaat kültürünün yok edilmesinden ve ast-üst ilişkisinin demokrasiye uygun bir şekilde düzenlenmesinden yanayız. Ancak her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni acımasızca eleştirenler söz konusu tarikat ve cemaatlerin iç yapısı olduğunda her nedense demokrasiyi rafa kaldırabilmekte ve açık bir çifte standart uygulaması yapmaktadırlar. Bugün ne acıdır ki şeyh-mürit ilişkisi demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmadığı halde özgürlük kavramının içi boşaltılarak bu yolla savunulmakta ve çeşitli tarikatların, cemaatlerin varlıkları ve siyasal ve ekonomik alanlardaki etkinlikleri insanlara zorla kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Oysa şeyhler Tanrı’nın elçileri değillerdir ve dahası demokratik bir şekilde başa geçmemişlerdir. Türkiye’de seçim sonuçlarını etkileyecek kadar etkili bir güce ulaşmış tarikatların varlığı demokrasi açısından çok büyük bir sorun teşkil etmektedir. Rahmetli İsmail Cem’in de belirttiği gibi demokrasi bir siyasal sistemden ziyade bir yaşam kültürüdür ve gelişmesi için aileden, okuldan, askeriyeden, camiden başlayarak her alanda geçerli kılınması gereklidir.



14 Nisan Cumhuriyet mitingiyle başlayan süreçte Kemalizm’in günümüzde yeniden ve güçlü bir şekilde canlanmaya başladığını görmekteyiz. Henüz bu yeniden dirilen akım toplumun büyük kesimlerine çeşitli nedenlerle (uygun bir siyasal platform ve organizasyon bulamayışı, Türk siyasetindeki dış etkiler, iktidar olanaklarını fütursuzca ve yasa dışı bir şekilde kendi partisi lehine kullanan ve din istismarı yapan AKP gibi büyük bir gövdenin bulunması vs.) ulaşamamış olsa da, toplumun çeşitli kesimlerinden hükümet ve Türkiye’nin iç ve dış siyaset yönetimine yönelen yüksek sesteki tepkiler Kemalizm’in yeni bir çıkışın eşiğinde olduğunun ispatı şeklinde nitelenebilir. Şimdi bu yükselişin üç temel nedeni üzerinde duralım.



Kemalizm’in Altı Ok’undan biri olan Kemalist milliyetçilik anlayışı Prof. Dr. Ümit Cizre’nin de belirttiği şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu millet sisteminden ulus-devlet anlayışına geçişi ve İmparatorluğunun travmatik etkiler yaratan toprak kayıplarından sonra gelen savunmacı bir refleksi yansıtmaktadır. Bu nedenle Kemalizm ve Cumhuriyetçiler Cizre’nin deyimiyle ülkenin sınırlarına ve toprak bütünlüğüne “varoluşsal” bir anlam yüklemiş ve toprak kayıpları olmaması konusunda oldukça katı bir tutum takınmıştır. 21. yüzyıl dünyasında başını ABD, İsrail ve AB’nin çektiği çeşitli makro siyasal projeler çerçevesinde öncelikli olarak Irak’ın kuzeyinde yaratılmak istenen ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içerisinde doğru genişlemesi hedeflenen Kürt devleti bu noktada daha çok merkez sol-sosyal demokrat eğilimli Türkiye’deki Cumhuriyetçi kesimlerin olağan dışı koşullar nedeniyle doğal olarak kendilerini 1920’li yılların koşullarında hissetmelerine ve Kemalizm’e sarılmalarını gündeme getirmektedir. Yani Kemalizm’in yeniden yükselişin ilk ve en önemli nedeni Türkiye’nin toprak bütünlüğünün emperyalist bir proje olan Kürt devleti nedeniyle tehdit altında olmasıdır. Bu olağan dışı koşullarda elbette olağan dışı (yani çok partili demokrasi öncesi Milli Mücadele ve devrim süreci) dönemin ürünü olan Kemalizm sosyal demokrasinin yerini almakta ve kitlelerin temel referansı haline gelmekte ve hızla güçlenmektedir.



Kemalizm’in yeniden doğuşunu sağlayan ikinci önemli neden ise günümüzde iktidardaki liberal İslamcı partinin Osmanlı Devleti’nin çöküşüne de neden olan yarı-teokratik yapısı ve geri kalmışlığını çağrıştıran bazı uygulama ve anti-seküler söylemleri hem kendi siyasal hedefleri ve hem de ABD’nin Türk devletine biçtiği “ılımlı İslam devleti” projesi doğrultusunda sürekli gündemde tutmasıdır. 12 Eylül’den bu yana Türk devleti ve toplumuna egemen kılınmaya çalışılan İslamizasyon projesi ve mafya-tarikat-siyaset-ticaret düzeni doğal olarak Cumhuriyetçi kesimlerde büyük bir korku uyandırmakta ve aslında demokrat-özgürlükçü bir çizgide bu kesimlerin Kemalizm’in 1920’lerde oluştuğu normal üstü koşullarının varlığını günümüzde de hissederek kurucu ideolojiye sıkı sıkıya bağlanmalarına yol açmaktadır. Elbette somut siyasal hedeflerden yoksun böyle bir eğilim demokrasi dışı söylem ve uygulamaları güçlendirirken, demokrasiyi Cumhuriyet’in tasfiyesi aşamasına kadar getiren karşı devrimcilerin toplumsal uzlaşmaya yanaşmamaları sorunların demokrasi içerisinde halledilmesini daha zor bir hale getirmektedir.



Kemalizm’in adeta yeniden doğuşunu çağrıştıran tepkilere zemin hazırlayan üçüncü önemli neden ise, küreselleşme sürecinde IMF programları ve borsa vurgunlarıyla günden güne fakirleşen Türkiye’de artık emekçileri neredeyse kölelik düzeyine indirgemeye çalışan vahşi liberal bir programın Sosyal Güvenlik Reformu adıyla AKP hükümeti tarafından uygulamaya geçirilmeye çalışılmasıdır. Türban tartışmaları gibi oyalama taktikleriyle üstü örtülmek istenen toplum için aslında daha temel ve önemli olan ekonomik altyapı değişikliğidir. Bu reform paketiyle Türk işçisi ve memuru sözleşmeli ve yabancı devletlerin yönlendirdiği küresel dünya ekonomisine hizmet edecek köleler olarak düşünülürken, AKP’nin palazlandırdığı yeni burjuvazi milli kimliğinden tamamen sıyrılarak uluslararası sermaye ile çeşitli ittifaklar kurmakta ve komprador kimliğini güçlendirmektedir. İşte bu son derece tehlikeli ekonomik dönüşüm Kemalizm’in günümüze dek son derece kısıtlı bir ölçekte de olsa uygulanabilmiş Halkçı-Devletçi sosyal ekonomi politikaları sayesinde hak sahibi olmuş milyonları tepkiye sevk etmekte ve toplumun emekçi-memur katmanları sınıfsal çözüm yolunu yine Kemalizm’de bulmaktadırlar. Bu üç temel mesele;


-Kürt devletinin oluşumu sürecinde Türk devletinin sınırlarının değiştirilmeye ve Türk kimliğinin zayıflatılmaya çalışılması
-Dine dayalı yarı teokratik ılımlı bir düzenin hükümet edenler ve dışarıdan kumanda edenlerin projeleri doğrultusunda ülkede hakim kılınmaya çalışılması
-Vahşi küreselleşme nedeniyle sosyal hakların tamamen geri alınmaya çalışılması


Altı Ok’unun tamamı ve özellikle halkçılık-devletçilik ve demokrasi temelli yeni bir değerlendirmesiyle Kemalizm’in yeni bir çıkışın eşiğinde olabileceği umudunu taşımamızı sağlamaktadır. Ancak bunun için ön yargısız ve bütüncül bir sosyolojik analize dayanan sağlam bir ideolojik çerçeveye, güçlü, aktif ve halka açık bir örgüt ve siyasal organizasyona ve en önemlisi cesur ve inanmış partililere ihtiyaç duyulmaktadır.



Kemalizm ve Kemalist Devrim’le alakalı genel bir değerlendirme yapmak gerekirse Mustafa Kemal’in ölümsüz eseri olan Kemalist Devrim; Kurtuluş Savaşı süreciyle başlamış, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutları olan çok kapsamlı bir devrim, bir toplumsal dönüşüm projesidir. Eğer küreselleşme çağında karşı karşıya kaldığı tüm tehditlere rağmen hala ayakta kalabiliyorsa Jakoben özelliklerine ve halka Atatürk’ün ölümü sonrası gerektiği şekilde ve doğru bir biçimde yayılamamasına rağmen sosyal bir devrim olmadığını iddia etmek zordur. Zaten Kemalist Devrim’in izleri ve toplumsal tabanı İttihat ve Terakki döneminde rahatlıkla bulunabilir. Napolyon’un söylediği gibi “süngülerle her şey yapılabilir ama üzerine oturulamaz” (Kışlalı, sayfa 50). Yani tarihte toplumsal tabanı olmayan hiçbir hareketin başarıya ulaşma şansı yoktur. Kemalist Devrim hakkındaki yanlış ancak yaygın bir kanı devrim ideolojisinin “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak” ülküsünün salt bir Avrupacılık-Batıcılık eğilimiyle özdeşleştirilmesidir. Oysa Avrupa’nın bilim, kültür ve sanat alanındaki başarılarından övgüyle söz etmesine karşın emperyal siyasal yapısı hakkında sık sık eleştirilerde bulunan Mustafa Kemal’in bu sözle kastettiği dünyanın neresinde olursa olsun tüm ilerici ve gelişmiş düşünce ve uygulamaların gerisinde kalınmamasıdır. Mustafa Kemal tarihin gördüğü en büyük devrimcilerden biri olarak tarihin gördüğü en büyük devrimlerden birine imzasını atmıştır. Ve tarih tüm saptırma çabalarına karşın onu böyle yazmaya devam edecektir. Kemalizm uygun bir siyasal platform bulduğunda 21. yüzyıl Türkiye’sinde karşı devrimcilerin provokatif söylem ve uygulamaları ile dünya siyasal sistemindeki hegemonik güçlerin Türkiye’ye biçtiği yanlış ve sakat rol nedeniyle kaçınılmaz olarak yeniden güçlenecek ve iktidarın en büyük alternatifi olacaktır.

KAYNAKLAR

-Kışlalı, Ahmet Taner, "Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği", 1993, İstanbul: İmge Yayınevi

-Avcıoğlu, Doğan, "Türkiye’nin Düzeni", 1974, İstanbul: Cem Yayınevi

-Özbudun, Ergun & Kazancıgil, Ali, “Atatürk: Founder Of A Modern State”, 1986, London: C. Hurst

-Heper, Metin, “İsmet İnönü: The Making Of A Turkish Stateman”, 1998, Boston: Brill

-Mango, Andrew, “Kemalism In A New Century”, Brian W. Beeley’in “Turkish Transformation: New Century New Challenges” kitabından, 2002, Huntington: The Eothen Press, 22-36

-Ahmad, Feroz, “İttihatçılıktan Kemalizme”, 1999, İstanbul: Kaynak Yayınları

-Cizre, Ümit, “Turkey’s Kurdish Problem: Borders, Identity and Hegemony” Brendan O’Leary’nin “Right-Sizing the State” kitabından, 2001, Oxford University Press

Bu konuyu anlattığım Kanal B'de yayınlanan Bekleme Odası adlı televizyon programını izlemek için buraya tıklayınız.

Ozan Örmeci