2 Mayıs 2024 Perşembe

2024 Güney Afrika Genel Seçimleri

 

Giriş

Afrika kıtasında ırkçı “apartheid” rejiminin yakın geçmişte Nelson Mandela önderliğinde yıkılması bağlamında büyük bir siyasi etkisi olan Güney Afrika Cumhuriyeti, 29 Mayıs 2024 tarihinde genel seçimlere sahne olacaktır. Bu seçim, apartheid rejiminin yıkılmasından bu yana ülkeyi yöneten Afrika Ulusal Kongresi’nin (African National Congress-ANC) son dönemde ekonomide ve siyasette yaşadığı sorunlar nedeniyle oy kaybetmeye başlaması bağlamında oldukça önemlidir. Zira 1994’ten bu yana ülkede uygulanan demokratik siyasal sisteme karşın, kartel (dominant/hâkim) parti sistemi modelinin kurumsallaştığı Güney Afrika’da, bu seçimde veya ilerleyen yıllarda, geçmişte Türkiye ve Hindistan’da olduğu gibi bir değişimin yaşanması ve kurucu partinin iktidarını kaybetmesi ihtimali söz konusudur. Bu nedenle, bu yazıda 2024 Güney Afrika genel seçimleri enine boyuna değerlendirilecektir. Ancak bunun için, öncelikle Güney Afrika tarihi kısaca özetlenecek, daha sonra da Güney Afrika’nın toplumu, siyasi sistemi, ekonomisi ve dış politik özellikleri mercek altına alınacaktır.

Güney Afrika Tarihi

Güney Afrika’nın bilinen tarihine dair en önemli gelişmelerden birisi, 1488 yılında Portekizli denizci Bartolomeu Dias tarafından Ümit Burnu’na ulaşılması sonrasında, o zamana kadar Zulu, Xhosa ve Sotho gibi büyük yerli kabilelerin yaşadığı Güney Afrika’nın 17. yüzyılın ortalarından itibaren Hollanda’nın işgaline maruz kalması ve sömürgeleştirilmesidir.[1] Hollandalılar, 1652’den itibaren Cape Town’da bir istasyon kurarak, köle ticareti ve deniz yoluyla doğal kaynakların ticaretini kapsayan organize bir düzen kurmuşlardır.[2] Hollandalıların Güney Afrika’da yerleşen nüfusuna ise zaman içerisinde Boerler denmeye başlamıştır. 1806 yılında İngiliz (Britanya) İmparatorluğu’nun kontrolü sağladığı Cape kolonisi, zamanla nüfuzunu Zulu ve Xhosa kabilelerin topraklarına doğru genişletmiş ve Hollandalılarla birlikte Güney Afrika’da etkin bir güç haline gelmiştir.[3] Yerel kabileleri burada yaşanan küçük çaplı savaşlarda mağlup eden İngilizler, ilerleyen yıllarda Güney Afrika’da altın ve elmas kaynaklarının bulunmasıyla birlikte ülkeye Avrupa’dan göçler artmıştır. Öyle ki, Güney Afrika’da İngilizler ile Hollanda kökenli Afrikaanslar arasında yaşanan iktidar mücadelesi, 1880-1881 döneminde Birinci Boer Savaşı’na, 1899-1902 arasında da İkinci Boer Savaşı’na yol açmıştır.

Güney Afrika bayrağı

Güney Afrika, 1931 yılında Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını kazandıysa da, bu, yalnızca ülkedeki beyaz azınlığın menfaatlerini gözeten bir rejim kurulmasına vesile olmuştur. Nitekim ırk ayrımcılığına dayalı ve “apartheid” adı verilen bu sistem, 1948 yılından itibaren kurumsal bir nitelik de kazanmıştır.[4] Bu dönemlerde ülkedeki Devlet Başkanı İngiltere’nin monarkı kabul edilmiştir. Beyaz olmayan çoğunluk nüfusun birçok kısıtlamalara maruz kaldığı bu sistem, kuruluş tarihi 1912’ye kadar uzanan Afrika Ulusal Kongresi-ANC adlı siyasal hareket/partinin çabaları ve aktif mücadelesiyle zaman içerisinde sorgulanmaya başlansa da, Soğuk Savaş döneminde jeopolitik çıkarların ön planda tutulması nedeniyle Güney Afrika’ya ABD ve İngiltere’nin sağladığı desteğin de etkisiyle, 1994’e kadar ayakta kalabilmiştir. Bu yıllarda ülkeyi aşırı sağcı Ulusal Parti’den (National Party-ND) seçilen ve beyaz üstünlüğünü savunan beyaz liderler yönetmiştir. Bu liderler; Charles Robberts Swart (1961-1967), Jozua François Naudé (1967-1968), Jacobus Johannes Fouché (1968-1975), Nicolaas Johannes Diederichs (1975-1978), Balthazar Johannes Vorster (1978-1984), Pieter Willem Botha (1984-1989) ve Frederik Willem de Klerk’dir (1989-1994). 1961 yılında Güney Afrika’da Cumhuriyet rejimine geçilmiş, apartheid rejiminin tüm kalıntılarının temizlenmesi ise 1997’de ilan edilen yeni anayasa ile mümkün olabilmiştir. Bu döneme dair belki de tek olumlu miras ise, beyaz nüfus arasında kısıtlı olarak uygulanan demokratik seçim geleneğinin Güney Afrika’da kök salması olmuştur.

Nelson Mandela

Ülkede ilk demokratik seçimler (herkesin oy kullanabildiği) 1994 yılında yapılırken, ömrünün büyük bölümünü hapisten geçiren ANC’nin efsanevi lideri Nelson Mandela, bu seçimde yüzde 62,65 oy alarak ülkenin yeni lideri olmuştur. Uzlaştırıcı tavrı ile Mandela ile birlikte 1993 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanan ülkenin son apartheid sistemiyle seçilmiş Başkanı olan Frederik Willem de Klerk ise, bu süreçte yapıcı tavrıyla sivrilmiş ve övgü toplamıştır. Bu tarihten itibaren Güney Afrika’yı daima ANC’li seçilmiş Başkanlar yönetirken, 1999 seçimlerini ANC lideri Thabo Mbeki yüzde 66,35, 2004 seçimlerini de yüzde 69,69 oyla çok rahat kazanmıştır. 2009 seçimlerinde Jacob Zuma yüzde 65,90’la rahat bir zafere ulaşırken, Zuma, 2014 seçimlerinden de yüzde 62,15 oyla galibiyetle ayrılmıştır. 2019 seçimlerinde ANC adına Cyril Ramaphosa, yüzde 57,5 oyla seçimi önde tamamlarken, ANC’nin görece oy kaybı yaşaması ve ANC dışında ülkedeki iki büyük siyasi parti olan Demokratik Birlik (DA) ve Julius Malema önderliğinde kurulan Ekonomik Özgürlük Savaşçıları-EFF’nin oy artışı dikkat çekmiştir. Bu nedenle, ANC’nin iktidarını devredebileceği kritik bir seçim olarak 2024 Güney Afrika genel seçimleri oldukça önemli hale gelmiştir.

Jacob Zuma

Güney Afrika Toplumu, Siyasi Sistemi, Ekonomisi ve Dış Politikası Hakkında Bilgiler

Güney Afrika veya Güney Afrika Cumhuriyeti, Afrika kıtasının en güneyinde yer alan ve güzel doğası ve ırkçılık karşıtı duruşuyla dünya genelinde oldukça sevilen bir devlettir.[5] Orta Afrika Cumhuriyeti ile birlikte ülke isminde Afrika’yı kullanan iki ülkeden birisi olan Güney Afrika, bir anlamda Afrikalıların siyasi merkezi (Kâbe’si) durumundadır. Ülkenin sınır komşularını Namibya, Botsvana, Zimbabve, Mozambik ve Esvatini oluştururken, ülkenin güneydoğusunda Hint Okyanusu, güney ve güneybatısında da Atlas Okyanusu bulunmaktadır. Bu ülkelerin haricinde, Lesotho da, tamamen Güney Afrika Cumhuriyeti toprakları içinde yer alan bir ülke olarak Güney Afrika sınırlarını paylaşmaktadır. Ülkenin yüzölçümü ise 1.219.090 kilometrekaredir.[6] Ülkenin sloganı ise “ǃke e: ǀxarra ǁke” yani “farklılıklarda birleşmek”tir.

Güney Afrika haritası[7]

Güney Afrika’nın nüfusu yaklaşık 60,4 milyon olup, bu nüfusun yüzde 81,4’ü siyahilerden, yüzde 8,2’si melezlerden (coloured), yüzde 7,3’ü beyazlardan ve yüzde 2,7’si Hint/Asyalılardan oluşmaktadır.[8] Ülkede tam 11 farklı resmi dil (Afrikaansça, İngilizce, Ndebele, Pedi, Sotho, Swazi, Tsonga, Tswana, Venda, Xhosa ve Zulu) bulunmakta olup[9], bunlar arasında Zulu (yüzde 25,3), Xhosa (yüzde 14,8), Afrikaansça (yüzde 12,2), Tswana (yüzde 9,1), İngilizce (yüzde 8,1) ve Sotho (yüzde 7,9) en yaygın kullanılan yerel dillerdir.[10] Dini açıdan bakıldığında ise, ülkedeki nüfusun yüzde 85,3’ü Hıristiyan, yüzde 7,8’i Afrika’nın yerel dinlerine (animizm türleri) mensup, yüzde 1,6’sı Müslüman ve yüzde 1,1’i Hindu inancındadır.[11]

Güney Afrika, demokratik değerlere dayanan anayasal düzeni ve gelişmiş ekonomisiyle günümüzde Afrika kıtasındaki en güçlü ve istikrarlı ülkelerden birisidir. Şubat 1997’de yürürlüğe giren Güney Afrika anayasasında temel hak ve özgürlükler teminat altına alınmış ve demokratik bir federal siyasi düzen teşkil edilmiştir.[12] Nispi temsil seçim sistemine göre 5 yılda bir yapılan seçimlerle üyeleri belirlenen 400 koltuklu Ulusal Meclis (National Assembly) yasamadan sorumlu olurken, meclis çoğunluğunu sağlayan partinin lideri Cumhurbaşkanı veya Devlet Başkanı seçilmektedir. Ayrıca Ulusal Meclis’e yardımcı ikinci meclis hüviyetindeki Ulusal Eyaletler Konseyi (National Council of Provinces), ülkedeki 9 eyaletin her birinin Eyalet Meclisi tarafından seçilen 10’ar kişilik heyetlerden olmak üzere, toplam 90 temsilciden oluşmaktadır.[13]

Federalizm esaslarına göre yapılanan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde tam 9 eyalet vardır. Bunların her birinin kendi yasama, yürütme kurumları ve Başkanları bulunmaktadır.[14] Bu eyaletler şunlardır; Gauteng, Western Cape, Kwazulu Natal, Eastern Cape, Northern Cape, Limpopo, Mpumalanga, Free State and the North West.[15] Güney Afrika’da ilginç bir şekilde üç farklı başkent bulunmakta olup; yürütme başkenti Pretoria, yasama başkenti Cape Town, yargı başkenti ise Bloemfontein’dır.

Güney Afrika’nın ekonomik büyüklüğü (GDP) 405 milyar dolar civarında olup[16], bu rakamlar ülkeyi dünyanın en büyük 40 ekonomisinden biri (39. veya 40.) yapmaktadır. Ülkedeki kişi başına düşen yıllık gelir (GDP per capita) ise 6.000 dolar (5.974) civarındadır ki[17], bu da Güney Afrika’yı düşük bir orta gelirli devlet olarak dünyada 107. sırada konumlandırmaktadır. Dış ticaret hacmi 208 milyar doların üzerinde olan Güney Afrika, 105 milyar dolar civarında ihracat ve 103 milyar dolar dolaylarında ithalat yapmaktadır.[18] Güney Afrika’nın en önemli ticaret ortakları Çin Halk Cumhuriyeti, Almanya, ABD, Birleşik Krallık, Japonya, Hindistan, Botsvana, Namibya ve Suudi Arabistan’dır. Ülkenin temel ihracat metaları altın, elmas, inci, kıymetli taş ve metal mamulleri, metal cevherleri, cüruf ve kül, kara taşıtları, mineral yakıt ve yağlar, demir ve çelik iken, başlıca ithalat ürünleri ise mineral yakıt ve yağlar, kazan, makine ve cihazlar, elektrikli makine ve cihazlar, kara taşıtları, plastik ve plastik mamulleridir.[19] Güney Afrika’da işsizlik önemli bir sorun olup -ki güncel oran yüzde 32’dir[20]-, ülkedeki ekonomik sorunların artması, iktidardaki ANC’ye olan desteğin düşmesinde etkilidir.

Birleşmiş Milletler’in saygın bir üyesi olan Güney Afrika, Afrika Birliği Örgütü (AU), Afrika, Karayip ve Pasifik Devletleri Örgütü (ACP), Afrika Kalkınma Bankası (AfDB), Güney Afrika Birliği (BIS), G-20, G-24, G-77, OECD, Bağlantısızlar Hareketi (NAM), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve BRICS+ gibi uluslararası kuruluşlara üye etkili bir devlettir.[21] Ülkenin genel dış politik çizgisi, ırkçılık ve emperyalizm karşıtlığı temelinde geliştiği için, ABD, Avrupa ülkeleri ve genel olarak Avrupa ülkelerine yönelik olumsuz üçüncü dünyacı bir yaklaşım daha baskındır.

2024 Güney Afrika Seçimleri Analizi

2024 seçimlerinde, ikinci ve son dönem aday olan ANC lideri Cyril Ramaphosa, doğal olarak bu seçimde de favori adaydır. Güncel anketler, Ramaphosa ve merkez sol çizgideki partisi ANC’nin[22] oy oranının yüzde 40-43 dolaylarında olabileceğini göstermektedir.[23] 1952 doğumlu olan Ramaphosa, sendikacılıktan gelen ve apartheid rejimin çökmesi dönemindeki müzakerelerde etkin rol oynamış deneyimli bir isimdir. Daha sonra iş dünyasına giren Ramaphosa, McDonald’s, MTN, Lonmin ve Shanduka Group gibi şirketlerde çalışmış önemli bir yöneticidir. 2014-2018 döneminde Jacob Zuma’nın Başkan Yardımcılığını yapan Ramaphosa, zengin, deneyimli ve siyahi nüfus üzerinde etkisini koruyan önemli bir devlet adamıdır. Bu nedenle, bu seçimde oy kaybına karşın, ANC ve Ramaphosa’nın bir kez daha zafere ulaşmasını beklemek yerinde olacaktır. Ancak ANC’nin ilk kez yüzde 50’den düşük bir oy alması, olumsuz gidişata dair önemli bir veri olacaktır.[24] Ülkedeki temel sorunlar ise; yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır ki, Ramaphosa, bu konularda iyileşme sağlamayı vaat etmektedir.[25]

2024 Güney Afrika seçimlerindeki önemli isimler: ANC’li Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, DA lideri John Steenhuisen ve EFF lideri Julius Malema[26]

Anketlerde yüzde 20-21 civarında destekle ikinci parti durumundaki[27] merkez çizgideki DA-Demokratik Birlik ise[28], bu seçimlere 1976 doğumlu genç beyaz aday John Steenhuisen önderliğinde girmektedir. Steenhuisen ve DA’nın bu seçimlerde de kültürel sebepler (siyahi çoğunluğun ANC’yi desteklemesi) nedeniyle büyük başarı göstermesi beklenmese de, ANC’nin düşen oyu, bu seçimde ve ilerleyen yıllarda DA’nın iktidarı alma potansiyeli olduğunu ortaya koymaktadır. DA, seçimler öncesinde ülkenin krizde olduğu görüşünü işlemekte ve özelleştirmeler, 2 milyon yeni iş ve suçla etkin mücadele gibi öneriler ileri sürmektedir.[29] Steenhuisen ve DA, ayrıca ANC ve EFF ile olası bir koalisyon ihtimalini de dışlamamakta ve yapıcı bir siyaseti tercih etmektedir.[30] Anketlerde yüzde 12 civarında desteği olan Ekonomik Özgürlük Savaşçıları-EFF ise[31], karizmatik Marksist lider Julius Malema tarafından 2013 yılında kurulmuş bir aşırı sol partidir.

Sonuç

Sonuç olarak, 2024 Güney Afrika seçimleri, Siyaset Bilimi açısından oldukça önemli bir deneyim olacak ve kültürel nedenlere dayalı hâkim parti sistemi (tipik örneği Japonya’daki LDP iktidarıdır) örnekleri adına yakından incelenecektir. Bu bağlamda, henüz apartheid rejiminin olumsuz mirası taze olduğu için ANC’nin seçimleri kaybetmesi beklenmese de, ülkedeki artan suç (bilhassa tecavüz) olayları ve zorlaşan ekonomik koşullar (özellikle de işsizlik), ilerleyen yıllarda bir iktidar değişimi olabileceği algısını yaratmaktadır.

Ek olarak, Güney Afrika, Afrika ülkeleri ve siyasi nüfusa hamilik yapabilme yetisi ve Mandela’nın ülkesi olması nedeniyle, diplomaside de çok etkin bir devlettir. Öyle ki, örneğin Güney Afrika’nın Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya’ya karşıt pozisyon almaması, Moskova’nın Afrika siyasetinde elini çok rahatlatmaktadır. Güney Afrika, Gazze’deki olaylar nedeniyle İsrail aleyhine soykırım davası açmasıyla da son dönemde adından söz ettirmiştir. Bu anlamda, Güney Afrika’da daha Batı yanlısı veya karşıtı yönetimlerin işbaşı yapması, küresel siyaset adına da önemli bir gelişme olacaktır.

Kapak fotoğrafı: https://jlia.co.za/blog/2024-south-african-general-elections-who-may-vote/

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] İnsamer, “Güney Afrika”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-guney-afrika/.

[2] İnsamer, “Güney Afrika”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-guney-afrika/.

[3] İnsamer, “Güney Afrika”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-guney-afrika/.

[4] Britannica, “Apartheid”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/topic/apartheid.

[5] Britannica, “South Africa”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.britannica.com/place/South-Africa.

[6] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Güney Afrika'nın Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-ekonomisi.tr.mfa.

[7] Fil Gezi, “Güney Afrika haritası”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.filgezi.com/afrika/guney-afrika/guney-afrika-haritasi/.

[8] The World Factbook, “South Africa”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/south-africa/#people-and-society.

[9] İnsamer, “Güney Afrika”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-guney-afrika/.

[10] The World Factbook, “South Africa”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/south-africa/#people-and-society.

[11] The World Factbook, “South Africa”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/the-world-factbook/countries/south-africa/#people-and-society.

[12] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Güney Afrika'nın Siyasi Görünümü”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-siyasi-gorunumu.tr.mfa.

[13] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Güney Afrika'nın Siyasi Görünümü”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-siyasi-gorunumu.tr.mfa.

[14] South African Government, “Provinces”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.gov.za/provinces#:~:text=South%20Africa%20is%20one%20of,legislature%2C%20premier%20and%20executive%20council.&text=The%20Eastern%20Cape%2C%20at%20168,of%20South%20Africa's%20land%20area..

[15] DEİK, “Güney Afrika Ülke Bülteni”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.deik.org.tr/uploads/guney-afrika-2cf.pdf.

[16] IMF (2024), “World Economic Outlook Database”, Nisan 2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2024/April/weo-report?c=512,914,612,171,614,311,213,911,314,193,122,912,313,419,513,316,913,124,339,638,514,218,963,616,223,516,918,748,618,624,522,622,156,626,628,228,924,233,632,636,634,238,662,960,423,935,128,611,321,243,248,469,253,642,643,939,734,644,819,172,132,646,648,915,134,652,174,328,258,656,654,336,263,268,532,944,176,534,536,429,433,178,436,136,343,158,439,916,664,826,542,967,443,917,544,941,446,666,668,672,946,137,546,674,676,548,556,678,181,867,682,684,273,868,921,948,943,686,688,518,728,836,558,138,196,278,692,694,962,142,449,564,565,283,853,288,293,566,964,182,359,453,968,922,714,862,135,716,456,722,942,718,724,576,936,961,813,726,199,733,184,524,361,362,364,732,366,144,146,463,528,923,738,578,537,742,866,369,744,186,925,869,746,926,466,112,111,298,927,846,299,582,487,474,754,698,&s=NGDPD,&sy=2022&ey=2029&ssm=0&scsm=1&scc=0&ssd=1&ssc=0&sic=0&sort=country&ds=.&br=1.

[17] IMF (2024), “World Economic Outlook Database”, Nisan 2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.imf.org/en/Publications/WEO/weo-database/2024/April/weo-report?c=512,914,612,171,614,311,213,911,314,193,122,912,313,419,513,316,913,124,339,638,514,218,963,616,223,516,918,748,618,624,522,622,156,626,628,228,924,233,632,636,634,238,662,960,423,935,128,611,321,243,248,469,253,642,643,939,734,644,819,172,132,646,648,915,134,652,174,328,258,656,654,336,263,268,532,944,176,534,536,429,433,178,436,136,343,158,439,916,664,826,542,967,443,917,544,941,446,666,668,672,946,137,546,674,676,548,556,678,181,867,682,684,273,868,921,948,943,686,688,518,728,836,558,138,196,278,692,694,962,142,449,564,565,283,853,288,293,566,964,182,359,453,968,922,714,862,135,716,456,722,942,718,724,576,936,961,813,726,199,733,184,524,361,362,364,732,366,144,146,463,528,923,738,578,537,742,866,369,744,186,925,869,746,926,466,112,111,298,927,846,299,582,487,474,754,698,&s=NGDPDPC,&sy=2022&ey=2029&ssm=0&scsm=1&scc=0&ssd=1&ssc=0&sic=0&sort=country&ds=.&br=1.

[18] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Güney Afrika'nın Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-ekonomisi.tr.mfa.

[19] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Güney Afrika'nın Ekonomisi”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-ekonomisi.tr.mfa.

[20] Damian Zane (2024), “South Africa election 2024: When is the poll and what is at stake for the ANC?”, BBC News, 27.03.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-africa-68590538.

[21] Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, “Ülke Künyesi”, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/guney-afrika-kunyesi.tr.mfa.

[22] Web sitesi için; https://www.anc1912.org.za/.

[23] Ipsos in South Africa (2024), “30 YEARS OF DEMOCRACY: SOUTH AFRICA'S 2024 ELECTIONS MARKED BY UNCERTAINTY AND A DESIRE FOR CHANGE”, 27.04.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.ipsos.com/sites/default/files/ct/news/documents/2024-04/South%20Africas%202024%20elections%20marked%20by%20uncertainty%20and%20a%20desire%20for%20change_Ipsos_Press%20Release_27%20April%202024%20-%20Charts.pdf; Bhargav Acharya (2024), “Support for South Africa's ANC near 40% weeks before election, Ipsos poll shows”, Reuters, 26.04.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/world/africa/support-south-africas-anc-near-40-weeks-before-election-ipsos-poll-shows-2024-04-26/.

[24] Damian Zane (2024), “South Africa election 2024: When is the poll and what is at stake for the ANC?”, BBC News, 27.03.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-africa-68590538.

[25] Damian Zane (2024), “South Africa election 2024: When is the poll and what is at stake for the ANC?”, BBC News, 27.03.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-africa-68590538.

[26] GGA (2024), “South Africa 2024 Elections Tracker”, 24.04.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://gga.org/south-africa-2024-elections-tracker/.

[27] Ipsos in South Africa (2024), “30 YEARS OF DEMOCRACY: SOUTH AFRICA'S 2024 ELECTIONS MARKED BY UNCERTAINTY AND A DESIRE FOR CHANGE”, 27.04.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.ipsos.com/sites/default/files/ct/news/documents/2024-04/South%20Africas%202024%20elections%20marked%20by%20uncertainty%20and%20a%20desire%20for%20change_Ipsos_Press%20Release_27%20April%202024%20-%20Charts.pdf.

[28] Web sitesi için; https://www.da.org.za/.

[29] Damian Zane (2024), “South Africa election 2024: When is the poll and what is at stake for the ANC?”, BBC News, 27.03.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.bbc.com/news/world-africa-68590538.

[30] Bhargav Acharya (2024), “Support for South Africa's ANC near 40% weeks before election, Ipsos poll shows”, Reuters, 26.04.2024, Erişim Tarihi: 02.05.2024, Erişim Adresi: https://www.reuters.com/world/africa/support-south-africas-anc-near-40-weeks-before-election-ipsos-poll-shows-2024-04-26/.

[31] Web sitesi için; https://effonline.org/.


1 Mayıs 2024 Çarşamba

Kishore Mahbubani'den ABD-Çin Rekabetine Dair Güncel Görüşler


Giriş

Geçtiğimiz hafta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın yaptığı 3 günlük Çin ziyaretiyle yeniden uluslararası kamuoyunun gündemine gelen ABD-Çin rekabeti, hiç şüphesiz, 21. yüzyılda jeopolitika, küresel ekonomi ve uluslararası ilişkiler açısından en belirleyici dinamiklerinden birisi olacaktır. Bu iki süper gücün 21. yüzyılda birlikte hareket etmeleri gerektiğine dair daha önce Amerikalı ekonomist Fred Bergsten'in geliştirdiği G-2 vizyonu adlı özgün bir yaklaşım da mevcuttur. Ancak bunun dışında, özellikle ABD merkezli akademik ve siyasi yayınlarda genellikle yükselen Çin'in ABD ve Batı dünyası için büyük bir tehlike olacağı görüşü sıklıkla işlenmekte ve Sinofobi körüklenmektedir.

ABD-Çin ilişkileri, küresel ekonomi ve Çin dış politikası konusunda önemli bir isim olan Kishore Mahbubani (1948-), bu konuda söyledikleri ciddiye alınan ve genelde ABD karşıtı olarak kategorize edilmeyen önemli ve değerli bir kişidir. Singapurlu eski ünlü bir diplomat ve akademisyen olan Hint asıllı Mahbubani, ülkesi adına Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği gibi üst düzey görevlerde bulunmuştur. Mahbubani, Ocak 2001-Mayıs 2002 döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Başkanlığı görevini de icra etmiştir. Diplomatlığı süresince akademik kariyerine de devam eden Mahbubani, Singapur Ulusal Üniversitesi’ne (National University of Singapore) bağlı Lee Kuan Yew Okulu’nda (Lee Kuan Yew School of Public Policy) Dekanlık yapmış ve Kamu Politikaları Profesörü olmuştur. 1991-1992 döneminde Harvard Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde (Center for International Affairs) araştırmacı olarak da çalışan Singapurlu diplomat ve akademisyen, halen Singapur Ulusal Üniversitesi’nin Asya Araştırmaları Enstitüsü’nde ve misafir öğretim üyesi olarak Pensilvanya Üniversitesi'nde ders vermeye devam etmekte ve İtalya’daki Bocconi Üniversitesi’nin de mütevelli heyetinde yer almaktadır.

Mahbubani'nin ABD-Çin Rekabetindeki Güncel Görüşleri

İşte bu kadar önemli bir kariyere sahip olan Kishore Mahbubani, 21 Mart 2024 tarihinde ABD'nin New York şehrinde Asia Society'nin düzenlediği bir etkinlikte konuşmacı olarak yer almış ve bir diğer önemli Çin uzmanı/gözlemcisi olan Orville Schell ile birlikte güncel ABD-Çin ilişkilerine dair çok önemli yorumlarda bulunmuştur. Bu yazıda, Mahbubani'nin konuşmasından önemli bölümler özetlenecektir.


Kishore Mahbubani, konuşmasına, ilk olarak, daha önce de defalarca değindiği şekilde 21. yüzyılda Asya'nın giderek daha fazla önem kazanacağı tespiti ve "Asya Yüzyılı" ifadesiyle başlamakta ve ABD-Çin ilişkilerini de yükselen Asya kıtası devletleri/ekonomileri bağlamında değerlendirmek gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu yüzyıl içerisinde dünyanın en önemli ekonomik güçlerinin ABD dışında neredeyse tamamen Asya'da yer alan ülkelerden oluşacağını (Çin, Hindistan, Japonya, Endonezya, Güney Kore) hatırlatan Singapurlu konuşmacı, 1960'larda dünyanın en büyük beş ekonomisi arasında tek bir Asya devletinin olmadığını, oysa günümüzde ilk beşteki üç ülkenin (Çin, Japonya, Hindistan) Asya kıtasından olduğunu belirtmektedir. Mahbubani, ABD-Çin ilişkilerine etki edecek ikinci önemli küresel dinamiğin dünya düzeninin tek kutupluluktan iki kutupluluk veya çok kutupluluğa evrilmesi olduğunu ifade etmektedir. Bu yüzyılda birçok önemli bölgesel gücün oluştuğunu iddia eden Mahbubani, bu bağlamda bazı devletlerin henüz bu yeni düzene uygun bir dış politika oluşturamadıklarını söylemektedir. Singapurlu deneyimli devlet adamına göre üçüncü önemli parametre ise, bu yüzyılda Batı medeniyeti ve kültürünün dominant karakteristiğini kaybetmeye başlaması ve diğer medeniyet ve kültürlerin de kendi etkilerini ve nüfuz alanlarını oluşturmaya ve Batı ile rekabet etmeye başlamalarıdır.

Bu arka plan bilgiler temelinde güncel ABD-Çin ilişkilerini yorumlayan Mahbubani, öncelikle, küresel liderliğini kaybetme riski yaşayan ABD'nin Çin karşısındaki tavrının gayet doğal, anlaşılır ve beklenen bir durum olduğunu ve bütün büyük güçlerin bu şekilde davranacağını söylemektedir. Ancak Mahbubani, bu durumu gözlemleyen ve bir ölçüde anlayan diğer devletlerin ABD'nin ne yapmak istediği ve bunları nasıl yapmak istediği konusunda akıl karışıklığı yaşadığını vurgulamaktadır. Bu bağlamda, Mahbubani, ABD'nin Çin'in ekonomik yükselişini ve uluslararası ticaretini engellemeye çalışması, Çin'deki Çin Komünist Partisi (ÇKP) rejimini devirmeye gayret etmesi veya Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği'ne yaptığı gibi Çin'e çevrelemeye çalışmasının beyhude çabalar olduğunu belirterek, diğer devletlerin ABD'nin Çin'e yönelik politikasında ne gibi gerçekçi hedefler geliştirmek istediğini anlamaya çalıştıklarını vurgulamaktadır.

Daha sonra, oturumun diğer konuşmacısı olan Orville Schell'in Çin'in sıradan bir yükselen ekonomi olmayıp, dünyanın en önemli ekonomik ve siyasi güçlerinden biri olmaya aday, Marksist-Leninist (Maoist) esaslara göre yönetilen ve diğer devletleri (örneğin Kanada ve Filipinler) yabancılaştıran/korkutan bir devlet olduğu tespiti ve bu yöndeki sorusu üzerine yeniden söz alan Kishore Mahbubani, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 12'sinin Batılı ülkelerde yaşadığını belirterek, Çin hakkında Batı medyasında yaratılan imajın dünyanın geri kalanında paylaşılmadığını söylemektedir. Dünyanın geri kalan ülkelerinde (Batı-dışı devletlerde) Çin'in, -genelde- dünya siyasetinde ve ekonomisinde geçmişteki etkisini ve gücünü kazanan ve uluslararası siyasette büyük bir medeniyet olarak yeniden söz sahibi olan bir güç olarak algılandığını iddia eden konuşmacı, tarihin akışı incelenirse aslında "Utanç Yüzyılı" döneminin Çin ve dünya tarihi açısından bir anomali olduğunu ve Çin'in zaten tarih boyunca hep önemli ve güçlü bir medeniyet/devlet olduğunu ifade etmektedir. Günümüzde devletlerin Çin'le ticaret yapmak veya yapmamak konusunda özgür olduklarını sözlerine ekleyen Mahbubani, doğası gereği ticaretin taraflara fayda sağlaması durumunda yapıldığını ve bu anlamda Çin'le ticaretin avantajlı olduğu için diğer ülkelerce tercih edildiğini söylemektedir. Bu bağlamda, Mahbubani'ye göre, Çin, diğer devletlerle onların çıkarlarına uygun şekilde ticaret yaptığı için başarılı olmakta ve dünyanın en çok dış ticaret yapan ülkesi haline gelmektedir. Daha sonra Schell'in Çin sistemine (tekno-otokrasi) yönelik eleştirilerine cevap veren Kishore Mahbubani, ABD'nin Çin'le yakınlaşmasını 1970'lerde (Nixon/Kissinger dönemi) halen Mao Zedong iktidardayken ve Maoist ilkeler günümüze kıyasla çok daha etkinken başlattığını hatırlatarak, jeopolitik yaklaşımda ve büyük güç rekabetinde ülke içi sistem ve dinamiklerin ön planda olmadığını ima etmektedir. ABD'nin diğer ülkelerin iç işlerine karışma alışkanlığını da eleştiren Mahbubani, bunun Birleşmiş Milletler (BM) ilkelerine (iç işlerine karışmama) aykırı olduğunu da sözlerine eklemektedir. ABD'nin bu konuda çifte standartlar uygulayan bir ülke olduğunu da belirten Singapurlu konuşmacı, buna örnek olarak ABD'nin uyguladığı Vietnam'la yakınlaşma politikasını göstermektedir. Mahbubani, konuşmasının bu bölümünde dünyadaki devletlerin çoğunun ABD'den vazgeçerek Çin'e yönelmeleri gibi bir durum olmadığı yönündeki tespitini de ifade etmekte ve birçok ülkenin ekonomik gelişimleri için her iki büyük güçle de dengeli ve faydalı ilişkiler kurma arayışında olduklarının altını çizmektedir.

Konuşmasının sonraki bölümünde jeopolitikanın doğasında güç olduğunu vurgulayan Kishore Mahbubani, Çin'in de iyiliksever bir devlet olmadığını ve kendi çıkarları için politikalar geliştirdiğini söylemekte, ayrıca yükselen bir yeni süper güç olarak Pekin'in bazı hatalar yaptığını kabul etmekte ve bu bağlamda özellikle "Dokuz Çizgili Hat" (nine-dash line) politikasının bölge ülkelerinde huzursuzluk yarattığını kabul etmektedir. Mahbubani, Çin'in Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Hindistan'la ikili ilişkilerinde bazı sorunlar yaşadığını kabul etmektedir. Buna karşın, Güneydoğu Asya ülkelerinin bu bağlamda çok akıllı ve stratejik davrandıklarını da kaydeden Mahbubani, dünyanın birçok bölgesi/kıtasının aksine, çok farklı dini ve etnik grupların yaşadığı 660 milyonluk ve "Asya'nın Balkanları" olarak adlandırılan bu bölgede ASEAN gibi girişimlerin de etkisiyle hiçbir huzursuzluk/çatışma yaşanmadığını ifade etmektedir. Bu konuda bölge ülkelerinin jeopolitikayı bilmeleri ve esnekliklerini öne çıkaran Mahbubani, bölge ülkelerinin çok taraflı ve çok boyutlu dış politika yürüttüklerini sözlerine eklemektedir. Deneyimli konuşmacıya göre, bu, diğer bölgelere de örnek olacak bir dış politika yaklaşımıdır. Mahbubani, Çin'in dış politikadaki tavrı konusundaki endişeler bağlamında ise, bölge ülkelerinin Çin'in süper güce dönüşmesi sürecini yakından takip ettiklerini ve dış politikalarını buna göre ayarladıklarını söyleyerek, Çin'in hâkim güce dönüşmesi durumunda bölgede kaos ve istikrarsızlık oluşacağı ihtimalini dışlamaktadır. Bu konuda, Mahbubani, özellikle hem ABD, hem de Çin'le iyi ilişkiler geliştirmeyi başaran Endonezya örneğini öne çıkarmakta ve bölgede savaşların çıkmasına ve ticaretin engellenmesine mani olan Asya siyasetindeki ve halklarındaki bilgeliği övmektedir.

Konuşmasının son bölümünde ABD-Çin ilişkilerinde son yıllarda gelişen karşılıklı "stratejik güvensizlik" (strategic mistrust) konusuna odaklanan Mahbubani, Çin'in Anglo-Sakson medyasında yansıtıldığı gibi çökmediğini veya gerilemediğini, tam tersine daha şimdiden bir süper güce dönüştüğünü söylemekte ve Çin'in ekonomisindeki bazı sorunlarına karşın yükselişinin durdurulmasının imkânsız olduğunu belirtmektedir. Bu önlenemez yükselişin 1,4 milyarlık Çinlinin yükselme istenci ve kararlılığından kaynaklandığını belirten Kishore Mahbubani'ye göre, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping de diğer devletlerin/halkların nezdinde güvenilir ve saygın bir lider durumundadır ki, konuşmacıya göre ülkelerin siyasi tercihlerinde liderlerin kişilikleri de önemli bir rol oynamamaktadır. Bu nedenle, Mahbubani, ABD-Çin ilişkilerinin çatışmacı temelde değil, küresel ekonomi ve siyasete yön verecek yapıcı bir şekilde gelişmesi gerektiğini ve bunun hem ABD, hem de dünyanın geri kalanı için -özellikle iklim değişikliği bağlamında- vurgulayarak sözlerine son vermektedir. 

Sonuç

Kishore Mahbubani'nin konuşmasını değerlendirmek gerekirse, yazarın/konuşmacının Çin konusundaki iyimser görüşlerini koruduğu ve daha da geliştirdiği ve bu bağlamda ABD ile Çin arasında yaratılan rekabet yaklaşımına farklı bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. Ancak Mahbubani'nin de belirttiği üzere, özellikle ekonomik temelde düşünme alışkanlığı zayıf olan devletlerin stratejik tavırları genelde diğer güçleri engelleme ve kendi ulusal çıkarlarını maksimize etme yönünde geliştiğinden, ABD-Çin ilişkilerinin yakın gelecekte daha rekabetçi bir temele oturtması ve Washington'ın Pekin'e bazı kısıtlamalar getirmesi gayet mümkün, hatta olası gözükmektedir. Buna karşın, Çin'in yükselişine dair endişeleri gidermek ve küresel ekonomi ve halkların aleyhine olabilecek politikalar uygulamamak için, iki ekonomik dev, oyunun kuralları ve bazı kırmızıçizgiler konusunda uzlaşabilir ve bu uzlaşılarını sürdürmek için çeşitli mekanizmalar oluşturabilirler. Bu, Türk-Yunan ilişkilerinden tutun başka birçok sorunlu ikili ilişkilde uygulanan ve genelde pozitif sonuçlar üreten bir yaklaşımdır. Bunu yapabilecek entelektüel ve diplomatik birikim de ABD'de ve Çin'de fazlasıyla mevcuttur. Bu nedenle, bizce, demokratik seçimlerin olduğu ABD'de Çin konusunun iç siyasette kullanılmasının yarattığı olumsuz etkiler bir kenara koyulursa, ABD-Çin ilişkilerinde keskin bir kopuş yaşanması iki tarafın da lehine olmayacaktır. Dolayısıyla, bunu öngören birikimli ve sağduyulu kişilerin devreye girmesiyle, ilişkiler rekabet ve iş birliği temelinde ilerlemeye devam edebilir. Doğru da olan bizce kesinlikle bu yöntemdir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

30 Nisan 2024 Salı

1er mai : Controverse autour de la célébration de la fête du travail en Turquie

Le 1er mai, la fête du travail ou la journée internationale des travailleurs est une célébration officielle et un jour férié pour les travailleurs et les classes ouvrières du monde entier. La fête internationale des travailleurs représente les gains politiques et socio-économiques que les classes ouvrières et le mouvement ouvrier ont obtenus tout au long de l'histoire, bien sûr après de longues luttes et souffrances. Après l'émeute de Haymarket à Chicago en 1886, à partir de 1889, la fête du travail a été désignée comme une célébration officielle aux États-Unis et dans de nombreux pays occidentaux, à la suite des demandes formulées par la Deuxième Internationale. Au fil du temps, avec le développement du droit du travail et des droits sociaux des travailleurs et des employés, cette journée a commencé à être célébrée dans tous les pays modernes. Alors que la fête du travail était traditionnellement célébrée le premier lundi de septembre aux États-Unis et au Canada dans les premières décennies, en Europe et dans le reste du monde, la date du "1er mai" est devenue la date de célébration. En 1955, l'Église catholique a également déclaré le 1er mai "Fête de Saint Joseph travailleur" pour soutenir les droits des travailleurs. Le 1er mai a été célébré dans presque tous les régimes, y compris l'Allemagne nazie totalitaire et l'URSS communiste.

À l'instar des pays occidentaux, la Turquie, sous l'impulsion de son fondateur charismatique et héros de guerre Mustafa Kemal Atatürk, a officiellement désigné le 1er mai comme fête et jour férié quelques mois avant la proclamation de la République. Atatürk a nommé le 1er mai "Journée des travailleurs" (İşçi Bayramı). En conséquence, la première célébration officielle en Turquie a eu lieu le 1er mai 1923, quelques mois avant la proclamation du nouveau régime le 29 octobre 1923. Cependant, en 1924, le nouveau régime a interdit les célébrations de masse par crainte de manifestations anti-gouvernementales et/ou anti-régime. En 1925, après la révolte de Cheikh Saïd qui a créé de graves problèmes dans les villages du sud-est du pays entre février et avril de cette année-là, le gouvernement a interdit les célébrations du 1er mai pendant une décennie avec la loi pour le maintien de l'ordre public (Takrir-i Sükun Kanunu). Toutefois, dix ans plus tard, malgré de sérieuses limitations des mouvements ouvriers dues à la crainte de la propagation du communisme et de l'infiltration soviétique, le 1er mai a commencé à être célébré régulièrement en Turquie après 1935.

À partir des années 1960, avec une constitution plus libérale (constitution de 1961) et l'essor notable des mouvements syndicalistes et socialistes, en particulier parmi la jeunesse universitaire, les célébrations du 1er mai sont devenues la marque de fabrique de la politique de gauche en Turquie et ont été accaparées principalement par les syndicats, le CHP (Parti républicain du peuple) de centre-gauche et d'autres partis politiques, groupes et personnes modérés et d'extrême-gauche. Pendant cette période, à Istanbul, la place Taksim (Taksim Meydanı) était la principale destination des célébrations du 1er mai en raison de son importance historique dans la modernisation turque et de sa position centrale dans la ville. Cependant, en 1977, pendant les jours tendus de la guerre froide, la célébration du 1er mai sur la place Taksim s'est transformée en désastre. Connu sous le nom de "1er mai sanglant" (Kanlı 1 Mayıs) ou de "massacre de la place Taksim" (Taksim Meydanı Katliamı), les tirs sur les groupes de manifestants, qui ont duré une dizaine de minutes, ont fait 37 morts et de nombreux blessés parmi les civils. Bien qu'aucun des perpatrateur n'ait été arrêté par l'État turc et tenu pour responsable de cette effusion de sang, des témoins oculaires ont déclaré que des hommes armés sur le bâtiment de la Direction des eaux (Sular İdaresi) et de l'hôtel Intercontinental, ainsi que quelques policiers dans une voiture Renault blanche, avaient commis ce crime. De nombreux journalistes et universitaires turcs ont par la suite analysé cet événement comme faisant partie de la stratégie de l'organisation Gladio de l'OTAN (également appelée "contre-guérilla" (kontrgerilla) par l'ancien Premier ministre Bülent Ecevit) basée sur des provocations pour créer les conditions d'un coup d'État militaire en Turquie et pour stopper la montée de la politique de gauche dans le pays. En 1978, malgré les craintes d'une attaque terroriste, le 1er mai a de nouveau été célébré par une foule très nombreuse sur la place Taksim. Toutefois, à partir de 1979, l'État n'autorise plus la célébration de la fête du travail en raison des risques pour la sécurité.

Après le coup d'État militaire de 1980, les célébrations du 1er mai ont été complètement interdites par le régime militaire, et les politiques de gauche ont été balayées par les politiques très dures de l'État. Dans les années 2000, la Turquie est devenue un pays plus ouvert et plus démocratique grâce aux lois d'harmonisation de l'UE et à un gouvernement plus civilisé. À partir de 2007, le syndicat des travailleurs turcs DİSK (Confédération des syndicats révolutionnaires de Turquie) a commencé à réclamer des réformes et certains groupes sont entrés illégalement sur la place Taksim pour commémorer le 1er mai en 2007 et en 2008. En 2009, le gouvernement de l'AKP et le Premier ministre de l'époque, Recep Tayyip Erdoğan, ont pris une décision historique en autorisant que le 1er mai soit célébré comme la fête du travail et de la solidarité (Emek ve Dayanışma Günü) en Turquie, à l'instar de tous les régimes civilisés du monde. Une grande foule est entrée illégalement sur la place Taksim cette année-là et la fête du travail a été célébrée pacifiquement. En 2010, 2011 et 2012, le gouvernement Erdoğan a autorisé les célébrations officielles sur la place Taksim et aucun problème ou incident n'a eu lieu au cours de ces trois années de célébrations.

Mais à partir de 2013, l'approche du gouvernement Erdoğan vis-à-vis des mouvements de travailleurs a changé et les célébrations de la fête du travail sur la place Taksim ont été interdites. En 2013, à partir de la fin du mois de mai, une grande vague de protestations connues sous le nom de "protestations du parc Gezi" (Gezi Parkı Olayları) a eu lieu sur la place Taksim et dans de nombreuses villes de Türkiye et a duré plusieurs semaines. Depuis 2013, le gouvernement turc n'a jamais autorisé l'utilisation de la place Taksim pour les célébrations de la Journée du travail et de la solidarité. En 2023, la Cour constitutionnelle turque (Anayasa Mahkemesi) a décidé d'annuler l'interdiction des célébrations sur la place Taksim, ce qui a suscité un grand optimisme du côté des syndicats et des partis de gauche. En conséquence, de nombreuses personnes espéraient que 2024 serait le début des célébrations de la fête du travail sur la place Taksim. Malgré la décision de la plus haute juridiction du pays, le ministre turc de l'intérieur, Ali Yerlikaya, a récemment annoncé que la place Taksim n'était pas un lieu approprié pour les célébrations de la fête du travail, en raison des risques pour la sécurité. Le principal parti d'opposition, le CHP, qui est devenu le premier parti lors des élections locales du 31 mars, n'a pas accepté cette décision et a invité tout le monde à se rendre sur la place Taksim pour une célébration pacifique. En ce sens, la controverse sur la place Taksim se poursuit dans la politique turque, entre les groupes de gauche et les groupes de droite.

Si l'on considère la situation dans son ensemble, la Turquie compte encore 16,4 millions de travailleurs enregistrés, mais ceux qui appartiennent à un syndicat ne sont qu'environ 2,5 millions. La moyenne des travailleurs syndiqués est donc d'environ 15,22 %, un taux médiocre pour un pays démocratique dont les droits sociaux sont garantis. En ce sens, une politique de gauche pourrait être très fructueuse en Turquie si l'on mettait davantage l'accent sur les droits sociaux ainsi que sur les droits culturels des minorités ethniques (principalement les Kurdes). Le CHP, avec son nouveau leader Özgür Özel et le maire d'Istanbul Ekrem İmamoğlu, pourrait être l'acteur dominant de la politique turque et pourrait remporter les prochaines élections présidentielles et parlementaires dans le pays, régulièrement prévues pour 2028.

Photo de couverture : https://perapalace.com/dunyada-ve-turkiyede-1-mayis-isci-bayraminin-tarihi/

Dr. Ozan ÖRMECİ

May 1, Labor Day Celebration Controversy in Türkiye


May Day, Labor Day, or International Workers’ Day is an official celebration and holiday for laborers and worker classes around the world. International Workers’ Day represents the political and socioeconomic gains that the worker classes and the labor movement made throughout history, for sure after long struggles and suffering.[1] After the Haymarket Riot in Chicago in 1886, starting from 1889, Labor Day was designated as an official celebration in the United States (U.S.) and many Western countries upon the demands made by Second International. In time, with the development of labor law and social rights including workers and white-collar employees, the day has begun to be celebrated in all modern countries. While Labor Day was traditionally celebrated on the first Monday of September in the U.S. and Canada in the earlier decades, in Europe and the rest of the world “May 1” became the date of the celebration. In 1955, the Catholic Church also declared May 1 as the “Saint Joseph the Worker Day” to support workers’ rights. 1 May was celebrated in almost all regimes including the totalitarian Nazi Germany and the communist USSR as well.

Similar to Western countries, Türkiye also -under the leadership of its charismatic founder and war hero Mustafa Kemal Atatürk- officially designated May 1 as an official celebration and holiday a few months before the proclamation of the Republic. Atatürk named 1 May as the “Workers Day” (İşçi Bayramı). Accordingly, the first official celebration in Türkiye was made on May 1, 1923, a few months before the new regime was declared on October 29, 1923.[2] However, in 1924, the new regime banned mass celebrations with the fear of anti-government and/or anti-regime protests. In 1925, after the Sheikh Said Rebellion which created serious problems in the south-eastern villages in the country between February and April of that year, the government banned 1 May celebrations for a decade with the Law for the Maintenance of Public Order (Takrir-i Sükun Kanunu). However, a decade later, despite serious limitations on worker movements due to the fears of the spread of communism and Soviet infiltration[3], May 1 began to be celebrated regularly in Türkiye after 1935.[4]

Bloody 1 May 1977

Starting from the 1960s, with a more liberal constitution (1961 constitution) and noticeable rise of unionist and socialist movements especially among the university youth, May 1 celebrations had become the trademark of the left-wing politics in Türkiye and were impropriated mainly by the trade unions, the center-left CHP (Republican People’s Party) and other moderate and far-left political parties, groups, and people. During this period, in Istanbul, Taksim Square was the main celebration destination for 1 May celebrations due to its historic importance in Turkish modernization as well as its central place in Istanbul. However, during the tense days of the Cold War, in 1977, the 1 May celebration in Taksim Square turned into a disaster. Known as the “Bloody May 1” (Kanlı 1 Mayıs) or “Taksim Square Massacre” (Taksim Meydanı Katliamı), due to the fire on demonstrator groups that lasted around 10 minutes, 37 civilians died and many injured.[5] Although none of the perpetrators were caught by the Turkish State and held accountable for this bloodshed, eyewitnesses testified that armed men on the building of the Directorate of Waters (Sular İdaresi) and Intercontinental Hotel as well as some policemen in a white Renault car committed this crime.[6] Many Turkish journalists and academics later analyzed this event as part of NATO’s Gladio organization’s (also called the “counter-guerrilla” (kontrgerilla) by former Prime Minister Bülent Ecevit[7]) strategy based on provocations to create military coup conditions in Türkiye and to stop the rise of left-wing politics in the country.[8] In 1978, despite fears of a terrorist attack, 1 May was celebrated with a very large crowd in Taksim Square once again. However, starting in 1979, the state did not allow Labor Day celebrations due to security risks.

After the military coup in 1980, 1 May celebrations were completely banned by the military regime, and left-wing politics were swept away by the state’s very harsh policies. As Türkiye became a more open and democratic country in the 2000s due to EU harmonization laws and a more civilian-minded government, starting in 2007, the Turkish workers syndicate DİSK (Confederation of Revolutionary Trade Unions of Turkey) began to push for reform and some groups illegally entered into Taksim Square to commemorate the May Day in 2007 and 2008. In 2009, the AK Parti government and then-Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan made a historic decision and allowed 1 May to be celebrated as Labor and Solidarity Day (Emek ve Dayanışma Günü) in Türkiye again similar to all civilized regimes in the world.[9] A large crowd illegally entered Taksim Square that year and Labor Day was celebrated peacefully. In 2010, 2011, and 2012, the Erdoğan government allowed official celebrations at Taksim Square and no problems or instances took place during these three years’ celebrations.[10]

But starting in 2013, the Erdoğan government’s approach to worker movements was changed and Labor Day celebrations at Taksim Square were banned. In 2013, starting in late May, a large wave of protests known as “Gezi Park Protests” (Gezi Parkı Olayları) took place in Taksim Square and many cities in Türkiye and lasted for several weeks. Since 2013, the Turkish government has never allowed the use of Taksim Square for the Labor and Solidarity Day celebrations. In 2023, the Turkish Constitutional Court (Anayasa Mahkemesi) decided the cancellation of the ban on Taksim Square celebrations.[11] This created huge optimism on the side of unions and left-wing parties. Accordingly, many people hoped that 2024 could be the beginning of Labor Day celebrations at Taksim Square. Despite the decision made by the highest court of the country, due to security risks, Turkish Minister of Interior Affairs Ali Yerlikaya recently announced that Taksim Square is not a convenient place for Labor Day celebrations.[12] The main opposition party CHP on the other hand, who became the leading party in the March 31 local elections, did not accept this decision and invited all people to Taksim Square for a peaceful celebration.[13] In that sense, the Taksim Square controversy continues in Turkish politics between left and right-wing groups.

Looking at the big picture, in Türkiye, there are still 16.4 million registered workers.[14] However, those who belong to a union/syndicate are only around 2.5 million. This makes around 15.22 % average for union member workers, a poor ratio for a democratic country having secured social rights. In that sense, left-wing politics could be very successful in Türkiye with more emphasis given to social rights as well as ethnic minorities’ (mainly Kurds) cultural rights. CHP, with its new leader Özgür Özel and successful Istanbul Mayor Ekrem İmamoğlu, could be the dominant actor in Turkish politics and could win the next presidential and parliamentary election in the country regularly planned for 2028.

Cover Photo: BBC News Türkçe

Assoc. Prof. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Britannica, “May Day”, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.britannica.com/topic/May-Day-international-observance.

[2] Onur Can Gemici (2024), “İşçinin ve emeğin bayramı: 1 Mayıs”, Anadolu Ajansı, 30.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.aa.com.tr/tr/gundem/iscinin-ve-emegin-bayrami-1-mayis/3205907#:~:text=Cumhuriyet%20d%C3%B6neminde%20ilk%20resmi%20kutlama%201923'te%20oldu&text=%C4%B0stanbul'daki%20ilk%20kutlama%20ise,1%20May%C4%B1s%201923'te%20oldu.

[3] For details of the new regime’s pressure policies over communist movements, see; George S. Harris (1967), The Origins of Communism in Turkey, Hoover Institution on War, Revolution and Peace.

[4] Onur Can Gemici (2024), “İşçinin ve emeğin bayramı: 1 Mayıs”, Anadolu Ajansı, 30.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.aa.com.tr/tr/gundem/iscinin-ve-emegin-bayrami-1-mayis/3205907#:~:text=Cumhuriyet%20d%C3%B6neminde%20ilk%20resmi%20kutlama%201923'te%20oldu&text=%C4%B0stanbul'daki%20ilk%20kutlama%20ise,1%20May%C4%B1s%201923'te%20oldu.

[5] Ibid.

[6] 32. Gün, “1 Mayıs 1977 | 32.Gün Arşivi”, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.youtube.com/watch?v=BV1KfjdAtHg.

[7] Bülent Mavioğlu (2007), “30 yıl sonra kanlı 1 Mayıs (8)”, Radikal, 06.05.2007, Date of Accession: 30.04.2024 from https://web.archive.org/web/20070930201618/http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=220454.

[8] Aydınlık (2017), “Gladyo’nun kanlı katliamı 40. Yılında”, 01.05.2017, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.aydinlik.com.tr/haber/gladyonun-kanli-katliami-40-yilinda-48340.

[9] Time and Date, “Labor and Solidarity Day 2024 in Turkey”, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.timeanddate.com/holidays/turkey/labor-and-solidarity-day#:~:text=Labor%20and%20Solidarity%20Day%20is%20a%20public%20holiday.,observed%20in%20Turkey%20on%20May%201%20each%20year..

[10] BBC News Türkçe (2024), “1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanması tartışmaları sürüyor”, 30.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.bbc.com/turkce/articles/cgrjmz35j7mo.

[11] Ibid.

[12] NTV (2024), “Bakan Yerlikaya'dan 1 Mayıs açıklaması: Taksim Meydanı uygun değil”, 29.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.ntv.com.tr/turkiye/bakan-yerlikayadan-1-mayis-aciklamasi-taksim-meydani-uygun-degil,wqwaCfan8Euf0QPG4ByUvw.

[13] Dünya (2024), “Son dakika gelişmesi... CHP'den vatandaşlara çağrı: 1 Mayıs'ta Taksim'e!”, 29.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.dunya.com/gundem/son-dakika-gelismesi-chpden-vatandaslara-cagri-1-mayista-taksime-haberi-724777.

[14] Onur Can Gemici (2024), “İşçinin ve emeğin bayramı: 1 Mayıs”, Anadolu Ajansı, 30.04.2024, Date of Accession: 30.04.2024 from https://www.aa.com.tr/tr/gundem/iscinin-ve-emegin-bayrami-1-mayis/3205907#:~:text=Cumhuriyet%20d%C3%B6neminde%20ilk%20resmi%20kutlama%201923'te%20oldu&text=%C4%B0stanbul'daki%20ilk%20kutlama%20ise,1%20May%C4%B1s%201923'te%20oldu.



29 Nisan 2024 Pazartesi

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou ile Mülakat


Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou (Murteza Ocaklı), İstanbul Aydın Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi'nde Ekonomi ve Finans Bölümü öğretim üyesidir. Ojaghlou, eğitimini Ekonomi ve Finans ile Maden Mühendisliği alanlarında almış olup, 2024 yılında Makroekonomi alanında Doçentlik unvanını kazanmıştır. Ojaghlou, Türk asıllı olup, 1985 İran doğumludur. Dr. Ojaghlou, Payamenoor Üniversitesi-İran, Karadeniz Teknik Üniversitesi-Türkiye, Università Degli Studi di Napoli Parthenope-İtalya, Berlin School of Economics and Law-Almanya ve Warsaw School of Economics-Polonya gibi farklı yükseköğretim kurumlarında eğitim almıştır. Ojaghlou'nun bilimsel çalışmaları genellikle matematiksel makroekonomi, sayısal finans, uluslararası ticaret ve parasal politikalar üzerine odaklanmıştır. Ojaghlou'nun bilimsel çalışmaları ulusal ve uluslararası çeşitli saygın dergilerde yayımlanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Mortaza hocam, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Mülakatımıza daha güncel konularla başlamak isterim. Yıllardır Türkiye’de yaşayan ve çalışan İranlı Türk asıllı bir akademisyen olarak, Türkiye’de halkın İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze’de büyük trajedi gibi konulardaki genel eğilimleri hakkında gözlem ve görüşleriniz nelerdir? Sizce halkımız İran ve Filistin’e daha mı yakın duruyorlar, yoksa ABD’nin etkisiyle İsrail yanlısı tutum mu ağır basıyor?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: Bu fırsatı bana tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Türk halkının İran-İsrail-Filistin ilişkilerine bakışı oldukça çeşitlidir ve büyük farklılıklar gösterebilir. Aslında İsrail konusu, İran-Türkiye ilişkilerine de sürekli gölge düşürmüş ve olumsuz etkilemiştir. Bu tutumlar, değişik siyasi liderlerin farklı yaklaşımları, güncel jeopolitik durumlar, zaman faktörü ve bölgesel dengeler gibi etkenlere bağlılık göstermektedir. Türk halkının İran’a bakışını özellikle İran-İsrail konusunda düşüncesini etkileyen bazı önemli dönemleri kısaca ele alarak açıklayabiliriz:

1. İran İslam Devrimi’nden Önceki Dönem (1924-1979): Reza Şah Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi dönemlerinde İran-Türkiye ilişkileri genellikle dostane ve iş birliği temelinde ilerledi. Her iki ülke de, bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarı korumak amacıyla birbirleriyle ilişkilerini güçlendirmeye çalıştı. Özellikle Reza Şah döneminde modernleşme ve Batılılaşma çabaları çerçevesinde Türkiye ile İran arasındaki iş birliği arttı. Hatta iki ülke arasında ekonomik, askeri ve kültürel alanlarda somut iş birliği anlaşmaları imzalandı.

Muhammed Rıza Şah döneminde de bu iş birliği devam etti. Bu yıllarda İran ile Türkiye arasındaki ilişkiler, bölgedeki stratejik ortaklığı güçlendirmeye yönelikti. Bu dönemde diplomatik temaslar arttı, ticaret hacmi genişledi ve ortak çıkarlara dayalı iş birliği alanları geliştirildi. Bu dönemde iki ülkenin İsrail politikası hemen hemen aynı idi ve paralellik içermekteydi. Öyle ki, 29 Kasım 1947’de yapılan oylamada Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ve 5 Arap ülkesiyle birlikte “Taksim” olarak bilinen 181. karara karşı oy kullanarak karşı çıktı. Ancak yapılan oylama sonucunda Filistin’in bölünmesi BM tarafından kabul edildi.

18 Aralık 1965 tarihi, Türkiye’nin hem Batı dünyasıyla, hem de Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkilerinde adeta bir dönüm noktasını teşkil etti. Çünkü belirtilen tarihte, Kıbrıs ile ilgili olarak BM Genel Kurulu’nda bir oylama yapılmıştı. Bu oylamada 4 devletin (ABD, Arnavutluk, İran ve Pakistan) ret oyuna karşılık, 47 devlet kabul, 54 devlet ise çekimser oy kullandı. O dönemde sayıları 40’ı aşan İslam ülkesinden sadece İran ve Pakistan’ın Türkiye’ye destek olması dikkat çekmiştir.

2. 1979-1990 Dönemi: 1979-1990 döneminde İran-Türkiye ilişkileri dalgalanmalar ve zorluklarla karşı karşıyaydı. 1979’da gerçekleşen İran Devrimi, bir İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanarak İran’ın iç ve dış politikasında önemli değişikliklere neden oldu. Bu dönem, aynı zamanda İran-Irak Savaşı’nın (1980-1988) yaşandığı bir zamana denk geldi; bu da İran’ın komşuları ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini daha da zorlaştırdı.

Türkiye ise, bu dönemde İran’a karşı dikkatli bir yaklaşım sergiledi. Türkiye, bölgedeki ekonomik ve diplomatik çıkarlarını korumaya çalışırken, aynı zamanda İran ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişkilerini dengeleme zorluğuyla karşı karşıya kaldı. Arada yaşanan gerilim ve farklılıklara rağmen, her iki ülke de diplomatik ilişkileri ve ticari faaliyetleri sürdürdü. Ancak, bölgedeki genel dinamikler, özellikle İran-Irak Savaşı ve İran’ın devrimci hırsları, 1979-1990 döneminde İran ve Türkiye arasındaki ilişkileri karmaşık ve zaman zaman gergin hale getirdi.

3. Türkiye ile İsrail Arasında 1990'lardaki Stratejik Ortaklık Dönemi: 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğine yönelmesi, İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilimlere neden olmuştur. İran, İslam Devrimi’nden sonra ABD ve Batı’yı düşman olarak görürken, İsrail’i de “Siyonist rejim” olarak tanımlayarak İslam ve devrim düşmanı olarak nitelendirmiştir. Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerinden zaten rahatsız olan İran, Türkiye’nin İsrail ile stratejik iş birliğinden de endişe duymuştur. Türk yetkilileri, bu iş birliğinin üçüncü bir ülkeye karşı olmadığını belirtmiş olsalar da, İran, bu iş birliğinin kendisine karşı olduğunu düşünmüştür. İran’ın bu düşüncesinde o dönemde yaşanan bazı gelişmeler de etkili olmuştur. Nitekim 1996’da, Türkiye, İran ile enerji konusunda özelikle doğalgaz anlaşmaları yaparken, aynı zamanda İsrail ile de çeşitli güvenlik anlaşmaları imzalamıştır. Bu anlaşmalar, İsrail’in teknolojik ve endüstriyel bilgilerinden yararlanmayı, askeri istihbarat ve tecrübe paylaşımını içermekteydi. Hatta bu dönemde Türkiye, İsrail ve ABD, Doğu Akdeniz’de ortak deniz tatbikatları düzenlemişlerdir. Bu gelişmeleri tehdit olarak gören İran ise, dönemin İslam Konferansı Örgütü (şimdinin İslam İşbirliği Teşkilatı) Tahran Zirvesi’nde Türkiye'nin İsrail ile olan ilişkilerini kınayan bir karar tasarısına destek vermiştir. Bu karar tasarısının kabul edilmesiyle, zirveye katılan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel zirveyi terk etmek zorunda kalmıştır. Bazı İranlı yetkililer, Türkiye-İran ilişkilerinde yaşanan krizlerde “Siyonist rejim”in etkili olduğunu iddia etmişlerdir.

Bunlara ek olarak, 1980-1990’lı yıllarda Türkiye’deki İslamcı hareketler, büyük ölçüde İran İslam Devrimi’nin etkisi altında kalmış ve hatta Türkiye’de sosyal demokrat-laik bireylere yönelik İran destekli olduğu düşünülen bazı suikastlar gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İran’ın, Kudüs Gecesi, Büyükelçiler krizi ve Merve Kavakçı krizi gibi durumlarda ön planda olması, iki devlet arasındaki ideolojik çatışmanın bir yansıması olarak yorumlanmıştır. İran’ın Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşmasını Siyonist rejime karşı bir tehdit olarak görmesi ve buna karşı tepkiler vermesi, Türk halkının İran’a bakışını etkilemiştir.

4. Mahmud Ahmedinejad Dönemi (2005-2013): Mahmud Ahmedinejad'ın ilk Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türkiye ile ilişkiler, ideolojik etkenlerden uzaklaşarak karşılıklı çıkarları temel alan bir döneme evrildi. Bu süreçte, iki ülke arasında birçok üst düzey ziyaret gerçekleştirildi ve bu ziyaretler önemli adımların atılmasını sağladı. Özellikle, PKK/PJAK gibi ortak sorunlar üzerinde iş birliği, istihbarat paylaşımı ve enerji konusunda iş birliği gibi konular dikkat çekti. Ancak ikinci dönemde İsrail konusu bu ilişkilere Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile gölge düşürdü.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Ortadoğu’da demokratik reformları teşvik etmeyi ve istikrarı sağlamayı hedefleyen bir girişim olarak tanımlanıyor. İsrail, bu projede önemli bir rol oynamış ve bölgedeki güvenlik ve istikrarın kendi lehine sağlanmasında aktif bir şekilde yer almıştır. İsrail için BOP, kendi güvenliği açısından da önemlidir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, İsrail, Ortadoğu’daki genişleyen coğrafyaya ilgi göstermeye başlamıştır. Orta Asya ve Kafkasya’da yeni Cumhuriyetlerin ortaya çıkması, İsrail’e dar coğrafyasından kurtulma ve geniş bir ekonomik hinterlanda sahip olma fırsatları sunmuştur. İsrail, ayrıca Arap olmayan Müslüman ülkelerle ilişkilerini de daima geliştirmeyi hedeflemiştir. İsrail, bu dönemden başlayarak Türkiye ile askeri iş birliği ve Azerbaycan ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Bu dönemde İsrail-Türkiye-Azerbaycan ekseninden dahi söz edilmiştir. İsrail, Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetleri ile diplomatik ilişkiler kurmuş ve ekonomik yatırımların önünü açmıştır. Bu bölgede yaşayan Yahudi toplulukları da İsrail’in ilgi alanına girmiştir. Bu politika, İran Devleti ve halkını da etkilemiştir.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Irak Savaşı sonrası gündeme gelen Amerikan güdümlü bir girişimdir. BOP, İsrail için aynı anda hem fırsatlar, hem de meydan okumalar yaratabiliyordu. Teröre karşı savaşın öne çıkacağı yeni güvenlik anlayışında Filistin Sorunu merkezi sorun olarak algılanmaktan uzaklaşabiliyor ve demokrasi ve insan hakları konusunda duyarlı inisiyatif İsrail’i potansiyel ortak olarak görebiliyordu. İsrail ile ilgili negatif algılamaları daha az olan ülkelerin değerlendirilmesi, İsrail’in bölgesel politikalarda elini güçlendirebilir. Bu konuda yıllar önce okuduğum Hüseyin Bağcı ve Bayram Sinkaya’nın “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye: AK Parti’nin Perspektifi” çalışması önemli bir makaledir ve okunmasını tavsiye ederim.

Bu dönemde İsrail’in İran-Türkiye ilişkisine gölge düşüren bir diğer konu ise Kürecik Radar Üssü’dür. Kasım 2010’da NATO Lizbon Zirvesi’nde, tüm ittifak üyelerini kapsayan bir balistik füze savunma sistemi kurulması için bir stratejik plan yapıldı. NATO üyesi bir devlet olarak, Türkiye, topraklarında erken uyarı radar sistemi kurulmasını onayladı. Ancak Türkiye, radar istasyonunda toplanan tüm bilgilerin sadece NATO üye devletlerinin kullanımı için olacağını ısrar etti. Radar istasyonu, NATO’nun balistik füze saldırılarına karşı erken uyarı radarı olarak kullanılması için 2012’de kuruldu. Kürecik ve çevresindeki diğer insanlar, radar alanının duyurulmasından sonra karşıtlıklarını dile getirdiler ve protestolar düzenlediler.

Eylül 2011’de, İran, Türkiye’yi erken uyarı radarı kurması nedeniyle eleştirdi ve bu durumun savaş halinde İran füzelerinden İsrail’i koruyacağından endişe etti. Hatta bu son olaylarda (İran’ın 13 Nisan’daki misillemesi) bu radarların İran füzelerini tespitinde devreye girdiğini iddia edenler de oldu, ancak Türkiye bunu yalanladı. Unutmamak gerekir ki, Türkiye, NATO üyesi bir devlettir. NATO üyesi olmanın bazı zorluklarının olduğu bilinmelidir. NATO üyeliği, anlaşma gereği dolaylı olarak ABD’nin savunma doktrini çerçevesinde yer almayı gerektirir. Çünkü eski Fransız reis-i cumhuru De Gaulle’ün de ifade ettiği gibi, “NATO, Amerika’nın Avrupa ile ilişkisini yönetmek için var, Avrupa’nın Amerika ile ilişkisini değil”. De Gaulle, NATO’nun ABD’nin Avrupa’yı kontrol etme aracı olduğuna inanıyordu. O, ABD’nin Avrupa üzerindeki egemenliğine karşı çıkıyordu. De Gaulle, NATO hakkında şunları söylemiştir: “NATO, boş laflar akademisidir. Savunmanın, onun olmadan düşünülemez olduğu fikrini yerleştirerek, ulusal bağımsızlık duygumuzu uyuşturur. NATO, aslında bir aldatmacadır, Amerika’nın Avrupa’yı ele geçirmesi için bir kılıftır.

Öte yandan, ABD Milli Güvenlik Stratejisi belgesinde İran’ın öne çıktığına sık sık rastlanır. İran, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin bir parçası olarak ele alınan önemli bir aktördür. Bu belgede, İran’ın bölgesel istikrarsızlık, terörizm, nükleer programı ve bölgesel politikaları gibi konularda potansiyel tehditler olarak vurgulandığı görülmektedir. NATO üyeleri, karar alma süreçlerine aktif olarak katılsalar da, bireysel ülkelerin bağımsız hareketleri ittifak çerçevesinde sınırlıdır. NATO’nun oluşu, birliğinde ve kolektif savunma ve güvenliğe olan ortak taahhüdünde yatar. Özetle, Türkiye, özellikle ABD tarafından milli güvenlik tehdidi unsuru olarak gördüğü İran’la ilişkilerinde kolektif güvenlik ve aldığı kararlarda ABD ve NATO’yu göz önünde bulundurmak zorunda kalmaktadır. Nitekim, ABD’nin İran ve İranlılara karşı yaptığı ambargolarda Türk firmaları özelikle finansal kuruluşları sert bir şekilde uyduğu görülmektedir. Bu sebepten dolayı, NATO üyesi olan bir ülkenin dünyaya ve İran gibi NATO dışı ülkelere bakışı bazı zorluklar ve karmaşıklıkları içermektedir.

Bu faktörleri göz önünde bulundurduğumuzda, Ahmedinejad döneminde Türk halkının İran’a bakışı karmaşık bir hâl aldı. Bazı Türkler, İran’ı komşu ve tarihi bağlarla bağlı bir ülke olarak görmeye devam etti ve Ahmedinejad yönetimini eleştirmek yerine, iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek için çaba harcadı. Ancak bazıları, Ahmedinejad’ın dış politikası ve nükleer programı gibi konularda endişelerini dile getirdi ve İran’ı bölgedeki istikrarsızlığın bir kaynağı olarak gördü. Bu sebepten dolayı, bu dönemde Türk halkı arasında İran’a yönelik genel bir algı oluşturmak zordu; çünkü aynı anda çok farklı görüşler ve duygular mevcuttu. Bu tutum, İran tarafından da geçerli idi. Bu karmaşıklık 2010 yılında başlayan ve önceleri “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla daha da karmaşık hale geldi.

2010’da başlayan Arap isyanları, her iki ülke için de başlangıçta bölgedeki etkilerini genişletme fırsatı olarak görüldü. Türkiye, demokrasi ve ekonomik kalkınma modelinin olumlu bir şekilde algılanmasını umdu. İran ise kendi İslam Devrimi tarafından ilham alınan devrimlerin potansiyelini gördü. Türkiye, Arap ülkelerinde demokratik geçişleri destekledi, hatta İslamcı olmayan gruplara da destek sundu.  Ancak İran, bu isyanlara "Büyük Ortadoğu Projesi"nin devamı ve ABD-İsrail politikasının uzantısı olarak bakarak, müttefikler ve ABD etkisine karşı bir araç olarak gördüğü İslamcı grupları destekledi. Bu dönemde İran’ın mezhepçi politikalar izlediği izlenimi Türk halkına yansıdı. Bu ayrılık, özellikle Suriye üzerinde sürtüşmeye neden oldu. Türkiye, İran destekli Suriye rejimine karşı isyancıları destekledi. Bu, iki ülke arasında önemli bir anlaşmazlık noktası yarattı.

Sonuçta, Arap ayaklanmaları, İran ve Türkiye arasındaki bölgesel rekabetin daha derin bir sorununu ortaya çıkardı. Her iki ülke de bölgeye tarihi ve kültürel bağlara sahip olup, farklı motivasyonlardan dolayı etki alanı için rekabet ediyordu. Politik gerilimlere rağmen, ekonomik bağlar nispeten istikrarlı kaldı. Her iki ülke de özellikle İran’dan Türkiye’ye enerji ithalatından faydalandı. Arap ayaklanmalarının uzun vadeli etkileri hala gelişiyor. Bazı Arap ülkelerinde mezhepçi şiddetin ve istikrarsızlığın artması durumu karmaşık hale getirdi. Gerilimlere rağmen, İran ve Türkiye'nin ABD’nin geri çekilmesinden önce İran nükleer anlaşması gibi konularda iş birliği yapma yolları bulmuşlardır.  İran, Arap isyanlarını bir fırsat olarak görerek kendi nüfuzunu Suriye, Irak ve Lübnan’da artırarak İsrail’i Lübnan ve Suriye’den karadan kuşatmayı başardı. İran’ın bu anti-İsrail ve anti-Amerikan politikaları ile nüfuzunu artırması, mezhepçilik yaptığı algısını güçlendirdi.

5. Hasan Ruhani ve İbrahim Reisi Dönemleri (2013-2024): Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde (2013-2021), İran-Türkiye ilişkileri geçmişte olduğu gibi iş birliği ve zaman zaman gerginliklerle dolu bir dönem yaşadı. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler önemini korurken, ikili ticaret sürekli olarak arttı. Her iki ülke de, enerji, ticaret ve ulaşım gibi çeşitli alanlarda ortak girişimlerde bulundu. Türkiye’deki başarısız darbe girişimi Ruhani dönemine denk gelmiş idi. İran, Türkiye’deki darbe girişimi sırasında net bir tutum sergileyerek önemli ve pozitif bir rol oynadı. Üst düzey siyasi ve askeri yetkililer tarafından ilk saatlerde peşpeşe darbe karşıtı açıklamalar yapılmıştı. İran’ın o dönemki Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Türkiye’deki bu olayların başlangıç saatlerinde, darbe girişiminden hemen sonra ve ardından darbenin başarısızlığından sonra iki ayrı tweet atarak Türkiye’deki krizde seçilmiş iktidarın yanında olduğuna vurgu yapmıştır. Darbenin arkasında ABD’nin olduğunu iddia eden güçlerden birisi de İran’dı. Hatta İran askeri güçleri, Türkiye sınırında, darbecilerin İran’a kaçması veya darbecilerin kullandığı uçakların İran sınırlarına girmesine karşı da tedbirler almıştı. Konuyla ilgili bilgiyi eski İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi kamuoyuyla paylaşmıştı. İran, ayrıca FETÖ’nün ülkede okul açmasına izin vermeyen nadir ülkelerden biriydi. Fethullah Gülen’in “Ahirette Cennet’e giden yol İran'ın içinden geçse ben sorarım kenarından bir yol var mı?” şeklindeki beyanını da bu noktada hatırlamakta yarar var.

Ancak bunlara rağmen, bölgesel konularda farklılıklar halen mevcuttu, özellikle de Suriye konusunda. Her iki ülke de Suriye çatışmasına çözüm bulmayı amaçlarken, genellikle farklı tarafları desteklediler. İran, Beşar Esad rejimini desteklerken, Türkiye ise belirli Sünni muhalif grupları destekledi. Bu durum, zaman zaman sürtüşmelere ve anlaşmazlıklara neden oldu, özellikle de Suriye’nin geleceği konusunda. Ancak bu farklılıklara rağmen, her iki ülke de işlevsel bir ilişkiyi sürdürmenin önemini kabul ettiler ve Astana Zirvesi gibi iş birliklerine devam ettiler. Çünkü iki ülkenin ortak sınırları ve tarihi bağları bulunuyordu. Nitekim herhangi bir anlaşmazlığı ele almak ve bölgesel konularda ortak bir zemin bulmak için diplomatik diyaloglarını sürdürdüler.

Bu bilgiler ışığında tekrar soruya dönersek, Türkiye’de İran-İsrail gerginliği, Filistin Sorunu ve Gazze trajedisi gibi konularda halkın genel eğilimleri oldukça karmaşık ve çeşitlidir. Bu konulardaki görüşler, bireyler arasında farklılık gösterebilir, ancak bazı genel gözlemler ve görüşler şunlar olabilir:

  • Türkiye halkının büyük bir kısmı, Filistin halkının haklarını savunur ve İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalini eleştirir. Bu, tarihsel dayanışma ve insan haklarına duyarlılıkla ilişkilendirilebilir. Filistin meselesi, Türkiye’de genellikle duygusal ve insani bir konudur ve halkın büyük bir bölümü Filistin’e destek verir. Türkiye ve İran arasındaki ilişkiler ise daha karmaşıktır. İki ülke arasında hem iş birliği hem de rekabet vardır. İran’ın İslam Cumhuriyeti olarak benzer bir dini ve kültürel geçmişi paylaştığı Türkiye ile ilişkiler, zaman zaman gerginliklerle de karşılaşabilir. Türkiye’nin ABD ve İsrail ile ilişkileri değişkendir. Bazı kesimler, ABD ve İsrail’in bölgedeki politikalarını eleştirirken, diğerleri daha işbirlikçi bir tutum sergileyebilir.
  • Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri, Filistin meselesi ve Gazze trajedisi gibi konularda hassas bir denge gerektirir. Sonuç olarak, Türkiye halkının bu konulardaki görüşleri çeşitlilik gösterir. İran ve Filistin’e duyarlılık, tarihsel bağlar ve bölgesel dinamikler, bu görüşleri şekillendirir. Ancak kesin bir genelleme yapmak zordur, çünkü her birey kendi düşüncelerine sahiptir.
  • İranlılar genellikle kültürel ve dini benzerlikler nedeniyle Türkiye’yi sever ve turistik açıdan tercih ederler. Ayrıca, Türkiye’nin tarihi yerleri, doğal güzellikleri ve alışveriş olanakları da İranlı turistler için çekicidir. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrasına gelince, Türkiye ve İran, Gazze’deki duruma ilişkin, çoğunlukla kendi jeopolitik çıkarlarını ve ideolojik duruşlarını yansıtan güçlü görüşlerini dile getirdiler. Türkiye, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini açıkça kınadı ve derhal ateşkes çağrısında bulundu. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hamas da dahil olmak üzere Filistinlilerin sadık bir destekçisi olmuş ve İsrail’in politikalarını soykırıma benzeterek açıkça eleştirmiştir.
  • Lakin sert söylemlerine rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürüyor ve İsrail, Türkiye’nin kendisi de dahil olmak üzere çeşitli çevrelerden eleştiri alıyor. İran ise, İsrail’i Gazze’ye yönelik saldırıların devam etmesinin bölgenin kontrolden çıkmasına neden olabileceği konusunda uyardı. İran, Hamas’ın açıktan destekçisi olmuş ve ABD’yi de İsrail’e askeri destek sağladığı için kınamıştır. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan (Hossein Amir-Abdollahian), Gazze’deki durum düzelmezse bunun ciddi sonuçlara ve potansiyel olarak daha geniş bir bölgesel çatışmaya yol açabileceğini belirtti.

Sonuç olarak, her iki ülke de Gazze’deki duruma kendi geniş bölgesel politikalarının merceğinden bakıyor ve konuyu uluslararası sahnede kendi konumlarını göz önüne alarak yaklaşıyor. Türkiye’nin yaklaşımı güçlü siyasi açıklamaları devam eden ekonomik ilişkilerle birleştirirken, İran’ın tutumu olası askeri gerilime ilişkin uyarıları ve Filistinli gruplara desteği içeriyor. Bu konumlar, Ortadoğu’yu karakterize eden diplomasi, ideoloji ve bölgesel güç dinamiklerinin karmaşık etkileşimini yansıtıyor. Sert retoriğe rağmen, Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini sürdürmektedir. Bu hem Türkiye içinde, hem de İran’da çeşitli eleştirilere yol açmıştır. Türk halkı, her zaman Filistin meselesine hassas olmuştur; ancak bir yandan da genellikle Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak durmayı tercih etmiştir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran İslam Cumhuriyeti, yıllardır Batı dünyasından dışlanmasına, çok ağır yaptırımlara maruz kalmasına ve içeride birçok karışıklık ve zorluk yaşamasına rağmen giderek bölgesel etkisini arttırıyor. Öyle ki, İran etkisi artık bölgedeki birçok ülkede hissediliyor ve dahası, İran’ın nükleer silahlara erişmesi ve ciddi bir nükleer cephanelik oluşturması durumunda bölgesel bir süper güç olması bekleniyor. Sizce İran, İslami rejim döneminde başarılı oldu mu ve İran halkının rejime genel yaklaşımı nedir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran İslam Cumhuriyeti'nin 1979’daki devrimden beri karşı karşıya olduğu zorluklara rağmen bölgesel etkisini artırdığı doğrudur. Batı yaptırımları, iç siyasi çekişmeler ve sosyoekonomik zorluklar gibi engellere rağmen, İran, Ortadoğu’da önemli bir siyasi ve askeri güç olarak konumunu sağlamlaştırdı. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve Irak’taki milis gruplar gibi bölgedeki çeşitli aktörlere verdiği destekle açıkça görülüyor.

Ancak İran'ın “başarısı”nın nasıl değerlendirileceği karmaşık bir sorudur. Rejimin savunucuları, eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda önemli ilerleme kaydedildiğini ve ulusal bağımsızlığı koruduğunu vurgulamaktadırlar. Buna karşın, ülkedeki ve ülke dışındaki muhalifler, siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik eşitsizlik gibi konularda rejimin eleştirisini yapmaktadırlar.

İran halkının rejime genel yaklaşımı da karmaşıktır. Rejime desteğin zamanla dalgalandığı ve farklı demografik gruplar arasında önemli farklılıklar olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine İran halkı yüzde 49 katılım göstermiştir ki, bu bizim için önemli bir göstergedir. Zira uzmanlara göre, İran’daki seçimler diğer ülkelerinkiyle farklı konsepte sahiptir. Bu seçimler, adeta İran İslam Devrimi’ni sevenler ile sevmeyenler arasında gerçekleşir. İbrahim Reisi, Mohsen Rezaei (Mohsen Rezaee), Ghazizadeh (Amir-Hossein Ghazizadeh Hashemi) gibi aşırı muhafazakâr adayların bulunduğu bir seçimde yüzde 49 katılım, İran halkının en az yarısının Devrim Muhafızları’nı desteklediği anlamına gelmektedir. Uluslararası medyada yansımasa da, bu oran azımsanmayacak bir desteği göstermektedir. Ourworldindata.org’un verilerine göre,  yılında ulusal hükümetlerine güvenen kişilerin oranlarına bakıldığında; İran’da bu oran  ve Türkiye’de  civarındadır (OECD raporuna göre  yılında Türkiye’de bu oran  olarak kaydedilmiştir[1]). Ancak, unutulmamalıdır ki,  yılı, İranlılar için en zor yıllardan birisidir. Zira ABD tarafından İran’a uygulanan "maksimum baskı" politikasının zirveye ulaştığı bir yıldır.

Sonuç olarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin son 40 yılı karmaşık bir başarı ve başarısızlık hikâyesi olmuştur. Rejim, bölgesel bir güç olarak önemli bir konum elde etmeyi başarmıştır; ancak bu başarıların ışığında ambargo gibi faktörlerle siyasi baskı, insan hakları ihlalleri ve ekonomik sıkıntılar ve eşitsizliği fırsat maliyetine yapmıştır. İran halkının rejime bakış açısı da karmaşıktır ve zamanla ve farklı demografik gruplar arasında değişmektedir. Bu bağlamda diğer önemli konu İran’nın nükleer başarısı ve hırsıdır. İran’ın nükleer programı, bölgedeki en önemli güvenlik endişelerinden biri olmaya devam etmektedir. Rejim, nükleer programının barışçıl amaçlı olduğunu savunurken, ABD ve diğer Batılı ülkeler, İran’ın nükleer silah geliştirmeye çalıştığına inanmaktadır. Eğer İran nükleer silah elde ederse, bu bölgesel güç dengesini önemli ölçüde değiştirebilir ve Ortadoğu’da bir nükleer silahlanma yarışına yol açabilir. Bu durum, ABD Merkez Komutanı General Michael Kurilla’nın 2023’te kongreye sunduğu raporunda, İran’ın nükleer silahlara sahip olması durumunda Ortadoğu’yu bir gecede sonsuza dek değiştireceğini ifade etmiştir. Bu durum, İran’ın bölgesel nüfuzunu artırmasına ve rakiplerini caydırma yeteneğini geliştirmesine olanak verebilir. Nitekim Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, 24 Nisan’da, “İran’ın bir nükleer bomba geliştirmesi için haftalar kaldı, aylar değil” demiştir.

Bir ekonomist olarak bana sorarsanız, hidrokarbon zengini bir ülke için nükleer teknolojiye yatırım yapmak ve bu sebepten dolayı yıllarca sert ambargoya maruz kalmak ekonomik açıdan mantıklı değil. Ancak, İran gibi bir ülke için nükleer teknolojinin stratejik önemi de göz ardı edilmemelidir. Nükleer teknoloji, İran’ın bölgedeki etkisini artırabilir ve caydırıcı bir güç olarak kullanılabilir, özellikle İsrail ve ABD gibi potansiyel rakipler karşısında. Nükleer teknolojinin kazanılması, İran’ı bölgedeki diğer aktörlerle müzakere masasında daha güçlü bir konuma getirebilir. Ayrıca, nükleer silah sahibi olmak istememelerine rağmen, nükleer programları sadece savunma amaçlarıyla sınırlı olmayabilir; aynı zamanda ulusal güvenliklerini sağlamak ve dış müdahalelere karşı bir kalkan oluşturmak için de kullanılabilir. Lakin bu tür bir nükleer programın geliştirilmesi ve sürdürülmesi uluslararası alanda sert tepkilere neden olabilir. Dolayısıyla, nükleer teknolojiye yatırım yapmanın ekonomik zorlukları olduğu kadar, uluslararası ilişkilerde de belirli riskler taşıdığı unutulmamalıdır. Bölgesel bir nükleer savaş riski artabilir ve İran, daha da fazla uluslararası izolasyona maruz kalabilir. Ayrıca, İran’ın olası sahip olacağı nükleer silahları, bölgedeki diğer aktörleri de kendi nükleer programlarını geliştirmeye teşvik edebilir.

Son tahlilde, İran’ın başarısı veya başarısızlığı, bakış açısına bağlı olarak değişebilir. Bölgesel güç olarak etkisini artırması ve bölgede güç göstermesi, İran halkının gururunu okşayan bir durum olarak gözlemleniyor. Bu, İranlıların tarihsel güçleri ve imparatorlukları ile Batı’nın son 150 yılda İran'a karşı baskıcı ve küçümseyici bakış açısından kaynaklanıyor. İran İslam Cumhuriyeti, bu aşağılayıcı bakış açısına son verdi ve İran’ı geçen 250 yılda sürekli toprak kaybeden konumdan Ortadoğu’da genişleyen ve özellikle son zamanlarda İranlılara tarihlerindeki “Büyük İran” veya “İran Platosu Kültürü” mirasını hatırlattı; bu da onların gururunu okşadı ve bunlar başarı olarak değerlendirilebilirken, içerideki az da olsa bazı etnik ve dini çatışmalar ve halkın rejime karşı tutumu, başka bir açıdan başarısızlık olarak yorumlanabilir. Yıllarca ambargo altında kalması, özellikle Donald Trump döneminde İranlılar için zorlu günler yaşattı. Ancak, İranlılar, bu zorlukların ana nedeninin ambargo ve Batı’nın çifte standartları olduğunu biliyorlar. Zira İran, hem bölgesel faaliyetlerini, hem de nükleer faaliyetlerini uluslararası yasalara uygun olarak yürütmektedir. İran’ın Suriye’deki faaliyetleri Esad rejiminin resmi daveti üzerine gerçekleşmiş ve nükleer faaliyetler de NPT anlaşmasına taraf olan İran’a tanıdığı haklar çerçevesinde gerçekleşmektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Biraz kendi alanımız olan yükseköğretime dönersek, Türkiye ve İran’daki eğitim sistemleri ve bunların başarı düzeyi hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Sizce iki ülkenin birbirlerinden öğrenebilecekleri konular ve iş birliği yapabilecekleri alanlar mevcut mu?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran ve Türkiye, tarihleri, kültürel yapıları ve siyasi bağlamları tarafından şekillendirilmiş farklı eğitim sistemlerine sahiptir. İran’daki eğitim sistemi merkeziyetçi bir yapıya sahiptir ve (3+3)+(3+3) şeklinde düzenlenmiştir. Okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir ve eğitim ilkokul düzeyine kadar zorunludur. Müfredatında İslam dersleri, Farsça, matematik, fen bilimleri, yabancı dilleri (genellikle İngilizce ve Arapça) ve sosyal bilimler önemli yer tutar. Ayrıca, din eğitimi de müfredatın önemli bir bileşenidir. Üniversiteler, lisans ve lisansüstü programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları genellikle uzmanlaşmıştır.

Türkiye’deki eğitim sistemi ise 4+4+4 yapıya sahiptir ve okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise seviyelerini içerir. Eğitim 12 yıl boyunca zorunludur ve müfredatı Türkçe, matematik, fen bilimleri, sosyal bilimler ve yabancı dilleri kapsar. Lâik eğitim anlayışı baskındır. Türk üniversiteleri çeşitli programlar sunar ve yüksek öğrenim kurumları daha çeşitlidir.

İran’da öğretim dilinin ana dili Farsça’dır ve cinsiyet ayrımı okullarda yaygındır; üniversite öncesi kızlar ve erkekler genellikle ayrı sınıflarda eğitim alır. Türkiye’de ise öğretim dili Türkçe’dir ve karma eğitim yaygındır; kızlar ve erkekler birlikte okurlar. Ayrıca, İran’da İslami değerler eğitimde önemli bir rol oynar ve din dersleri zorunludur. Türkiye’de ise zorunlu din derslerine karşın daha ziyade lâik prensipler eğitimi yönlendirir. Ancak ilginç olan, din baskısı çıktısı açısından ters durum söz konusudur.  Ourworldindata.org verilerine göre, İranlıların yüzde 84,2’si bilime güveniyor, ancak Türklerdü bilime güven söz konusudur. CEOWORLD dergisi tarafından 2024 yılında gerçekleştirilen “Dünyanın En (ve En Az) Dindar Ülkeleri” başlıklı araştırmaya göre, Türk nüfusunun  ve İranlıların 'ü dindar olarak sınıflandırılmaktadır.

Öğretmen eğitimi açısından, İran’da öğretmenler pedagoji, alan bilgisi ve din eğitimi alanında eğitim alırlar. Türkiye’de ise öğretmen eğitim programları pedagoji ve alan bilgisi üzerine odaklanır. Özel eğitim alanında ise, İran’da da özel okullar mevcuttur, ancak daha az yaygındır. Türkiye’de ise özel okullar çok yaygındır ve alternatif eğitim sunarlar. Her iki ülkenin eğitim sistemi, kendi benzersiz kültürel ve tarihsel bağlamını yansıtmaktadır.

Her iki ülkenin eğitim sisteminin de kendine özgü güçlü ve zayıf yönleri vardır. Her iki eğitim sisteminde de merkeziyetçi bir yapı söz konusudur. Merkezî sınavların önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Türkiye’nin eğitim sistemi daha esnek ve yeniliklere açıkken, İran’ın eğitim sistemi daha disiplinli ve temele dayalıdır. Her iki ülkenin de eğitimde karşı karşıya olduğu zorluklar vardır. Bu zorlukların üstesinden gelmek için iki ülkenin de birbirinden öğrenebileceği şeyler vardır.

İş birliği olanakları ise bence şu konular etrafında geliştirilebilir:

Müfredat Geliştirme: İki ülke, ortak müfredat geliştirilmesi ve eğitim materyalleri paylaşımı konusunda iş birliği yapabilir.

Öğretmen Değişimi: İki ülke, öğretmenlerin birbirlerinin okullarında misafir öğretmen olarak görev almalarını sağlayabilir.

Ortak Araştırma Projeleri: İki ülke, eğitimdeki ortak sorunlara çözüm bulmak için ortak araştırma projeleri yürütebilir.

Eğitimde Teknoloji Kullanımı: İki ülke, eğitimde teknoloji kullanımını geliştirmek için iş birliği yapabilirler. Üniversite eğitimine gelince, iki ülkede hemen hemen aynı vaziyette kategorize edilebilir. Aşağıdaki tablo, İran ve Türkiye'nin çeşitli akademik alanlardaki dünya sıralamalarını karşılaştırarak önemli bir bilgi sunuyor. Mühendislik alanında İran’ın Türkiye’den biraz daha iyi bir konumda olduğu görülüyor.

Scimago Journal & Country Rank verilerine göre, Türkiye ve İran'ın bilimde dünyadaki konumu:

Alanİran’ın Dünya SıralamasıTürkiye’nin Dünya Sıralaması
Bilgisayar Bilimi2220
Biyokimya, Genetik ve Moleküler Biyoloji1620
Fizik ve Astronomi1821
İşletme ve Yönetim2316
Matematik1415
Malzeme Bilimi1316
Mühendislik1316
Tıp1615

Bu tabloya göre, her iki ülkenin de belirli akademik alanlarda güçlü yönlerinin olduğunu ve farklı disiplinlerde farklı dereceler elde ettiklerini gösteriyor. Bu bilgi, her iki ülkenin de akademik araştırma ve gelişimde aktif olduğunu ve uluslararası alanda rekabet edebildiğini göstermektedir.

Aşağıdaki tablo ise, QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri görmekteyiz. İran’ın 4 ve Türkiye’nin 3 üniversitesi dünya çapında ilk 500 üniversite içine yer almayı başarmışlar.

QS sıralamasına göre dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren üniversiteleri:

Dünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren İran üniversiteleriDünyada sıralamaDünya çapında ilk 500 üniversite arasına giren Türkiye üniversiteleriDünyada sıralama
Sharif University of Technology334Middle East Technical University (ODTÜ)336
University of Tehran360Istanbul Technical University (İTÜ)404
Amirkabir University of Technology375Koç University431
Iran University of Science and Technology441--

İran ve Türkiye, dünya çapında üniversite kalitesi açısından benzer sıralamalara sahip. Her iki ülkenin üst sıralara yerleşmiş teknik üniversiteleri bulunuyor. Ancak her iki ülkenin üniversiteleri de dünya çapında üst sıralarda yer almak için rekabet içindeler. Bu değerlendirme, her iki ülkenin de yükseköğretim kurumlarının uluslararası alanda tanınmış ve saygın olduğunu göstermektedir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: İran ile Batılı ülkeler arasında süregelen bir gerilim ve anlaşmazlık söz konusu. Bu gerginlik, Hamas’ın İsrail’e saldırmasıyla farklı bir boyuta geçmiş görünmektedir. Acaba İran-İsrail ve İran-ABD arasındaki tutumlar ve ilişkiler, Ortadoğu’da ve uluslararası alanda ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bu durumun bölgesel istikrar ve güvenlik üzerindeki etkileri nasıl değerlendirilmelidir?

Doç. Dr. Mortaza Ojaghlou: İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında ABD’nin Tahran’daki elçiliğinin basılmasıyla birlikte İran ile ABD arasında doğrudan diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Aynı şekilde, devrim sonrasında İran, İsrail’i işgalci bir rejim olarak tanımlayarak, onu bir devlet olarak tanımayı kabul etmemiştir. Nükleer programına kadar İran, bu durumu yönetmeyi öyle veya böyle başarmıştır. Ancak 2002’de İran’ın gizli nükleer faaliyetlerinin ifşasıyla birlikte durum farklı bir boyuta evrilmiş ve İran, bu konuyu Batı ile anlaşmazlığının merkezine yerleştirmiştir. İran’a göre, ABD, baskı ve ambargo uygulamak için bahaneler bulacaktır. İnsan hakları retoriği yerine nükleer mesele daha uygun bir konu olarak görünmüştür; çünkü nükleer teknoloji, İran’ın sağladığı caydırıcı ve teknolojik güçle paralel olarak, İran’ın NPT’den sağlanan meşru hakkı idi ve bu konuda İran’a yapılan baskılar, İran halkına Batı politikalarının meşru bir baskı olmadığını göstermiş ve rejime olan halk desteğini arttırmıştır.

Ancak 2015’te bir dönüm noktası yaşandı. İran ve ABD, 36 yıl sonra doğrudan nükleer konuda görüşmeye başladılar. Sonunda Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) anlaşması imzalandı ve bu anlaşma uyarınca, İran, nükleer faaliyetlerini minimum seviyeye indirdi (yalnızca yüzde 3,67 düzeyinde uranyum zenginleştirebiliyordu) ve büyük ölçüde ambargoların kaldırılması gerekiyordu. Bu başarılı süreç, Trump’ın 2018'de nükleer anlaşmadan tek taraflı ve hukuksuz bir şekilde çekilmesiyle farklı bir boyuta taşındı ve bir dönüm noktası olarak görüldü. Çünkü İran Nükleer Anlaşması, sadece İran ile 5+1 ülkeleri arasında yapılan bir anlaşma değildi. Bu anlaşma, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı olarak tüm ülkeler ve özellikle de anlaşmanın tarafı olan ülkeler tarafından bağlayıcı hukuk taşımaktaydı. Trump’ın tek taraflı çıkışı, diğer taraf ülkelerin farklı gerekçelerle anlaşmaya uymamaları ve dünyanın ve Birleşmiş Milletler’in bu konuya kayıtsız kalması, İran’ı bu konuda ciddi şekilde düşündürmeye itmiştir.

İran’ın tepkisi, nükleer faaliyetlerini kademeli olarak arttırmasının yanı sıra, her fırsatta tepki göstermeye başlamasıydı. Bu tepkinin en önemli ve belki de gözden kaçanı, İran’ın Rusya-Ukrayna Savaşı’nda dolaylı taraf olmasıydı. İran, Sasani İmparatorluğu döneminin İran-Roma İmparatorluğu savaşlarından sonra ilk kez Avrupa topraklarında yaşanan bir savaşta silah satarak dolaylı olarak taraf oldu. Bu savaş, İran için büyük fırsatlar sundu:

  1. İran, ABD’nin baskılarından ve komşuluk kaygılarından dolayı İran’a silah satmaya sıcak bakmayan Rusya’dan ilk kez SU35 uçakları alma fırsatını elde etti.
  2. İran, Batı’dan özellikle AB ülkelerinden nükleer anlaşmaya uymayan Avrupa ülkelerine tepki gösterdi ve bu, İran’ın Batı’ya açık şekilde meydan okumasının ilk örneğiydi.

Ancak, bu süreç Hamas saldırısı ve sonrasında İsrail ile yaşanan gerilimle farklı bir boyuta evrildi. İsrail’in Suriye’deki İran konsolosluğuna saldırısı ve sonrasında İran’ın yaklaşık 300 füze ve insansız hava aracı saldırısı, gölgede yaşanan ve daha çok istihbarat savaşının sahaya yansımasına neden oldu ve bazı uzmanlara göre 13 Nisan günü sonrası artık “Ortadoğu” tarihi bitti ve “Batı Asya” tarihi başladı. İran’ın İkinci Dünya Savaşı galipleri ülkelerin tehdit ve ikazına bakmaksızın İsrail’e saldırması ve İran Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün tabiriyle 20 ülkenin özelikle ABD, İngiltere, Fransa vs. gibi ülkeleri savunma pozisyonuna düşürerek İbrahim anlaşmasına taraf olan ülkelere net ve anlaşılır bir mesaj göndermiş oldu. İran ve İran’a bağlı milislerin son aylarda nükleer bombaya sahip olan ülkelere (Irak’ta ABD üstleri, İsrail ve Pakistan) füze saldırı yapması, İran’ın kararlılık, diş gösterme ve keskin çizgisinin bir göstergesidir. İran, yıllarca halkına ve çıkarlarına yapılan ambargo ve baskılardan dolayı intikam peşinde olduğu izlenimi ve güce sahip olduğunu göstermektedir ve kanımca İran’ın bu tepkileri gelecekte daha sert bir şekilde devam edecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu mülakat için teşekkür eder, başarılarınızın devamını dileriz.

Tarih: 29/04/2024

[1] İran OECD üyesi olmadığı için, bu raporda İran’daki oranlar mevcut değildir.